Greensville, Virginia
Böylesine soğuk bir gece, böylesine beyaz bir kış, böylesine dondurucu bir ölüm olamaz.
GreensviUe Cezaevi’nin dışındaki, dolmak üzere olan park yerine arabamı bıraktığımda kar yağıyordu. Arabadan dışarıya adımımı atar atmaz, ocak ayının buz gibi havası akciğerlerimi ateş gibi yaktı. Sekiz yaşındaki Bronco marka arabamın kapısını kilitleyip hapishanenin girişine doğru yürüdüm.
Lapa lapa yağan kar, haber kanallarından gelen çekim ekiplerinin üstlerinde dans ediyordu, televizyoncuların araçları ve uydu çanak antenleri buz kristalleriyle donmuştu. Ayaklarını sertleşmiş kaıın üstünde çatır çutur sesler çıkarıyordu, ne üstümdeki yün manto ne de kaşkolüm insanın kemiğine işleyen soğuktan beni korumaya yetiyordu. Ayaklarımda eski deri çizmeler vardı, mantom açık bej rengiydi, yani ölüm karası değildi. Bir idama tanıklık etmek üzere burada olsam da biraz sonra bir insan ölecek diye ağıtlar yakmıyordum; bu ölümü kutluyordum.
Bir katil birazdan zehiıii bir iğneyle ölecek ve ben, infazı sabırsızlıkla bekliyorum.
Çünkü bu adam öyle sıradan bir katil değildi. Bir televizyon muhabiri beni tanıdı, seslendi, “Kate, Kanal Beş izleyicilerine söylemek istediğin herhangi bir şey var mı?”
Soruyu duymazlıktan gelip yürüdüm.
“Bayan Moran, birkaç kelime sadece. Lütfen. Constantine Gamal birazdan idam edilecek, Tanrı aşkına!”
Gazete muhabirleri ilgimi çekebilmek için ellerini kollarını salladılar, ama ben medyayı görmezden geldim ve projektörlerle ışıklandırılan girişe vardım. Birkaç cezaevi görevlisi kapının yanında duruyordu, kaşkollar takmışlar ve askeri paltolar giymişlerdi, havanın soğukluğundan ağızlarından buharlar çıkıyordu. Görevlilerden biri kapıyı açtı, cezaevi kabul salonunun sıcak havası yüzüme çarpıncaya kadar bana eşlik etti. Sıra sıra plastik iskemleler ziyaretçileri bekliyordu, bir köşede de çikolata ve meşrubat makineleri duruyordu. Salonun ucundaki hapishanenin iç kısmına girilen metal detektörlü kapıyı ve kapınm yanındaki masayı gördüm. Masada bir görevli oturuyordu, masanın önüne geldim, kimliğimi gösterdim ve cezaevi müdürü Lucius B. Clay’in bir tebligatını imzaladım. Onu telefonla özel olarak aramış bu gece burada tanık olarak bulunma izni talep etmiştim.
“Sayın Bayan Moran, îş bu belgeyle 13 ocak, cuma günü saat 21.00’de gerçekleştirilecek olan Constantine Ganıal’ın idamının infazına tanıklık etmenize izin verildiği teyit edilir.”
Belgenin altında da, “Şeytanın piçinin çığlıklar atarak cehenneme gitmesine tanıklık ederken meşrubat ikram edilecektir” diye yazsın istesem de böyle bir şey yazmıyordu tabii ki. Fakat yine de idam tanıkları arasında nasıl olsa birkaç kişi çıkıp Constantine Gamal’ın idamım bir kara mizah olarak nitelendirir diye geçirdim içimden.
Cezaevi görevlisi belgelerimi gözden geçirdi, ardından da yüzümü inceledi; belgelerimin hepsi sahte olabilirmiş gibi bir tavrı vardı, hatta ne FBI belgelerimi önemsedi ne de cezaevi müdürünün bana göndermiş olduğu davetiyeyi ciddiye aldığım belli etti. Cezaevi görevlisi yüzüme bakıp “Uzman Ajan Katherine Moran mı?” dedi.
Aslında cezaevi görevlisine, hayır ben burada federal hükümet görevlisi bir ajan olarak değil, Kate Moran adında sade bir vatandaş olarak bulunuyorum, demek geçti içimden, ama işi fazla uzatmak istemedim; görevliye, “Evet, benim” dedim.
“Diğer tanıklar L Ünitesi’ndeki infaz odasına cezaevi minibüsleriyle gönderildiler.”
“Richmond’a gelene kadar trafik çok yoğundu, o yüzden geç kaldım.”
“Tabii, anlıyorum, kar yüzünden bu gece herkes geç kaldı. Merak etmeyin, ben sizi götürecek bir minibüs bulacağım. Ama önce izin verirseniz cezaevi müdürünü arayıp sizin burada olduğunuzu söylemem gerekiyor Han’fendi.”
Görevli, belgelerimi bana geri verdi, kısa bir telefon görüşmesinden sonra telefonu kapattı. “Hepimiz hazırız. Cezaevi müdürü yola çıktı ve birazdan bir minibüs gelip sizi alacak. En fazla beş dakika sürer.” “Teşekkür ederim.” Tanrım, hep bu anı bekleyip durdum. Constantine Gamal cehennem fırınında pişirilecek ve ben de bu alayı maç seyreder gibi tribünden seyredeceğim.
Kafamı geriye doğru çevirdim, pencereden dışarıya, haber kanallarının buz tutmuş park yerindeki ekiplerine baktım. Muhabirler, kameramanlar, teknik görevliler kahvelerini yudumluyorlar, ısınmak için ayaklarını yerlere vururken ağızlarından da buharlar çıkarıyorlardı. Karlı kış manzarası park yerini aydınlatan güçlü ışıkların altında göz kamaştırıcı bir beyazlıkta parıldıyordu. İşte tam o sırada bu geceyle ilgili tuhaf bir durum olduğunu fark ettim. Radarlarımın algılayabileceği olağanüstülükte bir şeydi bu, ama birtakım nedenlerden ötürü (belki geç kaldığım için, belki de diken üstünde olduğum için) algılayamamıştını.
infaza kırk beş dakika kalmış olmasına rağmen cezaevi dışında, tek bir idam cezası karşıtı görülmüyordu. Bir tekinin bile olmaması olağanüstü bir şeydi. Genellikle protestocu gruplar olurdu; büyük bir çoğunluğu iyi niyetli kişilerdi; bazıları mum yakarak idamı protesto ederlerdi: CİNAYETLERİ DURDURUN ve İDAM AHLAK DIŞIDIR gibi sloganların yazılı olduğu pankartlar taşırlar, dualar edip ilahiler söylerlerdi. Ama ocak aymm bu buz gibi gecesinde hiçbiri yoktu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, idam cezası karşıtları arasından bir kişi bile çıksaydı da Constantine Gamal’ın birazdan gerçekleşecek olan infazını bir trajedi olarak görseydi şaşardım, idam cezası karşıtları arasından bile bu adamın damarlarına zehir akıtmaya gönüllü birilerinin çıkacağından emindim. Ama bu idam öyle sıradan bir idam değil. Ayrıca birazdan idamı infaz edilecek olan adam da sıradan biri hiç değil.
Aslında, bu katili tanımlayabilecek en güzel ismi Washington ‘lu bir gazeteci koydu: Şeytanın Müridi. Onu Arizona’da bundan bir yıl önce yakaladığım gün, hayatım boyunca hiç unutamayacağım bir dönüm noktası oldu. Gerçekte, o gün iki çok önemli şey meydana gelmişti, ilki, kafama kurşun sıkıp intihar etmek isteyişimdi.
Arizona
Saat gecenin ikisi, hava alışılmadık derecede soğuk ve rüzgârlı, Se-dona’nın bir uçundayım, beylik otomatik silahım kafama dayalı, üzerinde kara kara yağmur bulutlarının gezindiği uzaklardaki çöle bakıyordum. Yağmur kaldığım Comfort Inn Moteli’nin »lamını dövüyordu. Yorgunluktan bütün kemiklerim sızlıyordu ve uykusuzluktan şişmiş gözlerim bulanık görüyordu.
Penceremin ötesindeki sıcaktan kavrulmuş doğa manzarası, insanda sanki dünyanın sonunun geldiği duygusunu uyandıran, ufuk çizgisinde şimşeklerin çaktığı, bardaktan boşanırcasına yağmurların yağdığı Arizona fırtınalarından biriyle dövülüyordu. Dünyam duygudan yoksundu, yıkılmak üzereydi, her şey ters gitmişti. Glock marka tabancamı yanağıma dayadım, soğuk demiri yumuşak tenimin üstünde hissettim. Bu bana David’in parmaklarının tenimde dolaşmasını anımsattı. Tanrım. Bana bunu neden çektiriyorsun? Onsuz zaten çok kötü bir yıl geçti ve bu acının bir sonu yok. Ne olursun Tanrım, buna bir son ver artık.
Silahı yeniden şakağıma kaldırırken gözlerimin yaşlarla dolduğunu fark ettim. Düzensiz bir uyku uyumuştum ve on dakika önce de bana çok yabancı gelen şiddetli, başa çıkılması güç bir çaresizliğin pençesinde uyanmıştım. Dört yıl boyunca ölesiye çalışmak bana acılardan ve sinir bozukluklarından başka bir şey vermemişti. Kafamın içindeki bir ses bana buna bir son vermemi, David ile Megan’a, yani hayatta en çok sevmiş olduğum iki insanın arasına katılmamı söylemişti, ama yine başka bir ses de, David ile Megan’ın katillerini yakalamak gibi bir borcun var senin, demişti.
Boşandığım eşim Paul benim genellikle sert biri olduğumu, ama kırk yılın başında da olsa bazen yumuşadığımı söylerdi. İşte o sırada da yumuşadığımı hissetmiştim. Ama bu durum hiç de bana göre değildi. Yatak odamın kapısının ansızın yumruklanmasıyla yerimden sıçradım, az kalsın tetiği çekecektim.
“Kini o?” diye seslendim ve Glock marka otomatik silahımı komodinin üzerine bıraktım.
“Kate, ben Lou.”
Tanıdık birinin sesini işitmek beni rahatlatmıştı; gözlerimi sildim, yataktan kalkıp kapıyı açtım. Lou Raines karşımda duruyordu, güneşten teni biraz yanmış gibiydi, ama yorgun görünüyordu, gömleği ve kravatı biraz perişanlaşmıştı. Huysuz Lou, yani benim patron, ağzına geleni söyleyen, iğneleyici konuşan bir adamdı. O, yirmi beş yıllık hizmeti cüzdanında taşıyan, derisi bir jokeyin kıçı kadar sertleşmiş. Washington DC yönetim bürosunda görevli müfettiş ajandı. Ama FBI’ya katıldığım günden beri bana karşı bir baba gibiydi, ben de onu her zaman sevmiştim. Hatta onunla hep aynı şeyleri hissettiğimizi bile düşünürdüm. “Şu yağmura bak, amma da kasvetli yağıyor, değii mi miço? Hey, öyle paldır küldür içeriye girdiğim için kusuruma bakma Şaşırmış gibisin.”
Lou’ya oturması için yer gösterdim. David’in ağabeyi Patrick’in bir yelkenli yatı vardı, bir gün David’le birlikte Lou’yu bu yatla gezintiye davet etmiştik, işte o günden beri bana ne zaman takılsa hep “miço” derdi. “Ben de seni Mag’larla Hawaü’de üç haftalık tatildesin sanıyordum.”
Lou ceketindeki yağmur sularım silkeledi, homurdanarak kapıyı kapattı. “Biz dün sabah döndük” dedi. “Karım, baş başa tatilimize bir gün daha devam edersek, birimizin cinayetle yargılanacağına karar verdi, ben de madem öyle, o zaman gidip soruşturma ne durumda bakayım dedim. Bürodan da senin burada olduğunu öğrendim.”
“Buraya ne zaman geldin?”
“Dün gece Phoenix’e vardım, son dakikada uçakta yer bulabildim ve bir araba kiralayıp buraya geldim. Dayak yemiş gibi bir halin var. Seni uyandırdım mı?”
Lou’nun hiç de canı sıkıldığı için kalkıp da buralara kadar gelmiş gibi bir hali yoktu, bu yüzden de gardımı almaya karar verdim. “Biraz dinleniyordum” dedim. “Sen de iyisindir umarım.”
Odanın içini gözden geçirdi, komodinin üzerinde duran kahve fincanım ile Glock’uma, kırışıklığından, açılmadan Üzerinde yatıldığı anlaşılan yatak örtülerine öylesine bir baktı. “İçimden sana, en son ne zaman şöyle güzel bir uyku çektin, diye sormak geliyor.”
Bir haftadan beri geceleri üç saatten fazla uyku uyuyamamıştım. “Durup dinlenmeden işi bitirmeye çalışırsan ne hale geleceğini biliyorsun.”
Lou’nun kaşları çatıldı. “Beş yıldan beri bu işi bir an önce bitirmeyi umut edip duruyoruz. Benim yokluğum sırasında bir şeyler oklu gibi geliyor bana. Anlatmak ister misin?”
“Katilimizle ilgili teorimizi hatırladın mı?”
Lou ıslak ceketini çıkardı, bir iskemlenin arkasına astı ve eliyle kel kafasını kaşıdı. “Bir sürü farklı teorimiz vardı Kate. Hangisi olduğunu hatırlatsana bana.”
Lou’nun oraya gelmesi öfkemi de yatıştırmıştı, yatağın üzerine oturdum. “Şu ana kadar Mürit’le ilişkilendirdiğimiz yirmi sekiz maktulün tamamı ikişer ikişer öldürüldü, cesetleri de yakıldı. Bunlar çoğunlukla ya baba kızdilar ya da aralarındaki yaş farkı nedeniyle, yaşlı adam olanı baba ve genç bayan olanını da kızı olarak kabul ettik; sadece üç vakada, öldürülen ikililerden genç olanı buluğ çağındaki erkeklerdi. Çoğunluğu Amerika’da öldürülse de ikişerli maktullerden onu yurtdışındaki şehirlerde öldürüldüler. Bu şehirler Paris, Londra, Roma, Viyana ve İstanbul’du. İşte bu yüzden de başlarda katilimizin ya bir uçak pilotu ya uluslararası bü işadamı ya da üst düzey holding yöneticisi olduğunu düşünmüştük. Ya da kurbanlarını öldürmeden önce benzodiazepinle uyuşturduğuna göre tıp ya da veterinerlik eğitimi almış biri olabileceğini düşünmüştük.” Lou başını “evet, öyle” anlamında salladı. “O zamanlar bu bize makul bir değerlendirme olarak gelmişti; çünkü tamamen yanmamış bazı kurbanların cesetlerinde bu ilacın izine rastlamıştık. Bu da bizi çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramadı Kate. Ancak, her cinayetini bir öncekinden daha profesyonel bir çabayla ve cinayetlerini en mükemmele ulaşmaya çabalayarak ya da dengesiz beyninin kusursuz olarak nitelediği biçimde işlemesi seri katil mantığına uygundu. Sen ne diyorsun bakalım?”
“Elimizde yeni ipuçları olmadığını görünce ben de geriye doğru gitmeye karar verdim. Her şeyi bir başka açıdan yeniden ele alacağız.”
“Ne açısı bu?” diye sordu Lou.
“Mürit’in cinayetleri hep aşağı yukarı altı ay aralıklarla meydana geldi, en fazla bir aylık bir oynama olmuştur, işte bu yüzden ben de önümüzdeki bir iki ay içerisinde bir dizi yeni cinayet meydana geleceğini tahmin ediyorum. Senin izne gitmenden hemen sonra, bir buçuk ay içerisinde ülkede yapılacak olan her uluslararası konferansı gözlemlemeye karar verdim. Toplam sayı elli iki. Araştırma birimini beş ekibe böldüm ve bu konferansların hepsini izlemeye başladık. Sadece bu hafta içinde, sekizinci kongreyi gözlemledik.” Lou bir kaşını kaldırdı. “Bir sürü iş yani” dedi. “Sedona’daki ne toplantısı peki?”
“Sheraton’da otuz ülkeden yüz yirmi delegenin katılımıyla akıl ve. ruh sağlığı uzmanları için bir sempozyum düzenleniyor.”
Lou, “Peki o zaman strateji nedir?” dedi.
“Şöyle başlayalım, Mürit’in kurbanlarının öldürülüp parçalandıkları yerlerin büyük bir çoğunluğu uzak, sapa yerlerdeki yer altı mahalleri, genellikle de mağaralar ya da tüneller, terk edilmiş maden kuyuları, yeraltı metro istasyonları, mahzenler, gözden ırak, kapalı ve karanlık neresi varsa orası. Kurbanların cesetlerini tüyler ürpertici törenlerle yakıyor, iki maktulün arasına, siyaha boyalı ahşaptan küçük bir Isa’lı haç bırakıyor. Cesetler olaydan epey bir süre geçinceye kadar bulunamıyorlar, bulunamadığı süre zarfında da katilin kullandığı ulaşım aracının geride bıraktığı izler çeşitli etkenlerden ötürü silinmiş oluyor. Bulduğumuz iki adet belli belirsiz araba tekerleği izi de cinayet mahallerinde yağan sağanak yağmurdan ötürü hiçbir işimize yaramadı. Ayrıca, Isa’lı haçları bulduğumuz mahallerde, geride hiçbir iz bırakılmamıştı.”
Lou kafasını “evet” anlamında salladı. “Isa’lı haçların ne anlama geldiği konusunda geçerli bir neden bulamadık, tek düşündüğümüz şey bunun dini bir gerekçesi olabileceği. Şimdi bana araba kiralayan delegeler üstünde yoğunlaştığınızı falan söylemeyeceksindir herhalde? Bir de hani dini konularda geçmişi falan olanlarla ilgilenmemişsinizdir umarım. Eski rahiplerle ya da halen görevlerini sürdürenlerle ya da pastörlerle demek istiyorum.”
Başımı “hayır” anlamında salladım. “Dini geçmişlere girebilmek için daha fazla zamana gereksinimimiz var Lou. Armut piş ağzıma düş olmadığı, zanlı karşımıza rahip yakalığıyla çıkmadığı sürece bu konuyu bir tarafa bırakmalıyız. Ama arabalar konusunda haklısın. Delegelerden yirmi dördü araba tuttu. Üç delegeyi kadın oldukları için saymadık çünkü profil uzmanlarımız aradığımız kişinin bir erkek olması gerektiğini söylüyor, bir de bir üçüncü kişiyi yaş profilinin dışında olduğu için listeden çıkardık.”
Lou kafasını salladı. “Tamam. Konuya gelelim.”
“Katilin yirmi beş ile kırk yaşları arasında bir Amerikan vatandaşı olduğunu düşünüyoruz, çünkü cinayetlerin büyük bir çoğunluğu Amerika’da işlendi, bu niteliklerde araba kiralayanlar arasında dört kişi bulundu. Ben bu dört kişiden seçtikleri araba tipine göre eksiltme yaptım, iki kişi üstü açık spor araba kiraladı, bu tür arabalarda ceset taşıyacak genişlikte bagaj bulunmuyor, ayrıca bu tür arabalar çok lüks görünümlü arabalar oldukları için dikkat çekiyorlar, bu yüzden de birilerini kaçırmaya uygun arabalar değil, işte geriye gözümüzü üzerinden ayırmamamız gereken iki delege kaldı. Bu arada bir ikinci ekibim de Chicago’daki Hilton’da bu gece yapılacak olan dişçi kongresinin katı-lımcılarıyla ilgili inceleme yürütüyor.” Lou’nun dudaklarında bir gülümseme belirdi, bir kaşını kaldırdı. “Bütün bu emeklerin harcamalarının faturasını görünce patronun atacağı bokları temizlerken epey ter dökecek olsam da çalışmandan etkilendim. Çok çalışmışsın.”
“Ben bir de orman bekçilerinin uyarılmalarının iyi olacağını düşündüm, özellikle de Sedona bölgesinde, mağarası olan doğal koruma alanlarında çalışanların, çünkü bunlar katilimizin işine yarayabilecek türden yerleri oluşturuyor. Orman bekçilerine önümüzdeki birkaç gün boyunca gözlemlerinde biraz daha dikkatli olmalarını, karşılarına çıkan biri en ufak bir şüphe çektiğinde hemen bizimle temasa geçmelerini ya da polisi çağırmalarını söyledim. Onlar da en ufak bir şüphede bizi bilgilendireceklerine söz verdiler.”
“Güzel bir çalışma yapmışsın. Peki Vance Stone nerede? 0 da bu işte mi?”
“Hayır, o birkaç günlüğüne izinli.”
Lou kaşlarını çattı. “Onu da çağırmayı düşünmedin mi? Stone bence çok iyi bir uzmandır Kate.” Vance Stone çalışma arkadaşlarımdan biriydi, ama aramızda birtakım meseleler vardı. “Tabii ki öyle, ama aramızın nasıl olduğunu da biliyorsun, kedi köpek gibi kavga edip duruyoruz. Bu yüzden de yapılacak en iyi işin birbirimize ayak bağı olmamamız olduğunu düşündüm.”
Lou kafasını iki yana salladı. “Seninle hemfikir değilim. Peki senin şu izlemeye aldığın iki adam kim?”
“İşte beni heyecanlandıran da bu nokta Bunlardan biri şarap rengi bir Toyota Camry kiraladı, diğeri de açık mavi bir Ford Taurus. Aralarında görünüşü beni daha çok heyecanlandıran Taurus’u kiralayan.”
“Neden seni heyecanlandırdı ki?”
“Çünkü bu arabayı kiralayan Constantine Gamal adında bir psikiyatrisi. Ermeni asıllı bir göçmen, bu ülkeye on beş yıl önce öğrenci olarak gelmiş ve burada kalmaya karar vermiş. Soyadı aslında Gamalyan ama kısaltmış, ayrıca vatandaşlık başvurusunda çocukluğunu İstanbul’da geçirdiğini söylüyor. Bakın işte, bana fakslanan bilgi burada.”
Dosyamdan başvurunun bir kopyasını çıkarıp Lou’ya verdim, Lou da eline alıp kâğıdı inceledi, kafasını kaldırıp bana baktı. “Bence ihtimal dahilinde. Baksana. Adam psikiyatrist olduğuna göre kendini kaptırıp acımasız bir katile dönüşmüş olabilir. Bu benim de aklıma yattı. Bana şundan biraz daha bahsetsene.” “Burada görmezden gelinmeyecek kadar önemli bir tesadüf söz konusu. Mürit’in cinayetlerinden ikisi Virgi-nia’da işlendi, bir de İstanbul’da. Gamal’ın bu her iki bölgeyle de bağlantısı var.”
Lou’nun gözlerinde şimşekler çaktı. “Peki Virginia’yla bağlantısı ne?”
“Bilmem inanacak mısın ama Bellevue Akıl ve Ruh Sağlığı Enstitü-sü’nde çalışıyor, Angel Körfezi yakınlarında, yani evimden on dakika uzaklıkta. Ayrıca profile de çok uyuyor. Çok iyi eğitim almış bir profesyonel, otuzlu yaşların sonlarında, evlenmemiş, değerlendirme yapabileceğimiz bir ailesi de yok ortada Dahası var, hani tesadüf demiştim ya, aslında ben bu adamla karşılaştım bile.”
Lou’nun kaşları çatıldı. “Ciddi misin?”
“Paul’le evliliğimiz çıkmaza girmeden önceydi travma sonrası bozukluğu yaşayan ve kendi isteğiyle Bellevue’ye yatan bir polis arkadaşı ziyaret etmemiz gerekiyordu. Gamal onun psikiyatrisiydi, Paul’le birlikte onunla kısa bir görüşme yapmıştık.”
“Nasıl birine benziyor?”
“Hani öğrenciliğinde inekleyip duran hanım evlatları vardır ya, biraz öyle ve biraz da hayattan bezmiş, mülayim bir muhasebeciye. İnce yapılı, kalın çerçeveli gözlükler takan, varlığıyla yokluğu bir biri. Hani kimsenin gözüne çarpmayan, silik tiplerden.”
Lou elindeki vatandaşlık başvurusunu bana geri uzattı. “Peki adamın izlenmesinden herhangi bir şey çıktı mı?”
Başımı “hayır” anlamında salladım ve elimdeki belgeyi dosyanın içine koydum. “İşte zaten sorun da burada, dışarıya adımını bile atmadı. Zannederim yatağında uyuyakaldı. Bugün öğleden sonra yapılan şizofreni hastalıklarının tedavisi üzerine panelin ardından akşam yemeğini erken bir saatte yedi ve akşam saat dokuzda da perdelerini çekti, sonra da odasından ayrılmadı. Adamı biraz daha izlememiz gerekiyor. Belki de epeyce.”
“Bakarız. Peki ya Toyota’yı kiralayan kim?”
“Ondan da bir şey çıkmadı. Dört saat önce odasına bir fahişe getirtti. Büyük göğüsleri olan bir kadın, saçları uzun, bacakları da uzun, ayrıca yüksek ökçeli ayakkabılar giyiyor. Kadın yarım saat sonra odadan çıktı ve sonra bir baktık adamı sedyeye koymuşlar, lobide ambulans bekliyor, göğüs ağrıları varmış, kalp krizi geçirmesinden şüpheleniyor-larmış. O saatten beri de hastanede.”
Lou yorgun yorgun içini çekerek, “Müthiş doğrusu” dedi. “Bu orospu çocuğunu asla yakalayamayacakmışız gibi bir his doğdu içimde. Hani bir tane Green River katili vardı, ancak yaşlandığında ele geçirilmişti, ama ele geçirildiğinde cinayet işlemeyi de çoktan bırakmıştı, bu da onun gibi olacak galiba.” Yatağımın yanındaki sandalyeye çöktü. “Bence artık benim de bir şeyler söylememin zamanı geldi de çattı Kate.”
içimden bir ses Lou’nun buraya esas geliş nedenini birazdan işiteceğimi söyledi. “Seni dinliyorum.”
Pencerenin ötesinde bir şimşek çaktı ve Lou bir an kafasını çevirip şimşeğe doğru baktı; bakarken yüzünde sanki bana söyleyeceği şeyleri kafasında tartıp biçiyormuş gibi bir ifade belirdi, derken bana döndü. “Bizim FBI şu Şeytanın Müridi’ni yakalayabilmek için altı buçuk yıldan beri elinden geleni yapıyor, bu katilin radarımıza takılmasından sonra Chicago ve DC’deki çifte cinayetlerini ilintilendirdik, özel bir araştırma ekibi kurup onu yakalamaya çalıştık. Bu altı buçuk yılın dört yılında ekibin başında sen vardın, ben terfi alınca yönetimini sana devretmiştim, çünkü bu vakanın başına yeni birinin geçmesini istemiştin». Vakayı sana devrederken bir soruşturmayı senden daha iyi kovalayabilen birini de tanımıyordum. Göreve geldiğin andan itibaren haftanın yedi günü yirmi dört saat çalıştın. Kişisel olarak böyle bir şeyi nasıl yapabildiğini bilmiyorum. Ben de senin ekipteki başka biri de bu kadar koşuşturma-cıya dayanamaz havlu atardı.”
İhtiyatlı davranmam gerekiyordu. “Sanki ufukta bir ‘ama’ varmış gibi bir hisse mi kapılıyorum acaba?”
Lou bir “ÖP dedi. “Kate, bence senin de atın üzerinden inip dizginleri bir başkasına devretmenin zamanı geldi.”
Lou’ya kuşku dolu gözlerle baktım, birkaç dakika önceki yılgınlığımın yerini öfke almıştı, onurumun kırıldığı hissine kapılmıştım. “Yerime sert mi geçiyorsun?”
“Kate, sen Washington yönetim bürosuriüri bugüne kadar yaptığı en önemli soruşturmalardan birini yürüttün. Ama kendi iyiliğin için birazcık ara vermen gerekiyor. Sen sadece yirmi sekiz kişiyi öldünnüş bir seri katilin peşinde koşmuyorsun. Sen son altı ay içinde hem nişanlını hem de nişanlının on dört yaşındaki kızım katletmiş bir katilin peşinde koşuyorsun. İş tamamen kişisel bir kovalamacaya dönüştü. İşte bu adamı Tilerken kendini çıkmazda bulup durmanın nedeni de bu.”
Komodinin üzerinde duran Glock’uma bir göz attım, eğer on dakika önceki perişanlığımı bilse Lou ne der diye geçirdim içimden. David’in taktığı nişan yüzüğü hâlâ parmağımdaydı; beyaz altın halkanın üzerinde basit bir elmastı bu. Bu yüzük bana David ile Megan’m öldürülmelerini hep hatırlatıp duruyordu, zaman zaman da bu olayı asla kafamdan silip atamayacağımı düşünüyordum.
Lou’yla göz göze geldim. “Bunu kişiselleştirenin Mürit’in kendisi olduğunu ikimiz de biliyoruz. Vakadan medyaya yansıyanlardan çemberi daralttığımı ve onu yakalamaya çok kararlı olduğumu biliyordu. Bu yüzden de beni sarsmak amacıyla David ile Megan’ı öldürdü. Ama onları öldürerek onu yakalama konusundaki kararlılığımı daha da pekiştirdi. Beni bu vakadan alarak istediğini elde etme fırsatı tanıdığını görmüyor musun? Ben vakadan çekilirsem, kazanan o olacak.”
Kate…” Lou kafasını iki yana salladı. “Kate, senin onca iyi çabana karşılık bu soruşturmanın hiçbir sonuca varamayacağı gerçeğiyle yüzleşmek durumundasm. Bu katili bulabilmek için sürücü koltuğuna yeni birini oturtmamız gerekiyor. Tabii bir de şöyle bir gerçek var Eğer kendine dikkat etmezsen katili yakalayayım derken kendini ona öldürteceksin.”
İçimden bir ses Lou’nun haklı olduğunu söyledi: Varlığını hissettirmeye başlayan gerginlik beni korkutuyordu. Biraz Önce yaptığım gibi beylik tabancamla oynamak pek bana özgü bir davranış değildi. Hatta intihara teşebbüs etme düşüncesi bile kişiliğime aykırı bir şeydi. “Lou, bana birkaç ay daha bir süre tanışan.” “Keşke tanıyabilsenı, ama kararım kesin.” “Ya sen karışmazsan, karan ben verirsem?”
“Zaman israfından başka bir şey olmaz. Patron gider benim yerime birüıi bulur.”
“Peki o zaman ben de çıtayı yükseltiyorum.” “Kate, mantıklı ol biraz…” “Benim yerime kim gelecek?”
“Senin yerine Vance Stone’u düşünüyorum. Bu sayede o çok istediği terfisine de bir an önce kavuşur, tabii eğer katilimizi yakalayabilirse”
Stone’un terfisiyle bir sorunum yoktu, ama Lou’nun beni böyle silip atması yüzüme bir tokat gibi öylesine inivermişti İd söyleyecek bir söz bulamıyordum. Kapı çalındı. Açtığımda karşımda araştırma birimi ajanlarından birini saçları yağmurdan sırılsıklam bir halde buldum. “Rahatsız ettiğim için kusura bakma Kate…”
“Ne var?” diyerek ajanın sözünü ağzına tıkadım.
“Sedona’nın dış tarafında bulunan doğal koruma alanındaki orman bekçilerinden şimdi bir haber geldi. Çığlıklar işitmişler, birinin mağaraların yakınlarında gizlice dolaştığını düşünüyorlar. Polisler adamı köşeye sıkıştırmışlar. Biz de bunun adamımız olabileceğini düşündük Kate. Kötü haber ise, adamın elinde genç bir kızı rehine olarak tutması.”
Tüm elemanları avlarına yaklaşıyorlardı. Mürit kireçtaşı mağaraların içlerinde genç kızı peşinden sürükleyerek kaçıyordu. Köpeklerin havlamalarını işitince daha da hızlandı, bedenindeki bütün gözeneklerden ter fışkırıyordu. Boynundaki kordonun ucunda sallanan şey profesyonel amaçlı bir el feneriydi ve sol elinde sıkıca tuttuğu ağzı tırtıklı bıçak kan içindeydi.
Durmadan koşuyordu.
Peşinden gelenlerle arasındaki mesafeyi elinden gelebildiğince korumaya çalışıyordu, ama on üç yaşındaki kızın sık sık tökezleyip durması hızını kesiyordu. Kızın adı Melanie Colleen Jackson’du, kızı ve babasını kaçırdıktan sonra kızın eşyalarını karıştırdığında ancak bu kadar bir bilgiye ulaşabilmişti. Kızın ellerini ve ağzını gri renkli ambalaj bandıyla bağlamıştı, ama kızın korku dolu inlemeleri etraftan duyuluyordu. Bıçakla kızın işini bitirip ondan kurtulmak istese de içinden bir ses kızı elinde rehine olarak tutmasının daha iyi olacağını söylüyordu.
Tünelde bir çatala vardı, önünde tünel ikiye ayrılıyordu, biri sağ tarafa gidiyordu, diğeri de sol tarafa her an yakalanabileceği korkusunu duyarak bu tarafa daha önce gelmiş miydi gelmemiş miydi hatırlamaya çalıştı, ama tepelerinden sarkan parlak floresan lambaların sarp duvarları aydınlattığı mağaralann içleri hep birbirlerini andınyordu. Mürit’in atletik bir vücudu vardı, kaslı ve yapılıydı, ayrıca birkaç saniye durması nefesini yeniden toparlamasına yetiyordu. Kaybolmuş olduğundan emin olsa da kaçmaya devam etmesi gerektiğinin farkındaydı, kurtul maktan başka bir şey düşünmüyordu.
Kızın yüzünü mengene gibi kavradı, adamın eliyle kapattığı ağzından zar zor nefes alabilen genç kız kanlı bıçak yanağına dayandığında acıdan inledi. “Çeneni kapayıp koşmazsan babanı doğradığım gibi seni de doğrarım, anladın mı Melanie?”
Kız başını “evet” anlamında salladı, nemli gözleri ölüm korkusuyla kocaman kocaman açılmışlardı. Adam bıçağı kızın yüzünden çeldi, geriye kırmızı bir iz kaldı. “Merin sana küçük kız. Şu güzel bacaklarını çalıştırmaya devam et bakalım.”
Mürit yine koşmaya, kızı da peşinden sürüklemeye başlamıştı. Polis köpeklerinin çılgınca havlamalarını işitti, bunun bir ölüm kalım kaçışı olduğunu artık çok iyi biliyordu ve geriye sadece tek bir soru kalmıştı. Nasıl oldu da her şey böylesine ters gitti?
Sheraton Oteli’nden gece saat on birde çıktığında her şey yolunda gidiyordu. Peruk ve bıyık takarak kılık değiştirmiş, Dockers marka siyah bir anorak ile mavi bir kumaş pantolon giymişti, ince, suni deriden kahverengi eldivenler takmıştı, ayağında da ayak izi bırakma ihtimali karşısında cinayet yerinden, çok uzakta bir yerlere atabileceği ucuz bez ayakkabılar vardı. Siyah renkli doktor çantasında ihtiyacı olan malzemeler vardı: ten rengi deriden üstünde bir bıçak takımının dizili olduğu kasap kemeri, testereler ve kurbanlarını parçalara ayırmaya yarayan satırlar, ameliyat eldivenleri, sabun ve daha sonra kendini temizlemek üzere şişelenmiş su.
Otelinden ayrılmadan önce her şeyi en küçük ayrıntısına kadar planlamıştı. Her zaman olduğu gibi iki odalı bir kral dairesi ayırtmak istemiş, rezervasyon yaptırırken, “İki odalı bir süite ihtiyacım var. Ailemden iki kişi daha sonra bana katılacak” demişti.
0 süitte ondan başka kalan yoktu, ama bu taktik sayesinde şüphe çekmediğinden, gerçek kimliğine tanıklık edilemeyeceğinden emin, bitişik dairenin kapısından çıkabilecekti. Şehri tanımak amacıyla araba kiralayıp dolaşıyor, kaçış yollarını planlıyor, ama kurbanlarını kaçırmadan önce kiraladığı arabayı otelin garajında bırakıyordu.
işte yine arabasını otel garajına bıraktıktan sonra bir taksiye binerek şehrin doğusuna gitmiş, bir bilardo salonunun dışındaki dar bir sokakta duran büyük bagajlı altı yaşındaki mavi bir Pontiac’ı gözüne kestirene kadar caddelerde yürümüştü. Arabanın kapısı kapalıydı, ama anahtarlar kontak kilidinin üzerinde duruyordu. Pontiac’ı çalıp üç sokak ötede arabanın plakalarım mıknatıslı sahte plakalarla değiştirdi, ardından şehrin güney tarafına gidip bir benzincide durdu. Plastik bir benzin bidonu satın alıp içini yirmi litre benzinle doldurdu, bidonu arabanın bagajına koydu, Birinin kalkıp aracı tespit etmesi halinde çalıntı araba kullanmak onu koruyacaktı. Stetoskop ile siyah çanta yolcu koltuğunda duruyordu, bunların yanında bir harita, ince bir el feneri, deri altı şırıngası ile kalın bir deriyle örtülmüş ince demir çubuktan oluşan ölüm aletleri kullanılmak üzere hazır bekliyorlardı. Derken Sedona’nın arka sokaklarında dolaşmaya başladı, yeni kurbanını arıyordu, çünkü öldürme arzusunu midesindeki açlık gibi hissediyordu.
En azından ikişer çift potansiyel kurban tespit etti, ama sokaklar ya çok kalabalıktı ya da etrafta tanıklar vardı. Geceyarısı olduğunda, fırtına bulutlan karanlık gökyüzünde toplanmış, caddeler, sokaklar boşalmıştı. Tam o gece kendine yeni kurbanlar bulma umudunu yitirip Pontiac’ı Sheraton’dan on cadde ötede bir yere bırakıp sahte plakaları da sökmeyi düşünürken şansı donuverdi. Üzerinde yanıp sönen pembe bir neon ışıkla “Dans Stüdyosu” yazan yerin önünden geçerken bir adamın ve genç bir kızın kapıdan kaldırıma çıktıklarını gördü. Adam karanlık stüdyonun ön kapısını kilitlerken kız da ön tarafa park etmiş To-yota’ya binmek üzereydi. Mürit caddedeki ışıkların çoğunun söndürülmüş olduğunu, yolun da bomboş olduğunu gördü; etrafta ne bir yaya vardı ne de oradan geçmekte olan bir araba. Cinayet işleyebilecek olmanın umuduyla kalp atışlarının hızlandığını, avuçlarının terlemeye başladığını hissetti, bedeni heyecandan yanıyordu.
Pontiac’ı durdurdu, arabanın yan camını indirdi ve potansiyel kurbanlarını çabucak inceledi. Kızılımsı saçları, yumuşak dudakları ve masum bakışlarıyla kız on iki on üç yaşlarmdaydı. Adam kızın paltosunun altında yeşil renkli bir streç dansçı giysisi olduğunu fark etti. Baba kız mı bunlar? Öyle olmasını umuyordu. Kurbanların akrabalık derecesinin yakınlığı ölçüsünde cinayetin heyecanı artıyordu. Mürit stetoskopu koltuktan alıp boynuna taktı. Alet basit bir tuzaktan başka bir şey değildi, insanların karşılarında bir doktor gördüklerinde psikolojik olarak savunma mekanizmalarını kullanmadıklarını biliyordu. Kafasını arabanın penceresinden dışarıya çıkardı. “Merhaba. Mümkünse bana StCatherine Hastanesi nin yolunu tarif edebilir misiniz? Zannederim yolu kaybettim.”
Adam karanlık gökyüzünde bir şimşek çakarken işyerinin kapısını kilitlemeyi bitirdi. Yabancı adamın stetoskopunu fark etti, Pontiac’a yaklaştı ve başını salladı. “Hiç duymadım, Beyefendi, ismin doğru olduğundan emin misiniz?”
Mürit adamın bedeninin ince, ama yapılı olduğunu fark etti. Kız gibi, herhalde bu adam da bir dansçıydı. Çok fazla zorlanmadan adamın işini görebileceğini düşündü. “Evet, özel bir hastane. Ben doktorum, acil bir vaka için hemen oraya gitmem gerekiyor. Ama burada yolları bilmiyorum. Haritam var, ama bir işe yarar mı, bilmiyorum.”
Mürit adama haritayı ve el fenerini verip arabadan indi. Kızın yolcu koltuğu tarafındaki kapıdan beş adım ötede durduğunu görmek adamı rahatlattı -kızın işini de hiç sorun yaşamadan hemen görebilecekti- bu arada kurbanlarını kaçırma kararını kesinleştirmeden önce boş sokağa bir kez daha göz attı. Birazdan olacakların beklentisi içinde sanki elektrik akımına kapılmış gibi tepeden tırnağa titredi.
Yağmur çiselemeye başladığında adam da haritayı inceliyordu. “Ben burada St Catherine diye bir yer göremiyorum, Doktor Bey.”
Hiç yanıt vermeden Mürit kolunu kaldırdı ve göz açıp kapayıncaya kadar deri altı şırıngasını adamın boynuna sapladı.
“N’oluyor be…” Adam elini boynuna götürdü, şaşkınlıkla geri gerigitti ve sanki un çuvalı gibi yere yığıldı. Korku içindeki kız eliyle ağzını kapattı. “Baba!”
Mürit hoyratça boynundan tuttuğu kızı kolundan itti. Kız inleyerek yere yığıldı. Şu benzodiazepin müthiş bir şeydi. Kısa söylenişiyle benzo, uygulanır uygulanmaz uyku veren güçlü bir narkotikti, genellikle zorluk çıkaran psikiyatri hastalarını saküüeştirmede kullanılırdı.
Mürit kan ter içinde kalmıştı; bilincini kaybeden kurbanlarını teker teker yerden kaldırıp Pontiac’ın bagajına koymuş, ağızlarını ve ellerini ambalaj bandıyla bantlamıştı. Kurbanlarını bagaja kilitledi, sonra da yerden haritayı ve adamın arabasının anahtarlarını alıp cebine attı, ama el fenerini elinde tuttu. Artık hızlanan yağmur boş sokağa yağıyordu. Elindeki fenerle yere baktı, acaba o ya da kurbanları yere herhangi bir kanıt düşürmüş müydü; bir şey bulamayınca da Pontiac’a bindi ve oradan uzaklaştı.
Gece saat birde mağaralara varmıştı. Arabayı birkaç ağacın bulunduğu bir yerin arka tarafına park etti, ayakkabılarına kalın galoşlar taktı, baygm durumdaki kurbanlarını mağaranın elli metre kadar içine teker teker sürükleyerek götürdü, yağmur yağmaya devam ediyor, fırtına da gittikçe şiddetleniyordu. Uyuşturduğu kurbanlarını yere yan yana sıralama işini bitirdiğinde yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Cinayet bölgesine daha önceden üç kez gelerek her tarafı gözden geçirmişti. Burası duvarlarındaki Apaçi Kızılderililerinin resimleriyle öne çıkan turistik bir yerdi; kamyonetlerle gelip park çevresinde bira içerek kafa çeken gençler dışında kimsecikler olmuyordu. Ama saatlerin geceyarısını geçtiği böyle rüzgârlı bir gecede burası tamamen terk edilmişti.
Mürit yüzündeki yağmur damlacıklarını sildi. Şimdi kesme işine başlayabilirdi.
İşinin tam orta yerinde kızın inleyerek ayılmaya başladığını gördü. Adamın cesedi kanlar içindeydi ve Mürit cesedin yanına el büyüklüğünde siyah tahtadan bir haç koymuştu, yanında da bir benzin bidonu duruyordu, kızın işini bitirdikten sonra bidondaki benzinle cesetleri yakacaktı.
Mürit her cinayetinde kurbanını kesip doğrarken hissettiği müthiş canlılığı, kızın babasını keserken de hissediyordu. İçi coşku doluydu, tüm bedeni heyecandan âdeta yanıyordu. Adamı doğramak için kullandığı bıçak takımı ile satırlar’ taşların üzerine düzgün bir şekilde sıralanmıştı, kurbanının gövdesinden bir cerrah titizliğiyle çıkartmış olduğu organlar ise yerde kanlar içinde üst üste yığılmış bir halde duruyorlardı: kalp ve akciğerler, pankreas ve dalak, karaciğer, bağırsaklar ve mide. Kızm üzerine eğildi, kızın gözkapaklan titrerken yeniden çalışmaya başlamak üzereydi, Kız ayıldı, sersem sersem etrafına bakındı. Ne kızın bu kadar çabuk ayılacağını hesaplamıştı, ne de kızın ağzındaki bandın gevşeyebileceğini; kullandığı benzo miktarında bir şekilde hata yapmıştı. Kız yanında yatan babasının içi boşaltılmış cesedini görür görmez korkunç bir çığlık attı, çığlık mağaranın her yerinden bir siren gibi duyuldu. Mürit el yordamıyla siyah çantanın içinden ambalaj bandını çıkarıp kızın ağzını büyük bir güçlükle bantladı.
Sesi duyulmaz hale gelen kız artık taş kesilmiş gibi kaskatıydı. Tam bıçak setinden eline bir bıçak alıp kesip biçme işine yeniden başlayacakken taş tıkırtılarına benzer bir ses işitti. Kaşlarını çatıp sese kulak kabarttı, ama başka bir şey duyamadı. Kızın çığlığı ya birilerini harekete geçirmişti ya da vahşi mağara hayvanlarından birini rahatsız etmişti? Emin olması gerekiyordu, bu yüzden de kızı orada bağlı bir halde bıraktı, el fenerini aldı ve inceleme yapmak için mağaranın ağzına doğru elli metre kadar yürüdü, tırtıklı bıçağını elinde sıkı sıkı tutuyordu, attığı her adımda hisleri biraz daha fazla çevikleşiyordu. Hiç ummadığı bir anda çakan güçlü bir projektörün ışığına yakalandığında üniformalı iki orman bekçisi karşısında bitivermişti. “Dur! Olduğun yerde kal!”
Mağaranın içi bir anda apaydınlık oluverdi, bir elin şarteli “klik” sesi çıkartarak kaldırmasıyla duvarlara belli aralıklarla monte edilmiş flo-resan lambaları bir dizi titrek yanıp sönmelerin ardından mağaranın içini aydınlatmaya başladı. Mürit neye uğradığını anlayamadı, panik halinde hemen kızın yanına gitti ve kızı peşinden sürüklemeye başladı. Koşuyor, bir galeriden çıkıp diğerine koşarak giriyordu, ama on beş dakika sonra kendini başladığı yerde buldu, burası kızın babasının ölüsünün durduğu çıkış yeriydi. Bir galeriden diğer galeriye daireler çizerek geçmiş ve sonunda buraya varmıştı.
Mürit kızı yere doğru itti ve kendisi de bir kaya çıkıntısının üzerine yığıldı. Vücudunun bütün gözeneklerinden ter fışkırıyor, kayanın üstüne çökmüş solumaktan başka bir şey yapmıyordu. Nadiren silah taşırdı, bıçaklan ve kurbanlarını uyutan deri altı şırıngasını silaha tercih ederdi, ama şimdi keşke bir silahım olsaydı, diye geçiriyordu içinden. Orman bekçileri ortalıkta görünmüyorlardı, ama seslerinin kireçtaşı galerilerde yankılandığını işitti, peşindekilerin mağara duvarlarında uçuşup duran gölgelerini gördü ve uzaklardan bir yerlerden kulağına köpek havlamaları geldi. Yaklaşıyorlardı, hisleri ona birazdan ellerine düşebileceğini söylüyordu. Peki ama onu nasıl bulmuşlardı’/
Tuzağa düşmüştü, ama henüz her şey bitmiş sayılmazdı. Kolunu kızın boynuna doladı, elindeki bıçağı da kızın tomurcuklanan göğüslerinin arasına bastırdı. Birazcık baskı yaptı mı bıçak kızın kaburga kemiklerinin arasına tereyağına girer gibi girecek ve kızın kalbini delecekti. Kız artık onun rehinesiydi. Buradan çıkışının biletiydi. Ağzı kapalı kız için için ağlıyor ve terler döküyordu, o sırada adam kızın kulağına, “Ben ne dersem aynen onu yapacaksın Melanie” dedi. “Sakın kıpırdama da buradan sağ salim bir an önce çıkalım. Yoksa senin o güzel kalbini sökerim. Anladın rai?”
Kız ağlamayı kesti. Genç bedeninin tir tir titrediğini hissetti ve kızın korkusu adamı heyecanlandırdı. Peşindeki adamlara bir öneride bulunacaktı, adamlar öneriyi kabul etmek zorunda kalacaklardı, aksi takdirde rehinesi ölecekti. Kızın göğsüne dayadığı bıçağa bakarak düşmanlarını bekledi.
İşittiği birtakım seslerin ardından üç adam ve bir kadın ortaya çıktı. Hepsi silahlıydılar ve üzerlerine FBI yazan açık mavi rüzgârlık giymişlerdi, ağır adımlarla mağaranın içine girerlerken silahlarını katilin üzerine doğrulttular. O anda kadını tanıdı, yüzünü televizyonda ve gazetelerde görmüştü. Kate Moran bu muydu? Demek yıllardan beri onun peşinde koşan, onu ele geçirip adalete teslim edeceğini orada burada söyleyip duran orospu buydu. Kadının gözlerindeki nefreti gördü; bu nefretin yoğunluğu kadını yiyip bitiriyordu. Katil bıçağı genç kızın göğüslerinin arasında tutuyordu. “Orada durun yoksa kız da babası gibi ölür.”
Sivil polislerin kireçtaşmdan çıkıntının üzerinde duran parçalanmış cesede bir an baktıklarını gördü, Moran’a doğru, “Sen” dedi. “Silahını kılıfına koy ve öne doğru yürü. Diğerleriniz olduğunuz yerde kalın. Siz de silahlarınızı yere koyun ama koymadan önce şarjörleri çıkarıp ileriye atın, yoksa kızı öldürürüm. Tartışma yok.”
Polisler ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler, ama kısa süren şaşkınlığın ardından ekibin başında olduğu izlenimi veren yaşlıca, güneş yanığı tenli adam, “Kate, sen bu işi bana bırak…” dedi.
Ancak Moran adamın lafına aldırış etmedi. “Bu benim işim Lou. Herkes silahını yere bıraksın.” Kate tabancasını kılıfına koydu ve meslektaşlarının şarjörleri silahlarından çıkanp atmalarını, sonra silahları yere bırakmalarını bekledi.
Mürit uzaklardan gelen köpek havlamalarını işitti. “Seslere bakılırsa buraya bir ordu getirmişsiniz.”
Moran hiç duraksamadan, “Mağaraların bütün çıkışları kapatıldı. Buradan çıkış yok, Gamal.”
Mürit başını iki yana salladı, bıçağın ucunu yavaş bir hareketle kızın göğüsleri üzerinde kaydırdı. “Yanlış düşündüğünü sana birazdan kanıtlayacağım. Bana doğru on adım at Moran. Diğerleri kıpırdamasın.”
Moran gözlerini mağaranın duvarlarında gezdirdi ve ileriye doğru on adım atmadan önce gözlerini bir an kapattı. Mürit kadın ajanın yüzünün ter içinde kaldığını, ellerinin titrediğini ve nefes alıp verişinin sık-laştığını görünce gülümsedi.
“Kapalı yerlerden hep koıktun sen, değil mi Moran?”
“Ne… Bunu da nereden çıkardın?”
“Yıllarca hastalarla uğraştıktan sonra klostrofobi semptomlarını belirlemek çok kolaydır. Solumalar, titreyen eller… Bu arada sanki cehen-nemdeymişsin gibi bir ifade var yüzünde. /Eminim mağara duvarlarının üstüne yığılacağmdan da korkuyorsundur.”
“Belki de beni böyle sinirlendiren senin şeytanla olan ilişkin, Doktor Gamal.”
Mürit boğuk bir sesle kahkaha attı. “Bilmem. En sonunda yüz yüze geldik işte. Ama her nedense sanki seninle daha önceden karşılaştık gibi bir his var içimde.”
“Bellevue’de. Beş yıl önce.”
“Bak işte bu çok ilginç. Senin fobi sorunların vardı değil mi?”
“Hayır. İlgisi de yok zaten. Kızı neden bırakmıyorsun Doktor?”
Mürit kaşlarını çattı. “Sen beni geri zekâlı falan mı sandın? O kadar korktuğun halde yine de mağaranın içine girebilmen çok cesurca bir davranış. Ama bu kararı vermekle ne kadar aptallık ettiğini şimdi göreceksin.”
“Sen ne demek istiyorsun?”
“Birazdan anlayacaksın ne demek istediğimi. Sen benim yerimi nasıl tespit ettin Moran? Yok, yok. Sen bu soruya en iyisi cevap verme. Çünkü burada oyalandığımız sürece polisi buraya yığacaksın, kaçışım da tehlikeye girecek.”
Moran, “Sen ne kaçışından bahsediyorsun?” dedi. “Hiçbir yere gidemezsin. Dışarıda seni helikopterler de bekliyor, yerel polisler de, Federaller de. Burada olmayan tek birim Ulusal Muhafızlar.”
Mürit başım iki yana sallayıp kadın ajanın yardımcılarına baktı. “Kaçamayacağımı zannetmen çok yanlış. Bak şimdi senden neler istediğimi söyleyeyim, yoksa Melanie’yi öldürürüm. Önce, çok yavaş bir şekilde silahını kılıfından çıkarıp önüne koy, sonra da ben sana dur diyene kadar geri geri git. Haydi başla, yoksa kızı keserim.”
Mürit bıçağm ucunu kızın göğsüne bastırdı, kız gözlerini acıyla yumdu. Moran tereddüt etti, ardından silahım kılıfından çıkardı ve geriye doğru adım atmadan önce de silahı yere koyup ön tarafa doğru kaydırdı. Mürit, “Tamam, yeterince geri gittin” diyerek kadın ajana durmasını emretti.
Kolunu kızın boynuna dolayarak ileriye doğru eğildi, yerden Mo-ran’ın Glock marka silahını alarak doğruldu, elindeki silahı kadına doğru çevirip sırıttı. “Ne diyeceğim biliyor musun? insan güdüleri üstüne ister Freud’dan örnekler ver, istersen de Maslow’dan, benim tercihim hani şu ismi lazım değil Amerikan cumhurbaşkanının konu üstüne söylediği olacak. İnsanı hayalarından tutup çekersen, peşinden kafası da gelir, kalbi de.”
“Sen her cinayetten önce kılık değiştirdin, değil nü Doktor Gamal? Çok akıllıca. Eminim kiraladığın arabaları otel önünde bırakmayı, sonra başka araba çalıp ona da sahte plaka takmayı alışkanlık haline getirdin, aynı dışarıdaki araba gibi, değil mi?”
“Neden soruyorsun ki?”
“Çünkü yıllardan beri cevaplarını aradığım bir sürü sorum olacak sana. Neden öldürdün bütün bu kurbanlarını? Neden kurbanlarını çifter çifter kestin? David ile Megan’ı da mı aynı nedenden ötürü öldürdün? Bir tür intikam için mi?”
Mürit, Moran’ın gözlerinde öfke kıvtlcmu gördü, onu küçümser bir ses tonuyla, “Senin asla anlayamayacağın bir şey bu, Moran. Ayrıca, şimdi psikanalitik tartışmalar yapacak zamanım yok. Bana bir helikopter ayarlaman için on dakikan var, helikopterle birlikte ben de buradan gidiyorum, giderken sen de benimle geliyorsun. Helikopteri getirtmezsen, kız da ölür. Eğer biri peşimizden gelmeye kalkarsa ya da bir şeylerden şüphelenirsem kız yine ölür. Hata ne olursa olsun, yaptığınız anda kızı da ölmüş bilin. Anlaşıldı mı? Dokuz dakika kaldı. Zamanı boşa harcıyorsunuz.”
“Bir sorun var” diye cevapladı Moran. “Senin bu dediklerini yapamam.”
Mürit tabancanın namlusunu kızın şakağına dayarken ter içinde kalmıştı. “Joker bende Moran. Ya verdiğim talimatları yerine getirirsin ya da bu küçük Melainie’yle burada vedalaşırsm. Galiba sen benim bu kızı oturup burada kesmemi istiyorsun. Yapmadığım iş değil, bunu sen de biliyorsun.”
Moran derin bir nefes aldı. “O tetiği çekmeden önce ya da o bıçağı kullanmadan önce senin de bir şey bilmen gerekiyor, çünkü şimdi söyleyeceklerim senin buradan ölü ya da sağ olarak çıkmanı belirleyecek.”
Mürit kaşlarını çattı. “Sen ne diyorsun be!”
“Sen silah konusunda uzman değildin, değil mi? Emniyet kilidi, kabzanın yanındaki şu küçük kırmızı düğme var ya. O açık işte. Yani ateş edemezsin.”
Mürit panikledi, elindeki silahı inceledi. Silahın üzerinde kadının bahsettiği kırmızı düğmeyi göremedi. Mürit’in silahın üzerinde kırmızı nokta nerede diyerek oyalanması en fazla iki saniye sürse de Moran’ın elini arkasına götürmesine, yarı otomatik bir tabanca çıkartabilmesine yetti. “Ben bunu acil durumlar için saklarım. Bir şey söylemeyi de unutmuştum. Glocklann güvenlik kilidi olmaz. Silahım yere bırak şimdi. Haydi, hemen, yoksa vururum.”
“Kaltak seni!” Mürit Glock’u kızın kafasına bastırdı.
Saniyenin binde biri kadar bir süre içinde de bir silah ateş aldı.
Virginia
Greensville Cezaevi yüksek güvenlikli hapishanelerdendi. Altı metre yüksekliğinde çelik tel duvarlar, güçlü projektörlerle donatılmış gözetleme kuleleri ve her tarafta kalın dikenli tel röleleri vardı. Ziyaretçilerin cezaevine giriş ve çıkışlarında beden tarama işlemleri elektronik olarak yapılıyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞeytanın Müridi
- Sayfa Sayısı520
- YazarGlenn Meade
- ÇevirmenCumhur Orancı
- ISBN9789752935976
- Boyutlar, Kapak14x23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babamı Kim Öldürdü ~ Edouard Louis
Babamı Kim Öldürdü
Edouard Louis
Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması...
- Akra’da Bulunan Elyazması ~ Paulo Coelho
Akra’da Bulunan Elyazması
Paulo Coelho
Düşman onlardan çok daha üstün, ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde, şehirde kalmayı seçti. O akşam, her yaştan kadınlı erkekli bir...
- Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü ~ Julia Quinn
Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü
Julia Quinn
Bayan Miranda Cheever, henüz on yaşındayken, muhteşem güzelliği dair hiçbir iz taşımıyordu. Taaki, yakışıklı ve gösterişli Vikont Turner, onun bir gün büyüyüp çok güzel bir kadın olacağını söyleyene dek..İşte o zaman Miranda, bu adamı sonsuza dek seveceğini biliyordu..Oysa ilerleyen yıllar Miranda için ne kadar kolay olduysa, Turner için de o kadar acımasız olmuş, önemli bir kaybın altında ezilmiş, yalnız ve acı çeken bir adama dönüşmüştü.Fakat Miranda yıllar önce günlüğünün ilk sayfasına geçirdiği bu gerçeği asla unutmadı..Kaderi olan bu aşkın, parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermeyecekti