BAHÇEDEKİ yıkıntıya yaklaşması bile yasaktı. “Her an yıkılabilir” demişti dedesi. Bir zamanlar tuhaf bir adam yanına yiyeceğini içeceğini alıp günlerce o kulübede çalışırmış. Ne yapıp ne ettiğini bilen de yokmuş, sonradan o adama ne olduğunu da… Ufuk merakını uzun süre dizginleyemezdi.
*
UFUK VE SUNA…
Koca bir karga gaklaya gaklaya sahile pike yapıp kumsaldan bir şey aldı ve yeniden havalandı. Rüzgâr Ufuk’un kulaklarına bölük pörçük tiz bir sesin melodisini ulaştırdı. Başını çevirip arkaya baktı. Baktığı anda da yüzünü buruşturdu. “Bu yapışkan şeyin yerine keşke yanımda Kemal olsaydı ne olurdu yani” dedi kendi kendine. Hep köyde büyümüş olan arkadaşı Kemal’le sohbet etmenin ayrı bir tadı vardı Ufuk için.
“Heeey…”
Suna’ydı. Otlara ayaklarını sürüye sürüye yaklaşıyordu.
“Heeey! Duymadın mı beni?”
“Duymadım…” dedi Ufuk hoşnutsuzluğunu belli etmeye çalışarak.
Suna geldi ve yanına oturdu.
“N’apıyorsun?”
“Hiiiç…” Aslında ‘sana ne’ demek istemişti ama Suna öyle güleç bakıyordu ki, Ufuk onun sesindeki olumsuz tonlamayı fark etmediğinden hemen emin oldu. Suna gelip hemen yanına ilişince biraz kaydı. Tam karşılarından bir şilep geçmekteydi. Dalgaların içinden geçerken en ufak bir şekilde etkilenmeyen uzun bir gövdesi vardı ama fazla yüksek değildi. Yolcu gemileri daha yüksek oluyordu.
“Ne büyük!” dedi Suna.
“Evet… Yük gemisi…”
“Celal deden çaya çağırıyor. Annem de… Lokma yaptı…”
CELAL DEDE…
Ufuk denizci olmak istiyordu. İstanbul’dan dedesinin evine tatile geldiği sıcak yaz günlerinin çoğunu evin içinde veya evin uçsuz bucaksız bahçesinde değil de bu sahilde geçirmesinin nedeni buydu. Kasabaya pazara gitmedikleri veya dedesinin bahçede ondan ufak tefek yardımlar beklemediği her boş zamanda Ufuk koşarak sahile atardı kendini. Yanında ya dedeye bakmakta olan Gönül teyzenin yağ sürdüğü ekmek dilimi ya da bahçeden topladığı meyveler olurdu. Genellikle yalnız olurdu. Önceki yıllar yazları birlikte geçirdiği üç arkadaşı aileleriyle birlikte başka yerlere göçmüşler, geriye Ufuk’un ara sıra arkadaşlık edebileceği bir tek Gönül teyzenin kızı Suna kalmıştı. Onunla da Ufuk kendini pek rahat hissetmiyor, giden arkadaşlarını özlüyordu.
Oturduğu kayadan aşağı bıraktı kendini. Konuşmadan yürüdüler. Böğürtlen çalılarının arasından geçip bahçe kapısı yerine taş duvardan atlayarak içeri girdiler. Bahçenin sağ tarafındaki yıkıntının çevresinden dolaşıp evin önündeki çardağa geldiler.
Gönül onları gülerek karşıladı: “Haydi bakalım, çayınızı koydum…”
Ufuk, dedesinin oturduğu hasır koltuğun dibindeki tahta tabureye oturup tek ayağı kırık sehpaya uzandı. Lokmayı severdi ama şerbetsiz olmalıydı. Gönül da bunu bildiği için onun lokmalarını ayırır, sadece kalanına şerbet dökerdi.
“Sahilde miydin?” diye sordu dedesi.
“Evet.”
Dedesi çayından uzun bir yudum aldı.
“Dalgalıdır bugün.”
“Dünkü gibi” dedi Ufuk. Dün de sahilde epey zaman geçirmişti. Bugünden daha az rüzgârlıydı. Rüzgâr iyiydi aslında. Yelkenli gemiler için. Hiç rüzgâr esmezse nasıl gidecekler, diye düşündü.
“Dede…” dedi birden. “Rüzgâr hiç esmiyorsa, yani hiç ama hiç esmiyorsa, o zaman ne olur? Nasıl gider gemiler?”
Dedesi güldü.
“Eh, işleri zor tabii… Eskiden kürek gücüyle devam ediyorlardı. Bugünse tabii motor var. Ama bizim buralarda, sadece Gelibolu değil tüm Çanakkale’de hatta Ege’de rüzgârın kesildiği pek olmaz…”
“Peki ya şey olursa… Yani diyelim sen güneye gitmek istiyorsun ama rüzgâr kuzeye doğru esiyor, hem de çok sert esiyor, o zaman ne olur? Nasıl yol alır gemi istediği yöne?”
“Hoh ho hooo… Bunlar benim gibi ayağı topraktan hiç ayrılmamış ihtiyarların bileceği şeyler değil be evlat. Ama herhalde yelkenlerin yönlerini ayarlayarak bir şeyler yapıyorlardır. Belki bir süre tam istedikleri yöne olmasa da rüzgârı yandan alarak ilerliyorlardır.”
Ufuk güneye gitmek isteyen bir geminin rüzgârı yandan alarak ilerlemesini gözünün önüne getirmeye çalıştı.
“Olabilir” dedi.
Dedesi çiftçilikten gelmeydi; denizciliği bilmediğini söylerdi hep. “Ayağım yerde gerek” diyerek gülerdi ne zaman konu açılsa. Ataları İç Anadolu’dan gelmiş, Gelibolu’nun kıyı köylerinden birinde birkaç ev değiştirip sonunda bu eski taş eve yerleşmişlerdi.
“Çok yeme Celal Baba. Dokunur ha…”
Gönül’ün sesiydi. “Celal Baba” derdi Ufuk’un dedesine.
“Yok, başka istemem zaten. Uyku tutmuyor sonra gece… Bir de sinek vardı, uyutmadı.”
Gönül “Ah, evet, gidip camları kapatayım hemen” diyerek yerinden kalktı. “Sinek dolmuştur şimdiden. Neyse rüzgâr sert, sinek az olur bu gece. Suna yardım et bana, şu bardakları tepsiye topla getir. Sonra da bulaşıklar…”
“Bulaşıklar mııı? Bööö… Bulaşık mulaşık yıkamam ben, bana ne!”ü
“A-a… O ne demek kızım? Dedenden mi yardım isteyeyim?”
“Ufuk yıkasın!” dedi Suna. “Niye hep kızlar yıkıyor ki?”
“Ufuk ne bilirmiş bulaşık yıkamayı!
Hadi bakalım mutfağa… Sen de bana arka bahçeden kovayı getir lütfen…”
Suna homurdanarak bardakları tepsiye topladı. “Büyüyünce bana kimse bulaşık yıkatamayacak!” dedi. “Hiç kimse!”
Mutfağa gitti. Ufuk ve dedesi yalnız kaldılar. Ufuk kovayı getirmek üzere kalktı. Gökyüzüne baktı. Yıldızlar belirmeye başlamıştı.
“Belki de aileden bir denizci çıkar ha?” dedi dedesi gülümseyerek. Ufuk ona baktı.
Akşamın loşluğu seyrek sakallı yanaklarındaki çukurları derinleştirmiş olduğu halde gülümsemesi belirgindi. Dedesini severdi Ufuk ama çekinirdi de. Asabi bir adamdı. Küçükken Ufuk’a kaşlarını çatarak baktığında Ufuk korkudan ağlamaya başlardı.
“Kaptan olmak güzel” dedi dedesine. “Dünyanın her tarafını gezmek…” “Oooo… Kâşif yani… Yeni yerler keşfedersin belki ha…”
Ufuk dedesinin dalga geçip geçmediğini anlamak için yüzüne baktı.
“Ciddiyim” dedi dedesi gülerek. “Yok mudur keşfedilmemiş yerler?”
Ufuk okuldaki coğrafya derslerinde öğrendiklerini düşündü.
“Ne yani Kolomb Amerika’yı keşfetmeden önce de insanlar keşfedilecek yer kalmadığını sanmıyorlar mıydı?” dedi dedesi ısrarla.
Ufuk bilgisayarından sık sık izlediği uydu fotoğraflarını aklından geçirdi. “Yok” dedi.
“Keşfedilecek yeni bir dünya yok; hepsi keşfedildi.”
Böyle söyleyerek dedesini ikna etmiş olduğunu düşünse de aslında dünyadaki her yerin keşfedilmiş olduğunu söylemek onu mutlu eden bir şey değildi. Sallana sallana arka bahçeye yürüdü.
“Keşfedilecek başka yerler de olmalı” dedi içinden. “Hem ben oraların hiçbirini görmediğime göre her yer benim için keşfedilmemiş sayılır… Yani ben keşfedebilirim oraları…”
Bu fikir onu gülümsettiyse de bu sadece bir saniye sürdü. “Dünya kocaman” dedi, “görülecek ne kadar çok yer, öğrenilecek ne kadar çok şey var. Oysa ben dünyanın küçücük bir yerinde, bu küçük evde, bu bahçenin sınırları içinde hapsolmuş gibiyim?”
“Büyüyünce gezersin!”
Böyle demişti dedesi bir gün. “Dünya çok güzel ve görülecek çok şey var…”
Ufuk’u heyecanlandırmıştı bu sözler.
“Sen gezdin mi?” diye sormuştu dedesine.
“Nerdeee!” demişti dedesi gülerek.
“Bu köyden çıkmadım desem yeridir.
Askerlikte Sivas’a gittiydim. Sonrasında Çanakkale’ye vardım birkaç kez hepsi bu.”
Ufuk’un şaşkın şaşkın baktığını görünce eklemişti:
“Gezmek de parayla evlat.”
YIKINTI…
Horozlar yırtınarak sabahın gelişini duyururken Ufuk tuvalete kalkıp henüz bitmemiş uykusunu tamamlamak üzere yeniden yatağına döndü ama uyuyamadı. Yorganın altında bacaklarını serin bölgelere kaydırıp bir süre daha yattıktan sonra sıkılıp kalktı ve bahçeye çıktı. Suna’nın kedisi Fıstık ayaklarının dibine sokulup sürtündü. Ufuk çömelip onu okşadı ama kedi açılan kapıdan evin içine girmeyi yeğledi. Belli ki sevgiden çok yiyecek bir şeylere ihtiyacı vardı. Mutfaktan takırtılar geldi. Gönül uyanmış olmalıydı. Suna’ysa geç kalkardı genellikle. Ufuk onu hatırlayınca hızla bahçeye doğru yürüdü. Ola ki erken kalkmışsa onu görmek istemiyordu sabah sabah.
“Pis hayvan!”
Gönül’ün sesiydi bu. Ufuk geri döndü. Fıstık ağzında koca bir salamla koşuyordu. Hızla bahçeye atılıp sol taraftaki yıkıntının taşları arasına girip gözden kayboldu.
“Nerde o!”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) 7-12 Yaş Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıSihirli Harita
- Sayfa Sayısı184
- YazarFatih Erdoğan
- ISBN9789753103220
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMavibulut Yayınları / 2023