Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şeytani Öyküler
Şeytani Öyküler

Şeytani Öyküler

Jules Barbey d'Aurevilly

Şeytani Öyküler, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız edebiyatında büyük tartışmalara yol açan sıra dışı yazar Barbey d’Aurevilly’nin skandal yaratan altı öyküsünden oluşur. Daha basılmadan…

Şeytani Öyküler, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız edebiyatında büyük tartışmalara yol açan sıra dışı yazar Barbey d’Aurevilly’nin skandal yaratan altı öyküsünden oluşur. Daha basılmadan “büyük bir merak ve şaşkınlık uyandıracağı, hatta insanları incitme başarısına ulaşacağı” söylenen öyküler düşünüldüğünden çok daha fazla tepki alır. “Toplum ahlakına ve genel adaba aykırı davranmak”la suçlanan d’Aurevilly, eserinin amacının erdemsizliğin iğrençliğini göstererek insanları ahlaka davet etmek olduğunu; eserinde çizdiği kötülüğün ise iyilikle karıştırılmaması gerektiğini, herkeste korku ve dehşet uyandırması için özellikle daha çarpıcı bir renk verdiğini açıklamak zorunda kalır.Dönemin toplumsal, siyasi ve ahlaki yapısını eleştiren d’Aurevilly, her ne kadar kendini “Hıristiyan ahlakçı” olarak tanımlasa da, bir yandan da Byron ve Baudelaire’den çok etkilenmiştir ve belli bir yoğunluğa ulaşan tutku ve günahı bazı ruhlar için bir çeşit erdem olarak görür.

İçindekiler

Önsöz ……………………………………………………………………. 11
Kırmızı Perde ………………………………………………………….. 15
Don Juan’ın En Güzel Aşkı………………………………………… 73
Suçta Mutluluk ……………………………………………………….. 99
Bir Whist Partisinin Perde Arkası ………………………………. 157
Dinsizlerde Bir Akşam Yemeği …………………………………. 209
Bir Kadının İntikamı ……………………………………………….. 279

Önsöz

İşte ilk altı öykü! Okuyucu bunlara ilgi gösterir ve hoşlanırsa, ileride diğer altısı da yayımlanacak; çünkü bu günahkâr kadınların sayısı on iki – tıpkı bir düzine şeftali gibi! Elbette, başlıktaki şeytani ifadesi bu kitabın bir dua ya da Hıristiyan ahlak dersi kitabı olduğu iddiasını taşımıyor… Bununla birlikte, bir Hıristiyan ahlakçısı tarafından ama çok cüretkârca da olsa gerçeklere dayalı gözleme fazlasıyla önem veren, güçlü ressamların her şeyi resmedebileceğine ve trajik bir tablonun her zaman için yeterince ibret verici olduğuna ve çizdiği şeylerin dehşetini hissettirdiğine inanan –onun poetikasıdır bu– bir Hıristiyan ahlakçısı tarafından yazıldılar. Ahlaksız olanlar sadece Duygusuzlar ve Alaycılardır. Oysa, şeytana ve onun dünya üzerindeki etkilerine inanan bu kitabın yazarı ona gülmüyor, bu öyküleri anlatmasının tek nedeni de saf ve temiz ruhlara şeytan korkusu aşılamak. Kimsenin Şeytani Öyküler’i okuyup da bunları eyleme geçirmeye kalkacağına inanmıyorum, bir kitabın içerdiği tüm ahlak dersi de burada yatar… Kitabın onurunu savunan bu açıklamayı yaptıktan sonra, bir başka soru daha akla geliyor: Acaba yazar bu küçük trajedilere neden böyle şatafatlı –belki de fazlasıyla şatafatlı– olan şeytani sıfatını yakıştırdı? Öykülerin kendisi yüzünden mi, yoksa bu öykülerdeki kadınlar yüzünden mi? Bu öyküler maalesef gerçektir. Hiçbir şey uydurulmamıştır. Sadece kişilerin isimleri verilmemiştir: Hepsi o! Karakterler maskelenmiştir, kimlikleri gizlenmiştir. Kendi ismini taşımamakla suçlanan Kazanova, “Alfabe bana aittir,” diyordu. Romancıların alfabesi ise, tutku ve macera yaşayan herkesin hayatıdır ve aslolan, derin bir sanatın ketumluğuyla bu alfabenin harflerini harmanlamaktan ibarettir. Zaten, gerekli önlemlerle yumuşatılan bu öykülerin sertliğine rağmen, şeytani başlığına takılan ve onları övündükleri kadar şeytani bulmayarak itiraz edenler de çıkacaktır. Uydurma olaylar, içinden çıkılmaz durumlar, yapaylıklar, aşırı duygusallıklar, romana varıncaya kadar her yere sokulan modern melodramın sunduğu türden bir sarsıntı bekleyeceklerdir. Bu sevimli ruhlar yanılıyorlar! Şeytani Öyküler şeytan işi dümenler değildir: Bunlar şeytanidir – bu ilerleme çağında, harika ve kusursuz bir uygarlığın gerçek öyküleridir, o kadar kusursuzdurlar ki, her defasında şeytan yazdırıyormuş gibi geliyor! Şeytan Tanrı gibidir. Ortaçağda en büyük sapkınlıkların kaynağı olan Manicilik o kadar da kötü değildir. Malebranche, Tanrı’nın kendini en basit yöntemlerin kullanımında gösterdiğini söylüyordu. Şeytan da öyle. Bu öykülerdeki kadınlara gelince; neden şeytani olmasınlar ki? Kişiliklerinde bu hoş sıfatı, adı hak edecek kadar şeytanilik yok mu? Şeytani! Bu öykülerde öyle ya da böyle şeytani olmayan tek bir kadın yok. Abartmadan, ciddi ciddi “Meleğim!” denebilecek tek bir kadın yok. Tıpkı kendisi de bir melek olan şeytan gibi; ama tökezleyen –eğer bu kadınlar da birer melekse, tıpkı onun gibiler– başı önde, gerisi… havada! Bu öykülerdeki karakterlerin teki bile saf, erdemli ve masum değil. Hatta her biri başlı başına birer canavar, iyi duygular ve ahlak anlayışı bakımından pek saygı duyulmayacak bir takım oluşturuyorlar. Yani rahatlıkla şeytani olarak adlandırılabilirler… İçinde bu hanımların bulunduğu küçük bir müze oluşturmak istedik tam karşıtları olan hanımlardan oluşan çok daha küçük bir müze kurulana kadar; çünkü her şeyin çifti vardır! Sanatın da, aynı beyin gibi iki lobu vardır. Doğa, bir gözü mavi bir gözü siyah kadınlara benzer. İşte bu öykülerdekiler, mürekkeple –hafifmeşrep mürekkeple– çizilmiş birer siyah göz! Belki ileride mavi gözü de çizeriz.

Şeytani Öyküler’den sonra Tanrısal Öyküler1 gelebilir… yeterince saf bir mavi bulabilirsek, elbette… Peki ya, gerçekten var mı?

JULES BARBEY D’AUREVILLY

1 Mayıs 1874, Paris

KIRMIZI PERDE

Really.

Çok, çok uzun yıllar önceydi, avlanmak üzere Batı’daki bataklıklara gidiyordum –o tarihlerde, gideceğim yerlerle tren bağlantısı olmadığından– Rueil Şatosu kavşağından geçen ve o sırada içinde tek bir yolcu bulunan *** 1 posta arabasına binmiştim. Her bakımdan dikkati çeken ve kibar çevrelerde sık sık karşılaştığım için tanıdığım bu kişiyi, izninizle Brassard vikontu diye adlandıracağım. Yersiz bir önlem büyük ihtimalle! Paris’in kibar çevresi denilen yüzlerce kişi onun gerçek adını şuraya konduruverir… Saat akşam beş sularıydı. Güneşin solgun ışıkları, arabacının her kırbaç şaklatışında –yaşamın aynası gibi, ilk çıkışta kırbacını daima şiddetle şaklatan arabacı!– ağır ağır yükselen kaslı sağrıları görülen dört güçlü atın üzerinde dörtnala uçarcasına ilerlediğimiz, iki yanı kavaklar ve çayırlarla çevrili tozlu yolu aydınlatıyordu. Brassard vikontu yaşamının, insanın kendi kırbacını artık pek şaklatamadığı bir demindeydi… Ama o, hani şu İngilizlere yaraşır (İngiltere’de yetiştirilmişti), ağır yaralı bile olsa bunu asla kabul etmeyen ve yaşıyorum diye diye ölen mizaçtaki insanlardan biriydi. Kibar çevrelerde, hatta kitaplarda, tasasız toyluk ve ahmaklık çağını geride bırakanların gençlik budalası tavırlarını alaya almak âdet olmuştur ve bu tavırlarda gülünç bir yan varsa, bu alay haksız da değildir; ama öyle değilse –tersine, bu tavırlara esin kaynağı olan ve kırılmak istemeyen gurur kadar saygı duyulacak bir şeyse– bu hiç de anlamsız değil demiyorum ben çünkü nafile bir şey ama nice anlamsız şey gibi güzel!.. Teslim olmaktansa ölen Muhafız Kıtası askerinin duyguları Waterloo’da kahramancadır da, bizi vurmak için süngülerin şiirselliğine sahip olmayan yaşlılık karşısındaki duygularının ondan aşağı kalır yanı mı vardır? Oysa belli bir askerî eğitimden geçmiş kafalar için, her ne konuda olursa olsun asla teslim olmamak Waterloo’daki gibi en önemli sorundur! Teslim olmaya yanaşmayan Brassard vikontu (kendisi hâlâ hayatta ve nasıl yaşadığını az sonra anlatacağım, öğrenmeye değer çünkü) evet, Brassard vikontu, ben *** arabasına bindiğim sırada, insanlar ona, zalim bir genç kadın gibi, utanmazca “ihtiyar çapkın” diyorlardı. Şurası gerçek ki, insanın asla göründüğünden başka bir şey olmadığı şu yaş konusunda sözcükler ve sayılarla uğraşmayan biri için Brassard vikontu kısaca “bir çapkın” olarak kabul edilebilirdi. En azından, o tarihte delikanlılar konusunda epey tecrübeli olan ve bir düzinesine, Dalila’nın Samson’un saçlarına ettiğini ettiği rivayet olunan V… markizi, altın yaldızlı ve siyah damalı bir hayli kalın bir bileziğin içinde, mavi zemin üstünde, vikontun, şeytanın zamandan çok daha çabuk kızıllaştırdığı bıyığından bir tutamı büyük bir kurumla taşımaktaydı. Yalnız, yaşlı olsun olmasın, insanların kondurduğu bu “çapkın” sözüne, havailik, incelik ve çıtkırıldımlık gibi anlamlar katmayın, yoksa Brummell’in1 delirdiğini ve d’Orsay’in2 öldüğünü gören bendenizin, zekâsı, tavırları, görünüşüyle, enginliğiyle, zenginliğiyle, soylu ağırbaşlılığıyla tanıdığı en muhteşem dandy3 olan Brassard vikontunu tam anlamıyla tanımış olamazsınız! Brassard vikontu gerçekten de tam bir dandy’ydi! Biraz daha az dandy olsaydı, Fransa mareşali olurdu kuşkusuz. Genç yaşından beri, Birinci İmparatorluğun son döneminin en parlak subaylarından biri olmuştu. Alaydaki silah arkadaşlarından, onun Muratvari4 zorlu bir Marmont5 yiğitliği gösterdiğini pek çok kez işitmişimdir. Bu sayede –ve savaş davulları çalmadığında pek kararlı ve serinkanlı olan kafasıyla– askerî hiyerarşinin en yüksek basamaklarına çok kısa zamanda yükselebilirdi ama ah şu dandy’lik merakı!.. Dandy’liği disiplin duygusu, hizmette kusursuzluk, vs. vs. gibi bir subayı subay yapan niteliklerle harmanlarsanız, bu karışımda subaydan neler artakalacağını ve onun bir barut fıçısı gibi havaya uçup uçmayacağını görürsünüz! Subay Brassard yaşamı boyunca yirmi kez havaya uçmadıysa bunun nedeni bütün dandy’ler gibi mutlu olmasıydı. Mazarin6 olsa, ondan yararlanırdı – kız yeğenleri de ama bambaşka bir nedenle tabii: Vikont müthiş yakışıklı biriydi.

Herkesten çok askerlere gerekli olan bir güzelliğe sahipti çünkü güzellik olmadan gençlik olmaz, ordu ise Fransa’nın gençliğidir! Aslında yalnız kadınları değil, bizzat koşulları –ah şu koşullar– da baştan çıkaran bu güzellik, Yüzbaşı Brassard’ın başının üstündeki tek koruyucu değildi. Norman ırkındandı galiba, Fatih William’ın1 soyundandı ve söylenenlere bakılırsa epeyce gönül çaldığı da olmuştu… İmparatorun tahttan feragatinden sonra, doğal olarak Bourbonlar’ın2 safına geçmiş, Yüz Gün’de3 ise doğaüstü biçimde onlara bağlı kalmıştı. Bu yüzden vikont, Bourbonlar’ın ikinci dönüşlerinde, bizzat X. Charles’ın4 (o günlerde henüz MONSIEUR5 idi) elinden SaintLouis nişanıyla onurlandırılmıştı. Bütün bir Restorasyon6 dönemi boyunca yakışıklı Brassard’ın Tuileries’de hiçbir nöbeti yoktu ki, Angoulême düşesi7 geçerken ona biriki çift tatlı söz söylemesin. Çektiği çilelerle katılaşan bu kadın, yüzbaşıya gelince yumuşamasını biliyordu. Bu yakın ilgiyi gören bakan, MADAM’ın8 böylesine özel yakınlık gösterdiği bir adamın ilerlemesi için her şeyi yapardı; ama dünyanın en iyi niyetli insanı olsanız da –bir teftiş gününde– görevle ilgili bir görüş bildiren üstüne karşı, alayının önünde kılıcına davranan bu azgın dandy için yapılabilecek hiçbir şey yoktu… Onu divanı harpten kurtarmak yetmiş de artmıştı bile. Brassard vikontu, disiplini hiçe sayma huyunu her yere taşımıştı. Tamamen subay kimliğine büründüğü savaş alanlarının dışında askerî yükümlülüklerle asla sınırlamamıştı kendini. Sözgelimi onun bitmek tükenmek bilmeyen, uzun süreli görevden uzaklaştırma tehlikesini hiçe sayarak garnizondan gizlice ayrılıp komşu kasabaya eğlenmeye gittiği ve garnizona kendisini seven birkaç askerin haber vermesi üzerine, ancak resmî geçit ve teftiş günleri döndüğü çok görülmüştü; çünkü üstleri, emirleri altında hiçbir disipline ve kurala gelemeyen bir adamın bulunmasına pek aldırış etmiyorlarsa da, tersine askerleri ona tapıyordu. Onların gözünde mükemmel biriydi o. Onlardan bütün istediği çok yiğit, çok titiz ve çok şık olmaları ve böylece on saatlik izin’den ve hepsi de birer başyapıt olan üçdört eski Fransız şarkısından, o mükemmel, o sevimli görüntüleriyle aklımızda kalan eski Fransız askeri tipine uygun davranmalarıydı. Belki onları düelloya fazlaca özendiriyordu ama bunun askerlik ruhunu geliştirmek için bildiği en iyi yol olduğunu iddia ediyordu. “Ben hükümet değilim,” diyordu, “kendi aralarında yiğitçe dövüştüklerinde onlara verebilecek madalyam da yok ama sahip olduğum başka aksesuvarlar (çok büyük bir servete sahipti) var: eldivenler, yedek palaskalar ve talimatlara ters düşmedikçe takıp takıştırabilecekleri her tür ıvır zıvır…” Öyle ki, emrindeki bölük, kılık kıyafetinin güzelliğiyle, zaten çok parlak olan Muhafız Alayı’nın bütün öteki humbaracı bölüklerini silip geçiyordu. Böylece, Fransa’da askerlerin hep teşne oldukları, kendini beğenmişlik ve gösteriş merakını, biri büründüğü biçim, diğeri uyandırdığı kıskançlıkla sürekli kışkırtan bu iki öğeyle as­kerlerin benliğini aşırı derecede kışkırtıyordu. Alaya bağlı diğer bölüklerin onunkini nasıl kıskandıklarını siz anlayın artık. Onun bölüğüne girmek için de, bölükten atılmamak için de çok çaba harcanırdı. Brassard vikontu yüzbaşının, Restorasyon dönemindeki son derece özel durumu işte böyleydi. O tarihte imparatorluk dönemindeki gibi her sabah her şeyi bağışlatan yiğitlik örneği eylemler de yapılamadığından, arkadaşlarını şaşkına çeviren ve ateş hattında olsa, yaşamını da aynı yüreklikle ortaya koyarmışçasına üstlerinin de gözünü boyayan bu gemlenemez dikbaşlılığın daha ne kadar süreceğini kimseler bilemez, kestiremezken, 1830 Devrimi, üstlerini, onu her gün biraz daha fazla tehdit eden görevden alma derdinden, dert ediyor idiyseler tabii, gözükara yüzbaşıyı da bu onursuzluktan kurtarmış oldu. Üç Gün’de1 ağır yaralanınca hiç sevmediği yeni d’Orléans2 Hanedanı’na hizmet etmeyi küçüklük saydı. Temmuz Devrimi, bunları, korumayı beceremedikleri bir ülkenin efendileri yaparken, yüzbaşıyı da Berry düşesinin son balosunda dans ederken –fazla yüklendiğinden– incittiği ayağındaki yaradan ötürü hasta yatağında yakaladı. Ama daha ilk trampet sesinde bölüğüne katılmak için kalkmamazlık etmemiş, yarası yüzünden çizmelerini çekemediğinden gıcır gıcır rugan ayakkabıları ve ipek çoraplarıyla, baloya gider gibi gidip ayaklanmaya katılmış ve bulvarı boydan boya temizleme göreviyle Bastille Meydanı’ndaki humbaracı birliğinin başına geçmişti. Barikatların henüz kurulmadığı Paris’in ürkütücü, tekin olmayan bir havası vardı. Bomboştu. Güneş ışıkları peş peşe boşanacak ateş sağanağının öncüsü gibi dimdik inmekteydi; panjurları sıkı sıkıya kapalı bütün bu pencerelerden az sonra ölüm yağacaktı çünkü… Yüzbaşı Brassard, askerlerini evler boyunca ve evlere olabildiğince yakın iki hat üzerine yerleştirdi; öyle ki her iki sıradaki askerler ancak karşıdan açılacak ateşe maruz kalacaklardı, kendisi ise her zamankinden de çok dandy’lik ederek, yolun tam ortasında durdu. Bastille’den Richelieu Caddesi’ne kadar iki yanlı binlerce tüfek, tabanca ve filintanın hedefi olarak, belki biraz fazlaca övündüğü göğsünün genişliğine rağmen – Yüzbaşı Brassard, baloda gerdanını gözler önüne sermek isteyen güzel bir kadın gibi, göğsünü ateşe siper etmişti çünkü– hiç isabet almamıştı ki, Richelieu Caddesi’nin köşesinde Frascati önüne geldiğinde ve yoluna dikilen ilk barikatı kaldırmaları için birliğine arkasında toplanma emrini verdiği anda, hem genişliği hem de bir omuzdan diğerine ışıl ışıl parlayan uzun gümüş şeritleriyle iki kat daha kışkırtıcı hale gelmiş muhteşem göğsüne bir kurşun yedi ve kolu bir taşla kırıldı ise de, bütün bunlar, onun barikatı kaldırarak coşku içindeki askerlerinin başında Madeleine’e kadar yürümesine engel olamadı. Orada, ayaklanan Paris’ten üstü açık bir arabayla kaçmakta olan iki kadın, o tarihte Madeleine Kilisesi henüz yapım halinde olduğundan, etraftaki taş blokları arasında uzanmış, kan revan içindeki yaralı muhafız subayını görünce, arabaya onu da alarak kendisini Ragusa mareşalinin bulunduğu GrosCaillou’ya bıraktılar. Yüzbaşı, mareşale askerce şöyle dedi: “Mareşalim, belki de iki saatlik ömrüm kaldı ama bu iki saat için beni nereye isterseniz oraya gönderin!” Ne var ki, yanılıyordu… İki saatten uzun olmuştu ömrü. Göğsünü delip geçen kurşun onu öldürmemişti. Bu olaydan neredeyse on beş yıl sonra kendisini tanıdığımda, yarası kapanmadıkça içki içmesini şiddetle yasaklayan doktorunu ve tıbbı alaya alarak, mutlak bir ölüm­den ancak Bordeaux şarabı içmesi sayesinde kurtulduğunu iddia etmekteydi. İçti mi de ne içiyordu ama! Çünkü sapına kadar bir dandy olduğundan, her şeyde olduğu gibi içmesi de dandy’liğe yaraşır biçimdeydi… Bir Polonyalı gibi içiyordu. Bohemya kristalinden yaptırttığı ve Tanrı şahidim olsun, bir şişe Bordeaux’yu olduğu gibi alan muhteşem kadehini bir dikişte bitiriyordu! Hatta içtikten sonra, her şeyi bu boyutlarda yaptığını eklemekten de geri kalmıyordu ve bu da gerçekti! Ama, gücün her şekliyle günden güne azaldığı bir dönemde, bunda böbürlenecek ne var diye düşünülebilir. Bassompierre1 gibiydi ve şaraba onun kadar dayanıklıydı. O Bohemya kadehiyle on iki kadehi peş peşe kafaya diktiğini gördüm, bana mısın demedi! Kendisini, mazbut insanların “sefahat âlemi” olduğunu düşünecekleri şu yemeklerde de sık sık görmüşümdür; kadehleri art arda kafaya diktikten sonra bile askerlere özgü hafif bir zarafetle, askerlikteki kepe ponpon takma hareketini taklit ederek “kafası bir parça iyi olmak” dediği o çakırkeyif olma sınırını asla aşmamıştır. Az sonraki hikâyeyle ilgisi bakımından, onun ne biçim bir adam olduğunu size iyice anlatmak istediğime göre, XVI. yüzyılın renkli diliyle, bir XIX. yüzyıl ehlikeyfi denilebilecek bu adamın, her an hazır yedi metresi olduğunu bildiğimi neden söylemeyeyim? Onlara şiirsel bir ifadeyle “lirimin yedi teli” adını takmıştı, tabii ben, insanın kendi ahlaksızlıklarından bu şekilde müzikal ve hoppaca söz etmesini hiç doğru bulmuyorum! Ama ne yaparsınız? Yüzbaşı Brassard, tamamen size anlatmak şerefine nail olduğum gibi bir adam olmasaydı, hikâyem pek o kadar merak uyandırmazdı ve herhalde ben de size onu anlatmayı aklımdan bile geçirmezdim.

Şurası açık ki, Rueil Şatosu kavşağında *** posta arabasına binerken, kendisini orada görmeyi hiç beklemiyordum. Görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu ve bizim dönemizden olan ama dönemimizin insanlarından da bir hayli farklı duran biriyle birkaç saat geçireceğimi düşünerek onunla karşılaştığıma çok sevinmiştim. I. François’nın zırhına bürünebilecek ve o zırhın içinde bile Krallık Muhafız Kıtası’nın o zarif mavi frakı içindeki kadar rahat hareket edebilecek biri olan Brassard vikontu, ne görünüşü ne de ölçüleriyle şimdinin benim, diyen gençlerine benzemekteydi. Muhteşem bir zarafete sahip ve nice zaman ışıldamış olan bu batan güneşin yanında, şimdilerde ufakta yükselen şu küçücük moda hilallerin alayı da pek solgun ve cılız kalırdı! Yüzü onunki kadar ideal ve profili onunki kadar Yunanlı olmasa da, cüssesiyle andırdığı Çar Nikola’nın yakışıklılığına sahipti; akıl sır ermez bir düzenleme… ya da süslenme sırrı sayesinde saçları gibi siyah kalmış kısa bir sakalı vardı ve bu sakal, canlı ve erkeksi bir renge sahip yanaklarını ta yukarılara kadar kaplamaktaydı. Tüylü humbaracı beresinin, tıpkı miğfer gibi saçları döküp tepesini biraz açarak daha geniş ve daha mağrur kıldığı son derece soylu alnının –bombeli, hiç kırışıksız, bir kadın kolu gibi bembeyaz bir alın– altında Brassard vikontu, iyice çukura gömülmüş, çok koyu mavi ama derinliklerinde pırıl pırıl parlayan ve yontulmuş birer safir gibi duran iki pırıltılı göz gizler gibiydi! Bu gözler bakmak zahmetine girmiyor, delip geçiyorlardı. El sıkıştık ve sohbete koyulduk. Yüzbaşı Brassard, bir komutuyla bütün bir ChampsdeMars’ı1 dolduracakmış gibi çıkan gür bir sesle tane tane konuşuyordu. Dediğim gibi, çocukluğu İngiltere’de geçtiğinden, belki de İngilizce düşünüyordu; ama aslında hiç de sıkıcı olmayan bu yavaşlık söylediklerine, hatta şakalarına bambaşka bir hava veriyordu; yüzbaşı şakayı çok seviyordu, hatta bunda biraz ileri gitmekten de hoşlanıyordu. Sivri dilli dedikleri cinstendi. F. kontesi, dul kaldığından beri siyah, menekşe ve beyazdan başka renk kullanmayan o dul dilber, “Yüzbaşı Brassard hep fazla ileri gitmiştir,” derdi. Dostluğu arada bir kötü bulunamayacak kadar iyi bulunmuş olmalıydı. Ama dostluğunuz gerçekten kötüyse, SaintGermain semtinde her şeyden vazgeçilebileceğini siz de iyi bilirsiniz! Arabada sohbetin en iyi taraflarından biri de, insanların birbirlerine söyleyecek şeyleri kalmadığında kesilebilmesidir, üstelik bu kimseyi sıkıntıya sokmadan oluverir. Bir salonda bu rahatlığa sahip olamazsınız. Nezaket gereği konuşmayı sürdürmek zorunda kalırsınız ve çoğu zaman bu masum ikiyüzlülüğünüz, doğuştan sessiz bile olsalar (böyleleri var), aptalların birkaç çift laf etmek ve şirin görünmek uğruna didinip yırtındıkları bu sohbetlerin boşluğu ve can sıkıcılığıyla cezasını bulur. Toplu taşıma araçlarında, herkes hem kendi evinde hem de başkasının evinde gibidir, istendiği an, kabalık etmiş olmadan sessizliğe bürünüp konuşmaktan vazgeçerek hayallere dalabilirsiniz. Ne çare ki, yaşamdaki rastlantılar korkunç yavandır, eskiden (şimdiden eski oldu çünkü) yirmi kez arabaya –bugün trene bindiğimiz gibi– binerdiniz de bir kez bile ilginç ve hoşsohbet birine rastlayamazdınız… Brassard vikontu benimle önce; yoldaki kazalardan, dışarıdaki manzaranın ayrıntılarından ve eski günlerde karşılaştığımız çevrelerle ilgili biriki anıdan söz açtı, daha sonra akşam oldu ve ikimiz de günbatımının sessizliğine çekildik. Sonbaharda gökten adeta bir şimşek hızıyla –o kadar çabuk iner ki!– inen gecenin serinliği bizi yakaladı ve şakaklarımızla, yolcunun başyastığı olan sert bir köşe

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıŞeytani Öyküler
  • Sayfa Sayısı328
  • YazarJules Barbey d'Aurevilly
  • ISBN9789750743122
  • Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kırmızı Perde ~ Jules Barbey d'AurevillyKırmızı Perde

    Kırmızı Perde

    Jules Barbey d'Aurevilly

    Kırmızı Perde, D’Aurevilly’nin ilk yayımlandığında büyük edebî ve ahlaki tartışmalara yol açmış Şeytani Öyküler’inde topladığı altı öyküden biri. Bu kısa yolculuk öyküsü, Parisli bir...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Rip Van Winkle ~ Washington IrvingRip Van Winkle

    Rip Van Winkle

    Washington Irving

    Irving, Rip Van Winkle’da yıllarca süren uykuların, zamanda atlamaların olduğu, farklı kültürlerde benzerleri anlatılan masala yeni bir yorum getirir, masalın arka planınaysa Amerikan Devrimi’ni...

  2. Kaybolmasınlar Diye ~ Habib BektaşKaybolmasınlar Diye

    Kaybolmasınlar Diye

    Habib Bektaş

    Atıf Yılmaz’ın Eylül Fırtınası adıyla sinemaya uyarladığı Gölge Kokusu romanının yan sıra Cennetin Arka Bahçesi ve Ben Öykülere İnanırım gibi yapıtlarıyla da tanınan çok yönlü yazar Habib Bektaş’tan, kısa öykü türünün “anlık...

  3. Nefeshane ~ B. Nihan ErenNefeshane

    Nefeshane

    B. Nihan Eren

    Nihan Eren, nefes almayı bambaşka açılardan ele alıyor Nefeshane’de. Yazarın iyice olgunlaşan, lezzetini derinleştiren ama yeni arayışlardan da vazgeçmeyen bir dille kaleme aldığı sekiz...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur