Tehlikeli Bölge serisi Şeytanın Nefesi ile başlıyor Zengin elmas yatakları ve eşsiz güzellikteki doğasıyla ilgi çeken bir ülke: Namibya. Bu toprakları kendi çıkarları için kullanmaya çalışan kirli güçler ve onlarla mücadele eden korkusuz bir adam: Tom Gordon. Önlerine çıkacak her türlü engeli yok etmeye kararlı olan bu kirli güçler için Tom Gordon da artık bir engeldir ve ortadan kaldırılmasına karar verilir. Babasının aniden ortadan kaybolması, Max Gordonu da Namibya topraklarına sürükler. Babasının başına gelenleri çözmeye ve onu bulmaya kararlıdır fakat bu yolculukta yalnız olmadığını anlaması uzun sürmeyecektir. Onun da peşinde, kim olduğundan emin olmadığı takipçiler vardır. Ancak bu eşsiz toprakları bekleyen felaketi hiç kimse hesaba katmamıştır ve bu felaketten kurtulmak için Maxin önemli bir karar vermesi gerekmektedir. Heyecan ve aksiyon dolu bu hikâyeyi kaçırmayın.
***
1
Katil, birçok suikastçı gibi gece geldi.
Uzaktan gelen silah sesleri ve rüzgâra açık taşra üzerinde hedefini arayan ölümcül makineli tüfeklerin gürültüsü, varlığını gizlemesine yardımcı oluyordu. Ve bu geceki görev en kolay görevlerden biriydi. Kurbanı on beş yaşında bir erkek çocuğuydu, bu nedenle bu geceki başarısı konusunda herhangi bir kuşku duymuyordu.
Saatini kontrol etti. Zamanlaması iyiydi. Pozisyonunu almıştı. İlk seçenek: Bir kaza süsü vermek karık bir boyun. İkinci seçenek: Kafaya bir kurşun ve cesetten kurtulmak. Onun için iki seçenek arasında bir fark yoktu. Rüzgâr doğudan kuzeye dönmüştü keskin bir soğuk vardı ve suya doymuş toprağın üzerinde yatan askerleri düşündü. Günlerdir uykusuz olmalıydılar. Hiç bitmeyen ateş sesleri ve devriyeler nedeniyle yorgunluk ve soğuk içlerine işlemiş olmalıydı.
Gerçi o öyle değildi; fermuarını tepeye kadar çektiği boğazlı kazağı tiftikti, hışırdamayan kumaş montunun içi pamukla doldurulmuştu ve botları su geçirmezdi. Giysileri kaslarını sıcak tutacak cinstendi ve gerektiğinde hızlı hareket etmesini sağlıyorlardı. Katilin kafasından geçen rastgele düşünceler, hedefi belirene kadar geçecek olan birkaç dakikalık zamanı kolaylaştırıyordu.
Askerlerden birkaç kilometre ötedeki hiç durmayan silah seslerinin kesik ritimleri, kulağına müzik gibi geliyordu. Uzaktan gelen havan topunun gümbürtüsü kendi duygularıyla harmanlanıyordu. Bir asker olarak en mutlu günlerini öldürerek geçirmişti ancak şimdilerde cinayet ticaretine hizmet etmek için iyi bir teklif almıştı.
Bu görev için ona etkileyici miktarda para ödenmişti – yani bu çocuk her kim ise, birisi kesinlikle onun ölmesini istiyordu. Saatini yeniden kontrol etti ve ke merinden 9 mm’lik yarı otomatik silahını çıkardı – hazırda bulundum iyi olurdu.
Karanlığın içinde, katilin beklediği yere birkaç dakikalık bir uzaklıkta, on beş yaşındaki Max Gordon asfalt yolun dar şeridinde tempolu bir şekilde koşu yapıyordu. Babası onu buradaki okula göndermekle iyi yapmıştı; son üç yılda güç ve çeviklik kazanmıştı ve triatlon yarışmasına katılmaya karar vermişti: Uç sporlar cesaretin ve yeteneğin gerçek sınavıydı. Gelecek yıl French Pyrenees bölgesinde Gençler Yarışması düzenlenecekti ve Max yokuş aşağı dağ bisikleti, snowboard ve azgın sularda kano yarışlarına katdmak istiyordu her biri adrenalin yükselten dallardı. Bunların hırs gerektirdiğini biliyordu ancak artık fiziksel bir güce ve dayanıklılığa sahipti.
Gece geç saatlerde yaptığı bu koşu alıştırmalarının meyvesini alıyordu. Hava neredeyse zifiri karanlık olmasına rağmen, özellikle Kuzey Atlantik hava cephesi kıyıdan içeri kükrediğinde çevresindeki dinozor benzeri kayaların arasında ona rehberlik eden asfalt şeridi görebilecek kadar yeterli ışık vardı.
Koşu temposunu sabitlediğinde nefesi de düzene girmişti. Havan topu atışları gecenin karanlığını yarıyordu. Patlamalar çok daha uzaktaydı ve rüzgâr paraşüt gibi inerek dans eden alevleri uzağa savuruyordu. Ancak o,bulunduğu yerde güvendeydi. Komandolar ve paraşütçüler belirlenmiş eğitim alanındaydılar ve onun için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Dönmek için dört kilometre koşması gerekti ve sonra odasında olacak, bir duş alacak ve yatağına girecekti.
Sonra olmaması gereken bir ses duydu. İçgüdüleri duyularına odaklandı. Hafiften metalik bir klik sesi yaklaşık yirmi metre uzaklıktaydı. Tcpenin yamacında muhtemelen kendisine sığınak arayan hayvanlar tarafından açılmış bir oyuk vardı ve ses oradan geliyordu. Max buralarda askerlerin olmaması gerektiğini biliyordu ve dağılan dikkati temposunu düşürdü. Rüzgâr yön değiştirmişti ve bu nedenle sesi duymuştu. Bu tıpkı bir araba kapısının kapanma sesine benziyordu. Ya da bir silah horozunun çekilmesine. Bu sesi çok iyi biliyordu.
Hiç düşünmeden yoldan çıktı ve hızla çalılıklara yöneldi. Yaprak dikenlerinin bacaklarını çizdiğini hissedebiliyordu. Arkasına baktığında kayanın arkasından bir gölgenin hareket ettiğini ve sonra da kaybolduğunu gördü. Oradaki her kimse ne yaptığını iyi biliyordu ve o gölgenin kendisinin peşinde olduğuna dair
Max’in kafasında hiç kuşku yoktu.Bileğinin burkulma ya da kırılma riskini göze alıp engebeli zeminde tehlikeli bir şekilde zıpladı. Yere düşmek onu peşindeki adamın merhametine bırakabilirdi ancak başka seçeneği yoktu kendisi ve takipçisi arasına bir uzaklık koymak zorundaydı.
Bacakları sızlıyor ve soğuktan gözlerinden yaşlar iniyordu. Çevresine bakındı ve bir gölgenin kendisine doğru geldiğini gördü ancak gelen adamın üstündeki hantal giysiler onu yavaşlatıyordu. Max dosdoğru tehlikeli askeri bölgeye doğru yöneldi karşı tarafından gelen ürkütücü silah sesleri daha önce hiç duymadığı kadar şiddetliydi. Ve öldürücü kurşun yağmuru gökyüzünden yere doğru iniyordu; içgüdüsel olarak başını kollayarak hızla yere eğildi.
Omzunun üzerinden arkasına baktığında gölgenin kaybolmuş olduğunu gördü ancak dengesini kaybetti. Sendeledi ve yere düştü; taşlar kolunu çizdi ve acıyla bağırdı. Yuvarlandı ve sonra ayağa kalktı – ancak artık tamamen karardığın içindeydi. Otomatik silah sesleri kesilmişti; havan topları da susmuştu. Karanlık bir boşluğa doğru koşuyordu, neredeyse toprağa kadar inmiş sis gözlerini, barutun keskin tadı boğazını yaktı.
Bu tıpkı büyük bir havai fişek gösterisinin sonu gibiydi tek farkı, bu havai fişekler insanı parçalayabilirlerdi. Biraz geç de olsa onu takip eden gölgeyi azımsamış olduğunu fark etti. Daha hızlı koşarak izini kaybettirebileceğini düşünmüştü ancak adam hiç fark ettirmeden arkasında bitivermişti ve Max giderek yakınlaşan adamın ayak seslerini duyabiliyordu. İçini çaresizlik duygu su sardı.
Eğrelti otlarının arasında bir patika gördü ve gözünü kırpmadan o tarafa doğru koşmaya başladı. Bir kurşun kulağının hemen yanından geçerken bir kamçı gibi şakladı ve bunu başka kurşunlar takip etti. Artık kuşkusu yoktu – peşindeki onu öldürmeye niyetliydi. Max artık ayaklarının yerden kesildiğini hissetti ancak ayaklarının altından alçalarak kaybolan zeminin kendisiydi. Arkasındaki adam hedefini arayan bir füze gibi giderek yaklaşıyordu.
Max yeniden yere eğilerek zikzaklar çizmeye başladı ve gökyüzünde bir patlama meydana geldiğinde neredeyse çığlık atacaktı. İzli mermilerin çapraz ateşi gökyüzünü yarıyordu ve kafasından bunların sabit olarak konumlanmış sürekli ateş açan otomatik silahlar olabileceğini geçirdi. Binlerce kurşun kafasının bir metre üstünden geçerek karanlığı deliyordu. Askerlerin ‘ölü bölge’dedikleri bir yerdeydi, kurşunların ona ulaşamayacağı, beline kadar derin bir çukurun içindeydi ancak şimdi zemin yükseliyordu.
Kafasından çeşitli şeyler geçiyordu. Kaçmalı mı? Yere mi yatmalı? Sürünmeli mi? Çok geç. Kaçması gerekiyordu. Çukurdan çıktığı anda katil aniden onu arkasından sıkıca yakaladı ve adamın ağırlığıyla yüzüstü çalıların üzerine düştü.
Max kıvrandı ve bedenini adamın altında çevirmek için mücadele etti. Adam Max’in göğsünün üzerine oturdu ve kollarını dizleriyle yere yapıştırdı. Canı çok yanıyordu ancak adamı üzerinden atamıyordu.
Soğuk parlaklığıyla yüzüne yaslanmış olan silah çevrelerindeki kızıl patlamaları yansıtıyordu. Suikastçı nefesini tutmuştu; gözlerini Max’in yüzüne sabitlemişti.
Soğuk, acımasız gözler. Max o anda adamın duygusuz biri olduğunu ve söyleyeceği hiçbir şeyin onu durduramayacağını anladı. Her şeyin ötesinde katil öfke doluydu. Yapması gereken bir iş vardı ve bu çocuk onu şaşırtmıştı.
Tekmeliyor, karşı koyuyordu ve adamın sandığından daha güçlüydü ancak adam yine de onu yere çivilemişti. Katil silahını çocuğun yüzünün yan tarafına bıraktı, böylece çocuğun ona ulaşma şansı yoktu. Boynunu kıracaktı, böylelikle cesetten kurtulmasına gerek kalmayacaktı. Bu tehlikeli kayalıklardan kazara düşmüş süsü verecekti.
Adam eliyle onun yüzünü bataklık çamurunun pis kokusunun içine bastırırken Max zorlukla nefes alıyordu ve bilincini yitirmek üzereydi. Kafasında ışıklar çakıyordu ancak bunun ölmek üzere olduğu için mi yoksa askerlerin ateş gücünden mi kaynakladığını anlayamıyordu. Katil Max’in başını iki eliyle tutuyordu, çevirip boynunu kırmak için hazırdı.
Ve sonra aniden sanki çok güçlü bir rüzgâr adamı Max’in göğsünden savurdu. Onu uzağa attı ancak tam bu sırada Max’in yüzüne bir şey sıçradı. Bu yağmurun batıcı soğuk damlaları değildi, sıcak bir şeydi adamın kanıydı. Max’in göğsünde otururken bir anda havaya fırlamış ve otomatik silahların kurşunlarına manız kalmıştı. Uç yaylım ateşinden biri kızıl izli mermi atardı ve bu gece birçok kızıl izli mermi atışı vardı. Yaylım ateşi katilin bedenini parçaladı, kas ve kemiklerini ezdi ve giysilerini yaktı.
Bir an için Max donakaldı. Bu, cehennemin bir anlık gerçeküstü görüntüsüydü. Dizlerinin üzerinde doğruldu, boğazını yokladı ve kanın metalik tadını alarak yutkundu. Buradan hemen uzaklaşmalıydı. Gürültü artık sağır ediciydi. Tıpkı gözlerine araba farı tutulmuş bir tavşan gibi önündeki karanlık boşluğa bakakaldı.
Karanlığın içinden bir şekil belirdi ve bir kamyon göğsüne çarpıp içindeki tüm havayı dışarı çıkarmışçasına sırtüstü yere devrildi. Yarı bilinçli halde gözünün önünden gelip geçen şekillerin farkındaydı: Askerlerin kamuflaj ceketlerinin sert kumaşı, miğferinin altından kamuflaj boyasıyla kaplı bir yüzde görünen gözlerin akları ve uzaklardan bir yerlerden gelen bir sesin, “Ateşi kesin! ATEŞİ KESİN!” diye bağırışı.
Max karanlık, sessiz, dipsiz bir boşluğun içindeydi.
Dartmoor Lisesi sıradan bir okul değildi. Dartmoor Ulusal Parkı’nın kuzey kıyısında bir kayanın içine tıpkı küçük bir ortaçağ kalesi şeklinde inşa edilmişti. Wolf’s Head Torun tarihi granitine yerleştirilen binanın savaş sırasında ve eski Britanya’nın ele geçirilmesi sırasında Roma’nınXX. Lejyonuna ait bir ileri karakol olduğuna inanılırdı.
Dartmoor Lisesi ilk önce Viktorya döneminde, uzak bir noktada izole edilirlerse toplumun yararına olacağı inancıyla cezai ehliyeti olmayan mahkûmlar için inşa edilmişti. Bu denli kasvetli bir yerde mahkûmlarla yalnız geçirilen ürkütücü birkaç geceden sonra rüzgârın uğultusunu uğursuz, doğaüstü bir inilti olarak algılayan birinin hayal gücü yüzünden en katı gardiyanlar bile burada hizmet etmeyi reddetmişlerdi. Sonunda mahkûmlar daha insani koşulları olan bir yere kapatılmışlardı.
Karmaşık bir geçmişin ardından okul, yoğun fiziksel ilgi alanları ve pratik eğitim üzerine odaklanan özel bir okul haline gelmişti.
Yüz yıl sonra okul yine sadece erkek lisesi olarak kalmıştı. Eski öğrencilerinden bazıları kâşif, asker, pilot, doktor, MI6 görevlisi ve başardı iş adamları oldular; hatta bu okulda okuyanlardan bir tanesi bir rock yıldızı oldu.
Öğrencilerin hepsi Dartmoor Lisesi’nin verdiği özgüvenden faydalandılar. Dünyanın her yerinden öğrenciler geliyor ve artık burası çok özel bir okul olarak kabul ediliyor ve on iki ile on altı yaş arasındaki öğrencilere eğitim sağlıyordu.
Okula yeni başlayan birçok öğrenci için korkunç bir geçmişe sahip gibi görünse de bu gençler kısa zamanda okul çalışanlarının düzgün ve dürüst insanlar olduklarını anladılar ve bu türde macera eğitimi veren okulun sundu ğu heyecanı keşfettiler. Öğrenciler okulun kendileri için biçilmiş kaftan olduğunu hissediyorlardı.
Bunu hissetmezlerse başka okullara gidebiliyorlardı. Öğrenciler yeni çevrelerine alıştıklarında uğuldayan rüzgâra, dondurucu soğuğa ve askeriyenin en büyük eğitim alanına çok yakın olmasına rağmen çoğunluğu başka bir okula gitmektense, Dartmoor Lisesi’nde kalmayı tercih ediyorlardı.
Ancak vurularak ölmek okulun eğitim programında yoktu.Max’in yaralarına ve çürüklerine baş kadın hemşire tarafından pansuman yapılmıştı. Burası sadece erkek çocuklara eğitim veren bir okul olmasına rağmen okul müdürü bir kadın rol modele gerek duyulduğunu fark etmişti ve bu nedenle okul çalışanlarının arasında kadınlar da vardı. Şu anda Max, annesinin yanında olup ona sarılmasını diliyordu.
Gözyaşları gözlerini yakıyordu ancak cesur olmaya ve gözlerinin yaşarmasının nedeni hemşirenin koluna sürdüğü antiseptik yüzündenmiş gibi davranmaya çalışıyordu. Kadın hemşire ağlamaktan utanmamak gerektiğine ve bunu kimsenin öğrenmeyeceğine dair ağzında bir şeyler geveliyordu.
Birilerinin bunu öğrenmesi Max’in umurunda değildi. Dört yıl önce annesi öldüğünde günler boyunca ağlamıştı ve şimdi de gözyaşlarını tutamıyordu, ancak derin nefesler alarak yatışmaya çalıştı ve kendisini daha iyi hissetti. Hayattaydı. Bu da on üzerinden ona eşit bir nottu.
Okulun nöbetçi doktorunun kontrolden geçip, polise ifade verdikten sonra Max, suikastçısını öldüren otomatik silahın kurşunlarından, bir paraşütçü asker tarafından kurtarıldığını öğrendi. Ordu bölgede iki haftadır canlı atış eğitimi yapıyordu ve keskin gözlü bir asker Max’in izlendiğini fark etmiş, çocuğun zor durumda olduğunu görünce atış eğitiminin bitmesini bile beklemeden müdahale edip onun hayatını kurtarmıştı.
Bunun dışında hiçbir şey bilinmiyordu. “Polisle konuştum, Max; ölen adamın kim olduğunu bilmiyorlar. En azından şimdilik,’’ dedi, okul müdürü Bay Jackson. Fergus Jackson sıralı dan bir okul müdürüne hiç benzemiyordu. Fitilli kadife pantolonlar, yürüyüş botları ve boğazlı yün kazaklar giyerdi.
Birlikte Jackson’un, içinde granitten kocaman bir şömine bulunan, çalışma odasına doğru giderken Max kendisine verilen sıcak çikolatadan bir yudum aldı. Kayrak taşından zemin çok renkli halılarla kaplıydı ve eskimiş, çatlamış deriden koltuklar ve divanlar şöminenin çevresine yerleştirilmişti.
Max’in yatakhane sorumlusu öğretmeni Bay Peterson da odadaydı ve her zamankinden daha endişeli görünüyordu. Daha çok beceriksiz bir muhasebeciyi andırıyordu. Dağınık saçları vardı ve gözlük takıyordu. Her zaman derin düşünceler içindeymiş gibi görünürdü. Ancak bu görüntü aldatıcıydı: Bir yandan öğrencilere coğrafya ve tatlı su kanosu öğretirken diğer yandan dünyanın en yüksek dağ zirvelerine tırmanarak maceralı bir hayat sürüyordu.
Saldırı bir sır olarak kaldı. Herhangi birinin Max’i öldürmesi için geçerli bir nedeni yoktu. “Sizce bu rastgele bir saldırı mıydı?” diye sordu Max.
“Anlattıklarına bakılırsa başından beri seni öldürmeyi kafasına koymuş. Yoksa sen koşmaya başlayınca o da kaçıp karanlığın içinde kaybolurdu,” diye yanıtladı Jackson.
“Pusuya yattığını nasıl fark ettin?”diye sordu Bay Peterson.
Max otomatik bir tabancanın horozunun çekildiğini duyduğunu hatırladı, bu hiç unutamayacağı bir andı.
Her okul tatilinde öğrenciler okulda kalabilirler ve Ben Venis’le birlikte tırmanma gezisi, bir kano yolculuğu hatta Kanada’da aydarı izleme gibi çeşidi etkinliklere katılabilirlerdi; ancak moralleri bozuksa ailelerini görmek için evlerine giderlerdi.
Öğrencilerin ailelerini yılda en az bir kez görmeleri bir okul kuralı gereğiydi yoksa Bay Jackson ve diğer okul çalışanlarının nefes almaya fırsatları kalmazdı. Max her defasında babasını görmeyi tercih ediyordu. Buna bayılıyordu. Her zaman da bayılmıştı.Tom Gordon… Gerçeği söylemek gerekirse Max babasının ne iş yaptığından asla emin olamamıştı ancak dünyanın her yerini gezen hidrolog, jeolog ya da arkeolog gibi bir şeydi. Çöllerde yer altı kuyuları buluyor ve üçüncü dünya ülkelerindeki insanlara temiz su sağlıyordu; gizli kalmış şehirler keşfediyor ve kayıp medeniyetleri ortaya çıkarıyordu; egzotik okyanus resiflerine tüple dalıyor ve kayıp enkazlar çıkarıyordu. Babasının Dartmoor Lisesi’ne gitmesi konusundaki ısrarlarına şaşmamak gerekirdi oğlunun da kendisi gibi dayanıldı ve yetenekli biri olmasını istiyordu. Max’e her zaman hayatın bir macera olduğunu ancak bu yolculuğa çıkmak için tam donanımlı olmak gerektiğini söylerdi. Fiziksel sağlığın yanı sıra beyinsel sağlık da gerekliydi.
Max, babasının ellerinin 9 mm’lik bir Browning’in horozunu çekerken çıkardığı, metalin metale sürten yağlı sesini on sekiz ay önce duymuştu. Max daha önce hiç bu kadar korkmamış…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞeytanın Nefesi
- Sayfa Sayısı338
- YazarDavid Gilman
- ÇevirmenErdem Demirci
- ISBN9786055395834
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hacı Murat ~ Lev N. Tolstoy
Hacı Murat
Lev N. Tolstoy
“Poltoraski, Voronsof’un yanına döneceği zaman arkadan bir atlı manganın kendisine yetişmek istediğini görmüştür. Durdu. Ve bu atlıları beklemeye başladı. Atlıların önünde başındaki kalpağa beyaz...
- Satılık Hayat ~ Yukio Mişima
Satılık Hayat
Yukio Mişima
Hayatımı satıyorum. Benden dilediğiniz şekilde istifade edebilirsiniz. 27 yaşında bir erkeğim. Mahremiyetinizin ve kişisel bilgilerinizin korunması teminatım altındadır. 27 yaşındaki reklam metni yazarı Hanio...
- Bir Günbatımının Ayrıntıları ~ Vladimir Nabokov
Bir Günbatımının Ayrıntıları
Vladimir Nabokov
Orman Cini, Burada Rusça Konuşulur, Sesler, Kanat Çarpması, Tanrılar, Talihin İşi, Liman, İntikam, Lütuf, Bir Günbatımının Ayrıntıları, Fırtına, La Veneziana, Bachmann, Ejderha, Noel, Rusya’ya...