Nancy Huston, kendisine Goncourt des lycéens Ödülü’nü kazandıran Şeytanın Çalgıları’nda, iki farklı tarih, iki farklı coğrafya, apayrı iki kültür ve bambaşka kadınlık halleri üzerinden, aradan yüzyıllar geçse de varlığını koruyan bir gerçeğin, kadın düşmanlığının o barbar yüzünü tüm giriftliğiyle ortaya koyuyor.
Nad(i)a, yaşamının akortunu bozan tüm açmazları, vazgeçişleri ve hayal kırıklıklarını günlüğüne dökerken, eşinin beklentilerini karşılamak uğruna kariyerini heba ederek sonunda hem benliğini hem de akli dengesini yitiren müzisyen annesiyle kaderinin iç içe örüldüğünü farkeder. Keşfi, onu günlükle eşzamanlı olarak yüzyıllar öncesinde geçen bir metin kurgulamaya iter. Bu hikâye, Nad(i)a’nın benliğini tümlemekle beraber zamanlar, mekânlar, çağlar değişse de aynı öze sahiptir.
Her daim “karanlığın hizmetkârları” olan cadılara bir saygı duruşu…
SCORDATURA DEFTER
Lake House, 31 Ağustos Yaz sonu.
Bunu not ediyorum. Ama hemen ardından da ekliyorum: Doğaya zerre kadar aldırdığım yok, hiç yaprak biriktirmedim, çocukluğumda bile, çakıl taşı dahi biriktirmişliğim yoktur; mevsim ilkbahar, sonbahar ya da kış olmuş, benim için hepsi bir; yaşamsal mucize beni etkilemez, tomurcuklanan, evrilen, patlayan ve değişen yaşammış, şişip patlayan çiçek tomurcuklarıymış, böyle şeylere karşı buz gibiyimdir (oysa soğuk bir kadın, hele de frijit hiç değilimdir). İnsanların bahçe işleriyle uğraşmayı sevmesini, birbirlerine domateslerinin büyüdüğünü anlatmayı ya da çiçekler karşısında çığlıklar atmayı heyecan verici bulmalarını anlamakta hep zorluk çekmişimdir.
Çiçekler… Her sene aynı şey. Örneğin ortancalar. Ortancalar, yani o pastel renkli, kaba saba püskül yığınları, nefret ettiklerim listesinin en başında yer alır. Ortancaların karşısında kendilerinden geçen insanlarsa hemen ardından gelir. Hayır, abartıyorum (abartmaya karşı belirgin bir eğilimim vardır): Sonuçta daha fazla nefret ettiğim başka şeyler var, nefret benim en büyük, en güzel kişisel özelliklerimden biri; yüreğimde nefretten başka bir şeyin öğretilmediği, ileri nefret konusunda seminerlerin verildiği, nefret üzerine doktoraların dağıtıldığı koca bir üniversite var. Her şeye karşın terbiyeliyimdir. Komşu kadınlar gururla iç çekerek pembe mavi ortanca bulutlarını gösterdiklerinde onları tokatlamam.
Otların, çiçeklerin, ağaçların adlarını öğrenmeyi hiçbir zaman istemedim: Bu son derece saçma bir oyun. Önce onlara isimler uyduruyorsun, sonra da o isimleri bildiğini kanıtlamaya uğraşıyorsun, onların isimleri yoktur ki, öyleyse niye varmış gibi yapmalı? Doğa dilsizdir. İsimleri ben koyarım. (Kendi kendime ad koydum, daha doğrusu yeni bir ad koydum. Annem babam adımı Nadia koymuşlardı ve I’ın, yani ben’in* varolmadığı benim için aydınlığa kavuşunca onu eledim. O günden beri adım, küçük adım, yazar adım, kalan tek adım: Nada. Hiçlik. N başharfi beni alabildiğine coşturuyor. Geçen yüzyıldan bir Fransız yazara göre, bu sesbiriminin yadsıma, yok etme ve yokçuluk düşüncelerini dile getirmeye özel bir yatkınlığı var ve bende de –Nil Nul Nix Niet–** ona hak verme eğilimi.
Söz konusu yazarın adı Nodier. Burada, Manhattan’ın fazla bağıran kornaları sinirlerimi fazlaca gerdiğinde sığındığım padavra çatılı bu canım evde bile, diğer kadınların yaptığı gibi elime bir sepet alıp böğürtlen toplamaya gitmiyorum. Şubat başında değil de ağustos sonunda olgunlaşıyor olmaları beni zerre kadar ilgilendirmiyor. İnsanlar keyfi şeylerin çevresinde bir yığın gürültü koparıyor. Sonra da bu alakasız ayrıntılar dört bir yanı dolduruveriyor. Doğum tarihi (buradan: yaşamın evreleri, çağdaşlık duygusu). Doğum yeri (buradan: vatandaşlık, beysbol takımları, savaşlar ve tutti quanti).*** Zaman geçiyor elbet; bu yaşamın zalim ve amansız bir kuralı. Zaman, çocuk bedenimin üzerinden geçerek onu bir kadın, kısırlığı inatçı bir kadın bedenine dönüştürdü, yakında onu bir cesede çevirecek, bunda övünecek bir şey göremiyorum; işte hakikat böyle dümdüz, uğursuz, iğrenç ve tartışmasız, amen. Boktan kutsal kitap hakikati. Şahsen hakikate hiç güvenim yoktur; beni yalnızca yalanlar ilgilendirir. Özellikle de benimkiler.
Çocukken bile yalan söylemeyi severdim; yazmaya başladığımdan beri yalan benim başat tutkum oldu. Yakında yaşım elli olacak: Yaşlı mıyım? Stella’ya bakılırsa, insan yaşlanmaya başladığını, çevrenizdekiler sizi “çok güzel” bulmayı bırakıp “cesur” ya da “ışıltılı” bulmaya başladığında anlar… Ama bana öyle geliyor ki güzelliğim şimdilik solmak yerine her geçen gün buruklaşıp lezzetlenerek güzel bir çay gibi demlenmekte. Kaç erkek ziyaret etti vücudu mu? (Eskiden, rastladığım tüm erkeklik organlarının bir gün karşıma dizileceği – iyice şişmiş vaziyette tabii– şeklinde bir fantezim vardı, aptal aptal uzunluklarını karşılaştırmak için değil, onları birer birer saymak, incelemek için.
Her birinin kime ait olduğunu çıkarabilecek miydim acaba? Kimileri sünnetli, kimileri sünnetsiz, şuradaki uzun ve pembe, buradaki bodur ve kara, bir başkası kalın damarlı, bir diğerinin taşakları kıllı ve morumsu… Son derece çocuksu bir fantezi, kabul ediyorum.) Kaç erkek? Saymayı bırakalı çok oldu. Birçokları hâlâ yatağıma geliyor, üstüme çıkıyor, tohumlarını, onları el altından viyaklayan bir velete dönüştürmeyeceğine kesinlikle emin oldukları karnıma boşaltıyorlar. Şimdi artık çok geç elbette. Ama tüm yaşamım boyunca, Kara Şabat törenlerinde İblis ile gülüp oynayan güzel cadılar gibi, zevkimin kısır olduğunu bilme ihtiyacı duydum. Bu olmazsa zevk de yok.
Çocuklarımdan kurtulmak beni, bacaklarını havada sallayıp duran ters dönmüş bir akrebi tuvalete atmaktan daha fazla etkilemedi. Küçücük bir sıkıntı. Sonra bitti gitti. “Bana göre hepsi bir”, insanların dünyasına ilişkin en içten görüşümdür. İnsanların kabullenmekte en fazla zorlandıkları şey. İnsan bağla bahçeyle ilgilenmediğini, feminist politikayla ilgilenmek şartıyla ilan edebilir ancak ya da tam tersi.
Her iki konu, tüm konular, arkadaşlarımın yüreklerini açarak bana anlattıkları, içlerini kemiren, onlara paraya ya da uykusuzluğa mal olan her şey… Beni bunaltıyor. Bunlar yalnızca birtakım gölgeolaylar. Onların içinde, onlar tarafından, hiç farkı yok. Ama bunu arkadaşlarıma söyleyemem; bu bilgi, çevremde çocuk yuvaları, bilgisayar yazılımları, Savunma bütçesi ya da ırkçı çatışmalar hakkındaki bir sohbet sırasında içimde birdenbire belirdiğinde sessizliklerimin en sessizini sergilerim… Bana göre hepsi bir. Dünya olmuş olmamış, bana göre bir. Bu anlamını yitirmiş, kaybedilmiş bir dava.
Anlamı üreten benim. Benimle geliniz. Evet (derhal). İlham perime, benim o güzel, görünmez daimôn’uma, beni öteye, öbür dünyaya, cehennemi bölgelere geçiren, etten kemikten sıyrılmış sese daima evet derim. Ivan Karamazov’un ve Adrian Leverkühn’ün o birdenbire beliren, kelebek gözlük takmış, eski moda gülünç takım elbiseler giymiş, etten kemikten ifritleri beni her zaman kahkahaya boğmuştur… Oh hayır, hayır, hayır, hayır! Benim daimôn’um erkek ama gövdesiz erkek; beni düş kırıklığına uğratmayan, tamamıyla güvendiğim tek erkek. Beraberce uçarız biz. Canı beni götürmek istediği zaman. Kararı o verir. Benimle uçunuz.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞeytanın Çalgıları
- Sayfa Sayısı256
- Yazar Nancy Huston
- ISBN9786257370691
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bikini ~ James Patterson/ Maxine Paetro
Bikini
James Patterson/ Maxine Paetro
Kim, nefes kesici, güzeller güzeli bir manken ve Hawaii’deki bir moda çekimi sırasında ortadan kayboluyor. Endişeden deliye dönen anne babası, olayı bizzat araştırmak için...
- Genç Sherlock Holmes – Kırmızı Sülük ~ Andrew Lane
Genç Sherlock Holmes – Kırmızı Sülük
Andrew Lane
Sherlock yetişkinlerin karanlık sırları olabileceğini biliyor. Ama bilmediği şey, herkesin öldüğüne inandığı, dünyanın en ünlü katilinin hâlâ yaşadığı ve Sherlock’un Amerikalı hocasının bununla bir ilgisi olduğu… Kimse size doğruları söylemediğinde,...
- Ardında Bıraktığın Kadın ~ Jojo Moyes
Ardında Bıraktığın Kadın
Jojo Moyes
Ardında bıraktığın kadını hatırlıyor musun? Paris’te Balayı devam ediyor… Genç ve güzel Sophie, savaşa giden ressam kocası Édouard’ın yokluğunda ailesini ne pahasına olursa olsun...