Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şifacı
Şifacı

Şifacı

Antti Tuomainen

2011 En İyi Fin Polisiye Roman Ödülü “Yılın en iyi on polisiye romanından biri” Crime Fiction Lover 26 ülkede yayınlandı Ülkenin en ünlü ve…

2011 En İyi Fin Polisiye Roman Ödülü

“Yılın en iyi on polisiye romanından biri” Crime Fiction Lover

26 ülkede yayınlandı

Ülkenin en ünlü ve en zengin ailelerinin nasıl birden ortadan kaybolduğuyla ilgili bir haber üzerinde çalışan gazeteci Johanna, kimsenin aklına bile gelmeyecek bir planı devreye sokmak üzere olan bir adamın, ya da herkesin bildiği ismiyle Şifacı’nın kara listesinde artık ilk sıradadır.

Johanna kaybolalı 24 saat olmuştur. Kocası Tapani’ye bıraktığı son şey ise yanlışlıkla kaydettiği bir telefon görüşmesidir. Dünyanın unuttuğu bir şair olan Tapani, Noel’den iki gün önce hayatın cehenneme döndüğü, metro tünellerinin sele kapıldığı, terk edilmiş araçların sokaklarda alevler içinde kaldığı Helsinki’de hem hayatta kalmaya çalışan çok az insandan biri olacak, hem de umutsuzca kaybettiği karısının izlerini kendisine bırakılan ipuçlarıyla arayacaktı.

“Sade bir dille yazılmış, bir o kadar şaşırtmacalı ve beklenmedik bir anda yumruk kadar sert. Daha önce okuduklarınıza hiç benzemiyor.”
-The Sunday Telegraph, (İngiltere)-

“Tuomainen’in konuyla bütünleşmiş eşsiz üslubu önemli bir soruyla zihninizi kurcalıyor: Kanun ve düzen yerle bir olduğunda umut ışığını nerede arardınız?”
-Financial Times, (İngiltere)-

“Her sayfada kan kokusu almanıza neden olacak nefes kesici bir gerilim. Son sayfaya gelmeden gözlerinize uyku girmeyecek.”
-Turun Sanomat, (Finlandiya)-

“Kıyameti andıran bir zaman diliminde derine gömülü sırların birer birer ortaya çıktığı bu kitap, size her anını ürpertiyle hatırlayacağınız bir okuma deneyimi sunuyor. 2011 yılının en iyi cinayet romanı seçilse de şiirsel-politik bir kisveye bürünmüş bir psikolojik gerilim romanı.”
-Berlingske, (Danimarka)-

“Karanlık bir atmosfer ve hiç bitmeyen bir yağmurun hakim olduğu mükemmel bir gerilim romanı.”
-Le Courier de l’ouest, (Fransa)-

“İskandinav gerilim romanı okurlarına güzel haber! Toumainen En İyi Fin Polisiye Roman Ödülü aldı ve 26 ülkede yayınlandı. İyi bir romandan da bu beklenir.”
-Library Journal, (Amerika)-

“Diyaloglar, karakterler ve olay örgüsü öyle iyi işlenmiş ki bir kez okumaya başladınız mı soluğu son sayfada alacaksınız.”
-Neoluxor, (Czech Republic)-

“Antti Tuomainen cesaret isteyen bir konuyu zarif ve kusursuz bir üslupla işlemiş.”
-Kurier, (Avusturya)-

“Antti Toumainen büyüleyici ve dehşet dolu bir gerilimi dedektif hikayesi ile bütünleştirerek ortaya başarılı bir iş çıkarıyor.”
-Westdeutscher Zeitung, (Almanya)-

***

1

Hangisi daha kötü? En kötüsünün gerçekleşmiş oldu­ğundan emin olmak mı yoksa her geçen dakika daha da kötüsünün olabileceğine dair artan korku mu? Ani bir çöküş mü, yoksa ağır çekimde gerçekleşen bir parçalan­ma mı daha kötü?

Otobüsün ani freni beni dalgın düşüncelerimden çe­kip çıkarmıştı. Yerimde doğrulup camdan dışarı baktım.

Sömâinen kıyı şeridi üzerinde devrilmiş bir kamyon­dan çıkan kızıl san alevler hemen yanındaki üst geçidin sütunlarına yağmur gibi yağıyordu. Kamyon ikiye ayrıl­mıştı adeta. Sevgilisini kucaklayan bir aşık gibi sarmıştı geçidin bacağını. Bu manzaranın yanından geçen araba­lar, bırakın durmayı, yavaşlamıyordu bile. Alevlerden mümkün olduğunca uzak bir şeride kaçarak olay mahalinden hızla uzaklaşıyorlardı.

İçinde oturduğum otobüs de aynı yolu izlemişti.

Soğuktan uyuşmuş parmaklarımı uzatarak yağmur­dan sırılsıklam olmuş ceketimin iç cebinden bir paket mendil çıkardım. Yüzümü ve saçlarımı silmeye başla­dım. Mendil de kısa süre içinde ceketim kadar ıslanmıştı. Onu da elimde sıkıştırıp bir top haline getirdikten sonra yeniden cebime attım. Ceketimin uçlarından damlayan suyu sıkarak cep telefonumu elime aldım.

Yeniden Johanna’yı aradım.

Aradığım numaraya hâlâ ulaşılamıyordu.

Sömâinen’den Keilaniemi’ye kadar uzanan metro hattı, sel nedeniyle ulaşıma kapatılmıştı. Bu nedenle Kalasatama’ya kadar trenle gitmiş, oradan da istediğim noktaya ulaşabilmek için gökyüzü yarılmışçasına yağan yağmurun altında yirmi dakika otobüs beklemek zorun­da kalmıştım.

Alevler içindeki kamyonu geride bıraktıktan son­ra dikkatimi, şoförü otobüsün geri kalanından ayıran, kurşun geçirmez cama asılmış ekrana vererek haber­leri izlemeye koyuldum. İspanya ve İtalya’nın güney bölgeleri tamamen kendi kaderlerine terk edilmişti. Bangladeş’in sulara gömülmesinin ardından Asya’nın geri kalanını tehdit edecek ciddi bir salgın çıkmıştı or­taya. Himalaya’daki su kaynaklarını paylaşmada anlaş­mazlığa düşen Çin ve Hindistan arasında savaş patlak vermek üzereydi. MeksikalI uyuşturucu tacirleri, ABD- Meksika sınırının kapatılmasına, Los Angeles ve San Diego’ya füze saldırısı düzenleyerek karşılık vermişti. Amazon’daki orman yangınlarını söndürmek için etrafından geçen nehir kanallarının patlatılması bile sonuç vermemişti.

Avrupa Birliği ülkeleri arasında devam eden savaş ve silahlı çatışma sayısı: On üç. Özellikle de sınır böl­gelerde.

İklim nedeniyle göç etmek zorunda kalan insanların sayısı: Tahmini 650-800 milyon.

Salgın hastalık uyarısı: H3N3, sıtma, tüberküloz, ebola, veba.

Son olarak rahatlatıcı bir haber: Bu seneki yarışmada birinci gelen Finlandiya Güzeli, bahara kadar her şeyin yoluna gireceğini umut ediyor.

Gözlerimi aylardır yağan yağmura çevirdim. Eylül ayından beri devam eden bu bereketli yağış son bir­kaç aydır neredeyse hiç ara vermeden devam etmişti. Jâtkâsaari, Kalasatama, Ruoholahti, Herttoniemenranta ve Marjaniemi gibi kıyı bölgeleri sürekli olarak sel bası­yordu. Bu nedenle halk isyan etme noktasına gelmiş ve evlerini terk etmeye başlamıştı.

Onların arkalarında bıraktığı evleri, kısa süre son­ra başkalarıyla dolup taşmıştı. Rutubetli, soğuk ve bir kısmı su basmış olan evler her gün ülkeye akın eden ve sayısı giderek artan göçmenler için eşi bulunmaz bir sığınaktı. Elektriğin artık hiç uğramadığı sel mağduru mahalleleri, geceleri yemek pişirmek ve ısınmak için yakılan ateş aydınlatıyordu.

Tren istasyonun olduğu durağa gelince otobüsten in­dim. Kaisaniemi Parkı’nın içinden geçerek kestirmeden gitmeyi düşündüm. Sonra vazgeçip Kaivokatu’nun etrafından dolanmaya karar verdim. Sokakların ve parkların güvenliğini sağlamaya yetecek kadar polis yoktu şehir­de. Tren İstasyonu’nu dolduran insan kalabalığının orta­sına düşmek yapılacak en kötü hamle olurdu. Her geçen gün artan bir panikle ellerinde avuçlarında ne varsa top­layarak şehri terk etmeye çalışan insanlar, kuzeye giden trenleri tıklım tıklım dolduruyordu.

İstasyonun önünde, üzerlerine plastik şilteler örtül­müş, uyku tulumları içinde, boylu boyunca uyuyan in­sanlar vardı. Treni beklerken dinlenmek için mi oraday­dılar yoksa her şeyden ellerini eteklerini çekip orada mı yaşamaya başlamışlardı kimse bilmiyordu. Uzun sokak lambalarının parıldayan ışıklan; yükselen egzoz duman­ları; parlak kırmızı, mavi ve yeşil renklerde yanıp sönen reklam panolarının ışıltısı akşamın karanlığında birbiri­ne karışıyordu.

Yangın sonucu yarısından fazlası kül olan merkez postanesi siyah beyaz bir iskelet gibi tren istasyonunun tam karşısında duruyordu. Binanın yanından hızla ge­çerken Johanna’yı yeniden aramayı denedim.

Sanomatolo binasının önüne gelip, içeri girmek için on beş dakika güvenlik kontrolü sırasında bekledim. Ceketimi, ayakkabılarımı ve kemerimi çıkartıp yeniden giydikten sonra resepsiyona yöneldim.

Resepsiyondaki kızdan, nedense telefonlarıma bir türlü çıkmak bilmeyen Johanna’nın patronunu araması­nı istedim. Onunla birkaç kez konuşmuşluğum vardı. Bu nedenle eğer çalıştığı yere gelip de binanın içinden arar­sam telefona cevap vereceğini düşünmüştüm. Böylece kim olduğumu öğrendikten sonra beni yukarıya çağıra­cak ve neden geldiğimi açıklamama fırsat tanıyacaktı.

Resepsiyonist otuz yaşlarında buz gibi bakışları olan kısa saçlı bir kadındı. Kontrollü tavırlarından ve dikkat­li hareketlerinden eskiden asker olduğu anlaşılıyordu. Şimdi ise hemen yanı başında duran silahıyla, ülkenin son kalesi ve tek gazetesinin güvenliğini ve bütünlüğünü korumak için orada bulunuyordu.

Bir kulağında telefon, gözlerimin içine bakarak ko­nuşmaya başladı. “Tapani Lehtinen isimli bir adam… Kimliğini kontrol ettim… Evet… Bir saniye.”

Balta kadar keskin bir hareketle başını bana doğru döndürdü. “Ne için gelmiştiniz?”

“Kanma ulaşamıyorum. Johanna Lehtinen.”

2

Johanna’yla yaptığım son konuşmayı yanlışlıkla telefo­numa kaydetmiştim. Bu nedenle tekrar tekrar dinlediğim bu diyalogu ezbere biliyordum artık.

“Bugün biraz geç çıkacağım,” diye başlamıştı cüm­leye.

“Ne kadar geç?”

“Sabahlamam gerekebilir.”

“Şirkette mi, dışarıda mı olacaksın?”

“Zaten şu anda da dışarıdayım. Yanımda fotoğrafçım da var. Beni merak etme. Gidip birkaç kişiyle konuşaca­ğız. Kalabalık bir yerde buluşacağız.”

Sonra bir mırıldanma sesi, araba sesleri, bir mırıltı, gürültü ve yeniden mırıldanma sesleri.

“Orada mısın?” diye sormuştu hemen ardından. “Nerede olabilirim ki başka? Masa başında oturu­yorum.”

Sessizlik.

“Seninle gurur duruyorum,” demişti Johanna. “Hiç pes etmiyorsun.”

“Sen de öyle,” demiştim ona.

“Galiba öyle,” demişti sessizce, neredeyse fısıltı gibi çıkmıştı sesi.

“Seni seviyorum. Eve tek parça dön.”

“Elbette,” diye fısıldamıştı. Sesinden acele etliği an­laşılıyordu. Sonra neredeyse hiç nefes almadan: “Yarın görüşürüz en kötü. Seni seviyorum.” Mırıldanma. Cızır­tı. Tuş sesi. Sessizlik.

3

Sorumlu editör Lassi Uutela’nın yüzündeki sakallar kırklı yaşlarına geldiğini belli edercesine griye dönmeye başlamıştı. Gözlerinde saklama gereği duymadığı, belki de saklamayı istemediği bir öfke vardı.

Beşinci kattaki asansör kapısının hemen önünde beni bekliyordu. Siyah bir gömlek, ince gri bir hırka, koyu renk pantolon ve ona uygun ayakkabılar giymişti. Kol­larını göğsünde bağlamıştı. Ona doğru adım atarken ne yapacağını bilemeyen tereddütlü bir havası olduğunu sezdim.

Lassi Uutela’nın insanları rahatsız eden; kendi­sinden daha başarılı gazetecileri kıskanması, yüzleş­meden kaçınması, kin gütmesi, her zaman haklı olma çabası gibi özelliklerine Johanna’nın bana anlattığı kadarıyla aşinaydım. Johanna ve Lassi’nin muhabir­lik mesleği ve gazetenin yönetimi gibi konulardaki fikirleri her geçen gün daha da fazla çatışıyordu. Bu çatışmaların yarattığı dalgalar evimizin kıyılarına bile vurmaya başlamıştı.

Birbirimizi tanıyor olmamıza rağmen el sıkışıp ye­niden isimlerimizi söyledik. Bir an için kendimi tiyatro sahnesindeymişim gibi hissettim.

Ellerimizi geri çektikten sonra Lassi arkasını dön­dü ve koridora açılan kapıyı hafifçe itti. Yürüyüş performansından memnun değilmiş gibi ayaklarını cezalandırırcasına yere vurarak ilerleyen Lassi’nin arkasından yürümeye başladım. Koridorun sonunda birkaç metrekare büyüklüğünde küçük bir köşe ofisi­ne girdik.

Lassi masanın arkasında duran yüksek siyah sandal­yeye oturarak, benim de beyaz plastik bir tabureye ben­zeyen diğerine oturmam için başıyla işaret etti.

“Johanna’nın bugün evde çalışacağını zannediyor­dum,” dedi.

Başımı iki yana salladım. “Doğruyu söylemek gerekirse, ben de onun ofiste olduğunu düşünüyor­dum.”

Şimdi o sallamıştı başını. Sabırsız ve kestirip atmak ister gibi bir tavrı vardı. “Johanna’yı en son dün akşam 6’da personel toplantısında gördüm. Her zamanki gibi işlerin üstünden geçtik, sonra da herkes kendi yoluna gitti.”

Eklendi: Yayım tarihi

“Şifacı” için 2 yanıt

  1. Valla sonlarından pek bir şey anlayamadım ben kitabın . O sonda gelen e posta neydi , Tapani nin elinde niye silah vardı , Tarkiainen e ne oldu adam öldü mü kaldı mı ? Hamid neyin nesiydi abi asker miydin polis miydin kiralık katil felan mıydın neydin sen , hiç açıklanmadı o da.

    Bunların yanı sıra kitap oldukça boş yapılmış. Yani 150 sayfalık bir şey çıkmış da ortaya adamlar ” Abi bu çok kısa oldu ya biz buna bir el atalım.” demişler sanki . O punto ne öyle , satırlar arası boşluk felan hikaye kitabı gibi. Üstelik buna rağmen kitap yoğun da değil. Yani bir yoğunluk bekliyor insan kitaptan ama 180-200 lü sayfalara gelene kadar neredeyse adam akıllı elle tutulur bir şey çıkmıyor ortaya. Bütün hikaye son 100 sayfada geçiyor. Bilmiyorum belki de ben pek polisiye okumadığım için yanlış eleştiriyorum ama bana rahatsızlık verdi bu. Aynı zamanda kitabın sonunda niye üçlünün kuzeye gitmek istediğini anlamadım . Bunların haricinde oldukça hoş bir kitap , çerezlik tadında . Hemen bitiyor zaten , beğendim .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Polonya’da Bir Kuş Var ~ Romain Gary, Emile AjarPolonya’da Bir Kuş Var

    Polonya’da Bir Kuş Var

    Romain Gary, Emile Ajar

    Önceleri ince ince atıştıran, derken yeri göğü beyaza boyayan bir tipidir vuruyor ormanı, sığınaktaki cılız ateş çalı çırpıyla harlanıyor. Amansız Polonya kışı hem partizanların...

  2. Harabe Sırlar ~ Neva AltajHarabe Sırlar

    Harabe Sırlar

    Neva Altaj

    Hayatım boyunca özlemini çektim, Onu istedim. Çocukken beni boğulmaktan kurtardığı günden beri. Ama beni hiç fark etmedi, Bana hiç o gözle bakmadı. Ona göre...

  3. Otuz Dokuz Basamak ~ John BuchanOtuz Dokuz Basamak

    Otuz Dokuz Basamak

    John Buchan

    Ben sıradan biriyimdir, dünyanın en cesur adamı olduğum söylenemez, ama iyi bir insanın öldürülmesine asla katlanamam. Kısa bir süre önce Güney Afrika’dan dönen maceraperest...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur