Neredeyse bir hafta boyunca yükseklikten başları dönerek çizim yaptılar. Yolda bin türlü katırcıyla karşılaştılar, Mendozalı ve Şilili katırcılarla ilginç mi ilginç sohbetler ettiler. Papazlara ve Avrupalılara, hatta rehberlerinin kardeşlerine, amcalarına ve kayınbiraderlerine bile rastladılar. Ama yalnızlık duygusu çabucak geri geliyor, uzaklaşan insanların görüntüsü içlerini ilhamla dolduruyordu.
Alman ressam Johann Moritz Rugendas’ın Güney Amerika seyahatlerini kurguyla gerçek arasındaki meçhul çizgiyi iyice silikleştirerek aktaran Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit, sadece yerlilikle yabancılığın ve dostlukla yalnızlığın değil, sanatla bilimin ve yaratıcılıkla yöntemciliğin de kâh çekiştiği kâh cilveleştiği rengârenk bir roman. Çağdaş Arjantin edebiyatının en çarpıcı ve üretken isimlerinden César Aira bu kez okuyucuyu And Dağları’nın karlı tepelerinden Arjantin’in engin düzlüklerine uzanan bir yolculuğa çıkararak Güney Amerika’nın gizemli zenginliklerini keşfetmeye çağırıyor; karanlığın peçesini kaldıran yıldırımlar gibi ışıltılı ilham perilerini keşfetmeye…
Batı’da yetişen gerçek anlamda iyi addedilebilecek seyyah ressamların sayısı pek azdır. Hakkında bilgiye ve bolca belgeye sahip olduklarımız arasında en iyisi Arjantin’i iki kez ziyaret eden ünlü Rugendas’tır. Bu seyahatlerin 1847’de gerçekleştirilen ikincisi ressama hem Río de la Plata’nın peyzajlarını ve insanlarını kayda geçirme fırsatı vermiş bu kayıt öyle kabarıktır ki dünyanın bu köşesindeki koleksiyoncuların elinde iki yüzü aşkın tablosunun bulunduğu söylenir hem de dostu ve hayranı Humboldt’un teorisini çürütmesine, daha doğrusu ressamın yeteneğini Yeni Dünya’nın zengin bitki örtüsü ve dağlarının özgün uç hatlarıyla kısıtlamaya yeltenen Humboldt’un teorisini havada bırakan, oldukça sade bir yorum getirmesine olanak sağlamıştır. Aslında bu karşı-yorum on sene önce, ressamın kısa ve hayli dramatik geçen ilk seyahatinde kendini belli etmiş ancak yaşamında telafi edilemez bir iz bırakan tuhaf bir olay dolayısıyla yarım kalmıştır.
Johann Moritz Rugendas 29 Mart 1802’de imparatorluk şehri Augsburg’da dünyaya geldi; babası, dedesi ve büyük dedesi saygın janr ressamlarıydı; dedelerinden Georg Philipp Rugendas savaş sahnelerini resmettiği tablolarıyla ünlenmişti. Rugendas’lar 1608’de Katalonya’dan ayrılarak (ki aile aslında Flaman kökenlidir) Protestan inançlarını daha rahatça yaşayabilecekleri bir çevre bulmak umuduyla Augsburg’a yerleşmişlerdi. Rugendas ailesinin Almanya’da doğan ilk üyesi saat ustası, sonrakilerin hepsi ressamdı. Johann Moritz gelecekte neyle uğraşacağının emarelerini henüz dört yaşındayken göstermeye başlamıştı.
Yetenekli çizer önce Albrecht Adam’ın atölyesinde, ardındansa Münih Sanat Akademisi’nde dikkatleri üzerine çekmişti. On dokuz yaşındayken Baron Langsdorff’un liderlik ettiği, masrafları Rus çarı tarafından karşılanan Amerika seferine katılma fırsatı bulmuştu. Görevi, kendisinden yüz yıl sonra ortaya çıkacak fotoğrafçılarınkiyle aynıydı; yapacakları keşifleri ve dahil oldukları manzaraları ayrıntılı biçimde kayda geçirmek. Genç sanatçının üstlendiği işi daha iyi anlayabilmek için bu noktada biraz daha gerilere dönmek gerek.
Evvelki paragrafa aldanıp Rugendas ailesinin geçmişinin fazla eskilere dayandığı zannedilmesin. Ressamlar silsilesi büyük dede Georg Philipp Rugendas’la (1666–1742) başlamıştı. Ressamlığa başlamasına gençliğinde sağ elini kaybetmesi vesile olmuştu; aile geleneği olan ve çocukluğundan beri hazırlandığı saatçilik mesleğini tek elle sürdürmesi mümkün değildi. Mecburen sol elini kullanmayı öğrenmiş, kalemi ve fırçayı sol eliyle tutabilmek için kendi kendini eğitmişti. Savaş resimlerinde ustalaşmış, çizimlerindeki detaylara olağanüstü özen göstermesi sayesinde büyük şöhret kazanmıştı; bunu hem saatçilik eğitimine hem de sol elini kullanmasına borçluydu, zira doğal elini kullanamayışı onu kullanabildiği eli üzerinde daha da fazla hakimiyet kurmaya mecbur bırakmıştı. Biçimde dondurduğu detaycılığıyla, temanın zorlu ve sert iniş çıkışlarının oluşturduğu zarif tezat onu eşsiz kılmıştı. Başlıca müşterisi ve koruyucusu, savaşçı kral diye de bilinen İsveç Kralı XII. Karl’ın savaşlarını resmetmiş, ordusunun peşine takılıp kutup karlarından Türkiye’nin kavurucu sıcaklarına kadar her şeyi çizgilere dökmüştü. Yaşlılığındaysa savaşları resmederek edindiği birikimin doğal sonucu olarak gravürcülük ve matbaacılıkla uğraşmış, başarılı da olmuştu. Kurduğu işi ve tekniğini oğulları Georg Philipp, Johann ve Jeremy’ye miras bırakmıştı.
Bunlardan ilkinin oğlu Johann Christian (1775–1826), yani bizim Rugendas’ın babası, bir diğer savaşçı Kral Napoléon’un savaşlarını resmederek dönemini kapatmıştı. Napoléon’un ardından Avrupa’da yaşanan “barış dönemi” ressamlık mesleğinin Rugendas ailesinin ustalaştığı dalını da ister istemez köreltmişti. Waterloo Savaşı sırasında henüz ergenliğini tamamlamamış olan genç Johann Moritz’in aile mirası uzmanlık alanını değiştirmekten başka çaresi kalmamıştı. Savaş resmi ustası Adam’ın atölyesinde geçirdiği çıraklık döneminin ardından Münih Sanat Akademisi’nde, Doğa resmi dersleri aldı.
Tablo ve gravür piyasasında talep gören bu “Doğa” egzotik ve uzak diyarlara ait olduğundan Rugendas, sanatıyla seyyahlığı bir arada yaşayabilecekti; ayrıca seyahate düşkünlüğü sayesinde çok geçmeden yukarıda bahsettiğimiz sefere katılacaktı. Yirmili yaşların eşiğinde, tıpkı genç Darwin gibi, hem halihazırda yapılı hem de yapılmayı bekleyen şeylerle dolu bir dünyaya açılmıştı. Rugendas’ın Fitzroy’u, Baron Georg Heinrich von Langsdorff olmuştu. Baronun “onulmaz bir deli” olduğu henüz Atlantik’i geçerken anlaşılınca ressamımız Brezilya’ya ayak basar basmaz kafileden ayrılmış, yerine başka bir yetenekli belgeci ressam Taunay alınmıştı.
Ayrılma kararı Rugendas’ı büyük dertlerden kurtarmıştı; zira kafilenin bahtı iyi olmamıştı: Taunay Guaporé Nehri’nde boğularak ölmüş, Langsdorff zaten kıt olan aklını ormanın ortasında hepten kaybetmişti. Rugendas ise dört sene boyunca Rio de Janeiro, Minas Gerais, Mato Grosso, Espírito Santo ve Bahia eyaletlerini gezerek yaptığı çalışmaların ardından Avrupa’ya dönmüş ve yayınladığı Resimlerle Brezilya Seyahati adlı güzelim kitapçık (kitaptaki metinler, ressamın notlarından yola çıkarak Victor Aimé Huber tarafından kaleme alınmıştı) sayesinde ismini duyurarak ünlü doğabilimci Alexander von Humboldt’un kendisiyle irtibata geçmesini sağlamış, sonradan kimi yayınlarda onunla birlikte çalışmıştı. Amerika’ya yaptığı ikinci ve son seyahati 1831’den 1847’ye kadar, yani on altı yıl sürmüştü.
Binbir zorluğa göğüs gererek gerçekleştirdiği bu seyahatin sahnesi Meksika, Şili, Peru, tekrar Brezilya, Arjantin, sonucuysa yüzlerce, hatta binlerce tablo olmuştu. (Bütün eserlerini kapsamayan katalogunda yağlıboya, suluboya ve çizimlerden oluşan 3353 eser bulunmaktadır.) En verimli dönemi Meksika’ya denk gelse ve en özgün konuları tropikal ormanlarla dağlar olsa da, gençliğinin tamamını içine alan uzun seyahatinin gizli gayesi, uçsuz bucaksız düzlüklerin üzerinden her yere eşit uzaklıktaki ufuk çizgisine uzanan gizemli boşluk; Arjantin olmuştu.
Sanatın eşiğini ancak orada aşabileceğini, sanatının öteki yüzünü sadece orada bulabileceğini hayal ediyordu… Bu tehlikeli hayal yaşamı boyunca peşini bırakmamıştı. Sanat eşiğini iki kez aşmıştı; ilki 1837’de, batıda, Şili yolunda sıradağları geçerken; ikincisi 1847’de, Río de la Plata’da; bunlardan ikincisi daha üretken geçmişti ama Buenos Aires civarlarından ayrılmamıştı; ilkindeyse hayalini kurduğu noktaya kadar gitmiş, hatta orada, bir süreliğine kalabilmişti bile, ancak birazdan görüleceği üzere bunun için müthiş bir bedel ödemesi gerekmişti Rugendas bir janr ressamıydı. Resimlemeyi seçtiği janr, yani tür, Doğa’nın fizyonomisi olmuştu, bu yöntem Humboldt tarafından icat edilmişti.
Ünlü doğabilimci nin önderlik ettiği disiplin, büyük ölçüde kendisiyle birlikte toprağı boylamıştı: Erdtheorie ya da Physique du monde bir tür sanatsal coğrafya anlayışıydı, dünyayı estetik açıdan kavramayı, peyzajları bilimsel açıdan açıklamayı amaçlıyordu. Alexander von Humboldt (1796– 1859) çok yönlü alimlerin belki de sonuncusuydu; emeli dünyayı her yönüyle kavrayabilmekti; bunu başarabilmek için kendine görselliği uygun görerek eski bir geleneğin parçası olmuştu. Ama bir açıdan da bu gelenekten ayrılıyordu; asıl ilgisini çeken etrafından kopuk, tecrübenin “sembol”ü imgeler değil, “peyzaj”ın modellik ettiği kapsamlı bir tabloda eşgüdümlü halde bir araya getirilmiş imgelerdi.
Coğrafyacı ressam, peyzajın “fizyonomisi”ni (bu fikri Lavater’den almıştı) geniş bir doğabilim eğitimi sonucunda ayırt etmeyi öğrendiği peyzajın tipik, “fizyonomik” nitelikleri vasıtasıyla kavramaya mecburdu. Tablodaki titizlikle hesaplanmış fizyonomik unsurların varlığı izleyicinin zihnine, sezgisel olarak kavranabilmesi için birbirinden ayrık özelliklerden ziyade sistemleştirilmiş bir bilgi birikimi aktarırdı: iklim, tarih, âdetler, ekonomi, ırk, hayvanlar ve bitki örtüsü, yağmur ve rüzgâr döngüleri… Burada anahtar mesele “doğal gelişim”di; dolayısıyla bitki unsuru en ön planda bulunuyordu.
Humboldt’un fizyonomik peyzajları tropikal kuşakta araması da buraların bitkisel zenginliğinin ve büyüme hızının Avrupa’nınkilerden karşılaştırılamayacak kadar üstün olmasından ileri geliyordu. Humboldt, Asya ve Amerika’nın tropikal bölgelerinde uzun yıllar geçirmiş, kendi yöntemiyle yetişen ressamları da aynısını yapmaları için yüreklendirmişti. Böylece hem Avrupa’da halkın henüz pek tanınmayan bu bölgelere ilgi göstermesini sağlamış hem de seyyah ressamların ürettikleri eserler için piyasa yaratarak döngüyü tamamlamış oluyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı
- Kitap AdıSeyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit
- Sayfa Sayısı96
- YazarCésar Aira
- ISBN9789750719479
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? ~ Raymond Carver
Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?
Raymond Carver
Raymond Carver, çağdaş Amerikan edebiyatının niteliğini yükselten Kirli Gerçekçilik akımının öncüsü. Öykünün bugün de anayurdu olan Amerikan edebiyatında akla ilk gelen birkaç öykücüden biri....
- Şölenden Sonra ~ Yukio Mişima
Şölenden Sonra
Yukio Mişima
Batıda gökyüzü sessizce ışıldıyor, bir şekilde idealizmin sonunun geldiğini çağrıştırıyordu. Boş ideallere ışık tutan bir fener gibi, batan güneş yüzlerce, binlerce mum yakmış, uzaklarda...
- Kontrbas ~ Patrick Süskind
Kontrbas
Patrick Süskind
Koku romanı kült bir eser haline gelen Patrick Süskind, bu defa notaların dünyasına girmiş; bir kontrbasçının öyküsünü, ses tonu giderek yükselen bir monolog biçiminde...