Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından James Baldwin, roman ve öykülerin yanı sıra, tek bir türün kalıplarına sığmayan, bir anlamda kendi türünü icat eden düzyazı kitapları kaleme aldı. Sinema üzerine alışılmadık bir kitap olan Şeytanı Gördüm de bunlardan biri. Baldwin ele aldığı filmler kadar, bu filmleri ilk kez izlediği zamanı ve ortamı, filmlerin üretildikleri siyasal ve toplumsal koşulları da irdeliyor, sinemaya gitmenin hangi arzu ve yasaklarla yan yana düştüğünü keşfediyor. Film eleştirisiyle “sinema anıları”nı birleştiren, Amerika’daki ırk sorununa sinemanın aynasından bakan, Baldwin’in kendi kısa sürmüş Hollywood macerasıyla ve hayatının başka dönemlerinden anekdotlarla zenginleşen özel bir kitap.
Amerikan sinemasında siyahların temsil edilme biçimlerinin gizlediği önyargı, korku ve fantezileri keskin bir eleştirellikle ele alan Şeytanı Gördüm, Baldwin’in doğumunun yüzüncü yılında ilk kez Türkçede.
Kışkırtıcı bir tartışma.
Saturday Review
Bu ülkenin en iyi deneme yazarı. Baldwin’in gücü, üstünde iyi düşünülmüş, iğneleyici alaycılığında ve Amerikalıların kendilerini ülkelerinden korumalarını sağlayan kalınlaşmış deriyi kat kat soymaktaki ısrarında yatmıştır her zaman.
The New York Times Book Review
*
BİR
Kongo Meydanı
Joan Crawford’ın sırtı, dimdik, dar ve ıssız. Onu hareket halindeki bir trenin koridorlarında takip ediyoruz. Birini arıyor ya da birinden kaçıyor. Sonunda birisi yolunu kesiyor, sanırım Clark Gable. Hareket beni büyülüyor, hem perdede görünen hareket hem de perdenin kendi hareketi; hani denizin kabarıp durulması gibi (gerçi o zamanlar henüz denizi görmemiştim) ya da ışığın suda, suyun altında hareket edişi gibi.
Neredeyse yedi yaşındayım. Ya annem var yanımda ya teyzem. İzlediğimiz filmin adı Dance, Fools, Dance (Dans Edin, Budalalar).
Filmi hatırlamıyorum. Çocuklar, o ikilemler kendileriyle (onlarla birlikte büyümekte olan kendi ikilemleriyle) ilişkili değilse, herhangi bir ikilemle ilişki kuramayacak kadar benmerkezcidir. Çocuklar kendilerini içinde görmek istedikleri yaşantıya ilgi duyarlar, ben de giden trenin içinde kovalanmakta olan bir kaçağa imrenmiyordum elbette ama esas, zihnimin apayrı bir köşesinde, Joan Crawford’ın beyaz bir kadın olduğunun ayırdına varmıştım. Sonradan beni alışverişe göndermişlerdi, dükkânda beyaz olmayan bir kadın gördüğümü ve bu kadını tıpatıp Joan Crawford’a benzettiğimi hatırlıyorum. Güzelliği öyle inanılmazdı ki –sanki üzerine gün ışığını giymiş, kıyafetinin huzmelerini arada sırada elinin veya başının bir hareketiyle ya da bir gülüşle düzeltiyordu– o para ödeyip dükkândan çıkarken ben de peşinden çıkacak oldum. Dükkâncı beni tanıyordu, başkaları da annemin küçük oğlu olduğumu biliyorlardı (benim Miss Crawford’ımı da tanıyorlardı!), hepsi gülüp beni geri çağırdılar. Miss Crawford da güldü ve yüzünü eğip bana öyle bir gülümsedi ki utanamadım bile. Benim için epey nadir görülen bir durumdu utanmamak.
Tom Mix, beyaz atının sırtında. Aslında aklımda kalan Tom Mix’in şapkasıydı, şapkanın gölgesindeki bir gölge, taşlı topraklı bir arka plan (bu arka plan da her zaman hareket halindeydi) ve beyaz at. Tom Mix bir diziydi. Hafızam beni yanıltmıyorsa her cumartesi, Tom Mix’i ve nahoş biçimde başkasıyla değiştirilmeye müsait bir kadını tehlikeli, berbat bir durumda bırakıyorduk ya da şapkayı, şapkanın gölgesini ve beyaz atı bırakıyorduk demeli, çünkü at başkasıyla değiştirilmeye müsait değildi hiç, beyaz at olmazsa dizi olmazdı.
The Last of the Mohicans (Son Mohikan): Randolph Scott (on beşinci sınıf bir Gary Cooper) ve Binnie Barnes (Geraldine Fitzgerald’ın biraz acayip olanı), Heather Angel (az daha şaşkın bir Olivia de Havilland) ve Philip Reed (Anthony Quinn’in öncülü)… Philip Reed Kızılderili rolündeydi, adı Uncas’tı, Miss Angel’ın şahane sarışın bedenine duyduğu vahşi, hatta köle ruhlu tapınç, kadını bir uçurumdan baş aşağı ölüme gönderiyordu. Şerefini yitirmektense ölmeyi yeğliyordu kadın, aklıma yatmıştı bu. Dalalet içindeki Uncas, pusulası şaşmış arzusunun bedelini neticede canıyla ödüyordu ve tedirgin, gözü yaşlı, cesur bir çift olarak Randolph Scott ile Binnie Barnes sonunda el ele, yabanıl araziden kendilerini kurtarıyorlardı. Amerika’nın içlerine mi, yoksa gerisingeri İngiltere’ye mi gidiyorlardı, hatırlamıyorum, pek de mühim değil zaten.
20.000 Years in Sing Sing (20 Bin Senelik Kürek Mahkûmları): Spencer Tracy ile Bette Davis. O zamanlar artık benim için çok önemli olan genç ve beyaz bir öğretmenim, ki aynı zamanda çok da güzel bir kadındı, bana kol kanat germişti. On on bir yaşlarındaydım. Yazdığım ilk piyesi sahneye koyan oydu, ilk teatral huysuzluklarıma katlanmıştı ve nihayet dünyayı tanıma yolculuğumda bana eşlik etmişti. Bana okumam için kitaplar verir, kitaplar hakkında, dünyada olup bitenler hakkında benimle sohbet ederdi. İspanya’dan örneğin ve Etiyopya’dan, İtalya’dan, Alman Üçüncü Reich’ından bahsederdik, filmlere ve tiyatroya giderdik, on yaşındaki bir çocuğu başka kimsenin götürmeyi aklına getirmeyeceği filmleri ve oyunları izlemeye. Onu seviyordum tabii, kati bir şekilde seviyordum hem, bir çocuğun sevebileceği gibi; söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama aklımda tutuyordum ve anlattığı her şeyin faydasını sonradan gördüm. Biraz da o, benim korkunç hayatıma o kadar erken girdiği için olsa gerek, beyazlardan büsbütün nefret etmeyi başaramadım hiç, gerçi Tanrı biliyor ya, bir ikisini ya da daha fazlasını öldürsem diye düşündüğüm çok oldu. Fakat Bill Miller (adı Orilla’ydı ama biz ona Bill derdik) benim gözümde hiçbir zaman, Joan Crawford’ın beyaz oluşu gibi ya da ev sahiplerinin, dükkâncıların ya da polislerin veya çoğu beyaz olan diğer öğretmenlerimin beyaz oluşu gibi beyaz değildi. Onlar gibi aklımı karıştırmaz, beni hiç korkutmaz ve bana hiç yalan da söylemezdi. Bana acıdığını da hiç hissetmedim, üstelik bazen bize eski giysiler getirirdi (kışı nasıl geçireceğimizi düşünüp endişelendiğinden) ve balık yağı getirirdi, özellikle benim için; sonum boğmaca öksürüğünden gelecek gibiydi o zamanlar.
Elbette çocuktum, saftım. İnsanlara karşı güvensizlik doğuştan sahip olduğum bir ihtiyaç (ya da pekâlâ doğuştan sahip olduğum bir beceri) değildi; Bill Miller’ı olduğu gibi ya da bana göründüğü haliyle kabul etmiştim. Bununla birlikte, Bayan Miller ile diğer beyazlar –hayalimde veya hayatta oldukları haliyle beyazlar– arasındaki fark zihnimde derin ve altüst edici bir etki bırakmış olmalı. Bill Miller beni daha o zamandan döven polislere hiç mi hiç benzemiyordu, bana zenci diyen ev sahipleri gibi değildi, benimle dalga geçen dükkâncılar gibi de değildi. Beyazların tarifsiz biçimde tehditkâr, korkutucu, anlaşılmaz ve zalim olduklarını çıkarsamıştım, ne kadar zalimlerse o kadar anlaşılmaz oluyorlardı üstelik; akıl almaz soru da şuydu elbet: Herhangi birisinin beyazların yaptıklarını yapmasına sebep olacak ne olabilirdi göğün altında veya denizlerin derinliklerinde ya da cehennem kabirlerinde? Bayan Miller’a bakınca, beyazların yaptıklarını beyaz oldukları için değil başka bir sebepten yaptıklarından şüpheleniyordum ve böylece o sebebi arayıp bulmaya, anlamaya çabaladım. O da bir zenci gibi muamele görüyordu, özellikle de polislerden; ayrıca ev sahiplerini çok sevdiği söylenemezdi.
Babam, onunla yaşadığım yıllarda, hayatında gördüğü en çirkin oğlan olduğumu söylemişti, ona inanmamak için hiçbir sebebim yoktu. Ama babamın kurbağa gözlerimden nefreti değildi beni inciten, zaman içinde anladım ki o nefret hakiki değildi, başka bir şeyin yankısıydı: Gözlerim tıpkı annemin gözleridir. Bana çirkin diyen babam benden ziyade anneme saldırıyordu. (Şüphesiz, aynı zamanda, meçhul gerçek babama da saldırıyordu.) Bense annemi seviyordum. Onun da beni sevdiğini biliyor, benim için ağır bir bedel ödemekte olduğunu seziyordum. Küçüktüm, babamın beni iğrenç bulmasını pek umursamıyordum. (Kendime böyle diyordum ama… bu yargının hayatım üzerindeki etkisi muhakkak korkunç olacaktı.) Fakat annemin, her türlü şüpheden azade, dünyanın en güzel kadını olduğunu göremiyorsa babamın gözleri kördü herhalde diye düşünüyordum (ya da felç edici bir düşünce: Babam da beyazlar gibi anlaşılmaz biçimde zalimdi).
O cumartesi akşamüstü, şimdi karşımda Bette Davis vardı, yakın planda, elinde bir şampanya kadehi, patlak gözlerini belertmiş. Hayrete düşmüştüm. Babamın bir yalanını değil ama bir kusurunu yakalamıştım. Çünkü eninde sonunda, karşımda duran bir film yıldızıydı; beyazdı… beyaz bir film yıldızı olduğuna göre zengindi de, aynı zamanda da çirkindi. Bundan kısa süre önce veya sonra sokakta oyun oynadığım bir gün, yaşlı, simsiyah ve çok sarhoş bir kadını kaldırımda sendelerken gördüğümde hissettiğim gibi hissetmiştim kendimi; annem gelip pencereden baksın da o da kadını görsün diye koşarak üst kata çıkmıştım. Görüyor musun, bak! Senden daha çirkin anneciğim! Benden de daha çirkin! Hem şaşkınlıktan ve muhtemelen anneme olan bağlılığımdan hem de ekranda tehditkâr ve (benim için) muhtemelen sağlıksız bir şey görmekte olduğumu sezdiğimden, Davis’in ölü gibi beyaz teninin yeşile çalan tonu bir taşın altından sürünerek gelecek bir şeyleri çağrıştırıyordu bana, yine de alnının zekâyı anlatan şeklinden feci dudaklarına, hareket ettiğinde zenci gibi hareket edişine, beni etkileyen yönleri de vardı. Neticede, hastane yatağında yatarken birisini öldürüyordu ve suçu Spencer Tracy üstlenip Sing Sing’e geri dönüyordu. Film biterken Davis onun kollarında ağlıyordu. “Şimdi ne olacak ona?” diye sordum Bill Miller’a. Bill, “Bilmiyoruz” dedi; yine de sanki bana, kadının bunun üstesinden hiçbir zaman gelemeyeceğini, insanların yaptıklarının bedelini mutlaka ödediğini söylüyor gibi gelmişti.
O zamanlar, Bessie Smith’in “Niçin Sing Sing demişler buranın adına? / Gel bu taş yığınlarının yanına, kulak ver bu çekiçlerin şarkısına” baladını duymamıştım ve demiryolunda çalışmaya başlamama daha yedi yıl vardı. İlk ağlayışım daha da uzun süre sonra olacaktı; birinin kollarında ağlayışım çok çok daha uzun bir süre sonra; kendi patlak gözlerimle ben ne yapıyorum (veya tam tersini) diye düşünmemse çok çok çok daha uzun bir süre sonra olacaktı. Bunların aktris Bette Davis’le ya da sonradan ortaya çıkacak tüm o takıntılarımla bir ilgisi yoktu; kusurumun felaketim olmadığını keşfetmiştim; kusurum ya da kusurlarım silaha dönüştürülebilirdi pekâlâ.
Çünkü beni çirkin bulan yalnız babam değildi. Herkes benim “garip” olduğumu düşünüyordu, zavallı annem de buna dahil, bir tek o beni bunun için dövmeye kalkışmıyordu. Madem gariptim, ki garip olmalıydım, yoksa insanlar bana bu kadar garip davranmazlardı ve ben kendimi bu kadar kötü hissetmezdim, belki bu gariplikten faydalanmanın bir yolunu bulabilirdim. “Garip” bir çocuk içten içe ve biraz da korkarak bilir ki garipliği yıllar içinde azalmayacaktır. O yüzden eğer yaşamak istiyorsa hesabını doğru yapmalıdır ve ben yaşamam gerektiğini biliyordum. Annemin mutlu olmasını ve benimle gurur duymasını çok istiyordum, kardeşlerimi de çok seviyordum, bir bakıma neyim varsa onlardan ibaretti. Babam aramızda ayrım yapmıyor, ben onun oğlu olmadığım için beni diğerlerinden daha fazla dövmüyordu. (O sırada onun oğlu olmadığımı bilmiyordum gerçi, çocukların hiçbiri bilmiyordu. Gerçeği öğrendiğimizde bu da birbirimize eşlik ettiğimiz müthiş yolculuğun ayrıntılarından birine dönüştü.) Annemin bana bel bağlamış olduğunu da biliyordum. Her zaman güven telkin etmiyordum belki (hiçbir çocuk yapamaz bunu) ama elimden geleni yapıyordum; günün birinde ailenin gerçek reisi olmam gerekebileceğini biliyordum. Bu tam olarak gerçekleşmiş sayılmaz çünkü hepimiz birbirimize karşı sorumlu olmak durumundaydık ve sorumluluklarımızı hepimiz kendimize has yollardan yerine getiriyorduk. Evin en büyük çocuğunun, Tanrı biliyor ya, faydadan çok yük olduğu vakidir, peşinden gelen çocuklar için (katlanılması güç bir bela olmadığında) bir gizem unsuru olmaya mahkûmdur o… Ben de en büyük çocuktum, bu sorumluluğu boşa çıkarmayacaktım ve dünyanın bana ve aileme dair niyetlerini alt edebilmek için bilerek yaptığım ilk plan o cumartesi akşamüstü sinemalara (derdik biz) gitmekle başladı; aslında zihnimin sinemasından içeri ilk girişimdi aynı zamanda.
Tom Amca’nın Kulübesi’ni tekrar tekrar okudum (okuduğumu hatırladığım ilk kitap bu), sonra İki Şehrin Hikâyesi’ni okudum, tekrar tekrar. Bill Miller beni 135. Cadde’deki Lincoln’e, İki Şehrin Hikâyesi’ni izlemeye götürdüğünde on iki yaşındaydım.
Amerika’da siyahların yaşadığı hemen hemen her mahallede, Lincoln veya Booker T. Washington adı verilmiş bir film evi veya o ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıŞeytanı Gördüm
- Sayfa Sayısı112
- YazarJames Baldwin
- ISBN9789750864179
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bana Türkçe Bir Ekmek Ver ~ Cezmi Ersöz
Bana Türkçe Bir Ekmek Ver
Cezmi Ersöz
Bir yanımı, burada, bu insanlara bıraktım. Korktum onların yanında kendimi ele vermekten. Yanlarında ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı, taslakların içine yerleştirdim. Çerçeveledim… Bir yanım çekip gitti,...
- Hayat Bir Emrin Var mı ~ Cezmi Ersöz
Hayat Bir Emrin Var mı
Cezmi Ersöz
“Nerede bir Cezmi Ersöz yazısı, şiiri görsem, önce onu okumak isterim. Neden? Nedenini de hem bilirim, hem bilmem. Bilirim: Varlığı, bitimsiz muhalefettir o. Bilirim:...
- Kanatların Var Ruhunda ~ Nil Karaibrahimgil
Kanatların Var Ruhunda
Nil Karaibrahimgil
Kaygılar, korkular, kuruntular hep k’yla başlar ardından yürür ve sürekli sana bir şey fısıldarlar nereye gitsen fare gibi peşindedirler ve yoktur susacakları anneni ararsın...