Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şeytan Tangosu
Şeytan Tangosu

Şeytan Tangosu

Laszlo Krasznahorkai

Yalnız olmadığına sevindi; Pisicik hâlâ ısıtıyordu karnını. “Evet,” dedi sesini yükseltmeden önüne bakıp, “melekler bunu görür ve anlar.” İçinde bir huzur hissetti ve dört…

Yalnız olmadığına sevindi; Pisicik hâlâ ısıtıyordu karnını. “Evet,” dedi sesini yükseltmeden önüne bakıp, “melekler bunu görür ve anlar.” İçinde bir huzur hissetti ve dört bir yanındaki ağaçlar, yol, yağmur ve gece de hep birlikte bir huzur yayıyordu. “Olan biten her şey iyi,” diye düşündü. Her şey basitleşmişti, mutlak biçimde. Yolun iki yanında düzgün adımlarla ilerleyen, dımdızlak akasya ağaçlarına, birkaç metre önünde artık karanlığın içinde yitiveren kırlara baktı. Yağmur ve çamurun boğucu kokusunu duyuyor, doğru ve tam olması gerektiği gibi davrandığını yanılmaz bir şekilde biliyordu.

Yaşamın fiilî olarak durduğu bir Macar köyünde, güz yağmurları başlamıştır. Gelecekten umudunu, birbirine güvenini, içindeki iyilik duygusunu, dayanışma ruhunu yitirmiş insanlar, o diyardan gitmenin planlarını yapmaktadır. Bir kurtarıcı arayışı, yıllar önce öldüğünü sandıkları Irimias’ın dönüşüne dek sürer. İnsanlar ilk kez birlik içinde davranır ve kendilerini Irimias’ın kararlarına teslim ederler.

Simgelerden yola çıkarak anlatır Krasznahorkai yaşamı; olay örgüsünü bir döngü etrafında biçimlendirir. Sürekli ağ ören örümcekler, gökte dönüp duran kargalar, başıboş atlar, birbirinin tekrarı mevsimler…

Birinci bölüm

I
Geldiklerinin haberi

Ekim sonunda bir gün sabahleyin, insafsızca uzun süren güz yağmurlarının ilk damlaları sitenin güney tarafındaki çatlamış, alkalik toprağa (daha sonra berbat kokan çamur deryası patikaları ilk donlara kadar adamakıllı yürünmez hale getirmek ve şehri ulaşılamaz kılmak için) dökülmeden az önce Futaki, çan seslerine uyandı. En yakında dört kilometre uzaklıkta güneybatıda, eski Hochmeiss patikasında terk edilmiş bir şapel vardı; ancak orada bırakın çanı, kule bile daha savaş zamanında yıkılmıştı ve oradan herhangi bir sesin duyulamayacağı kadar şehre uzaktı. Dahası; bu yankılanan, muzaffer sesler hiç de öyle uzaktan gelen çan seslerini andırmıyor, sanki rüzgâr onları buraya oldukça yakın bir yerlerden (“Sanki değirmenden taraf…”) sürüklemiş gibi geliyordu. Mutfağın sıçan deliği kadar penceresinden dışarıyı görebilmek için dirseklerini yastığa dayadı ama yarıya kadar buğulanmış camın arkasında şafağın mavisinde ve gittikçe derinleşen çan uğultusunda yüzen site, henüz suskun ve kıpırtısızdı: Karşı tarafta, birbirinden uzak duran evler arasında yalnızca Doktor’un penceresinin perdeleri arasından dışarıya ışık süzülüyordu. O da Doktor artık yıllardan beri karanlıkta uyuyamadığı için. Çan sesi gitgide azalırken yok olup gidecek, çınlayan tek bir sesi bile kaçırmamak için soluğunu tuttu; çünkü gerçeği anlamak istiyordu (“Kesin uyuyorsun daha, Futaki…”); uzaklaşsa da her sesi duymak istiyordu. Buz gibi mutfak taşlarının üzerinde yumuşak, kedi adımlarıyla pencereye doğru ilerledi (“Hiç uyanık kimse yok mu? Kimse duymuyor mu? Başka hiç kimse?”), pencerenin kanadını açıp dışarı uzandı. Keskin nemli bir hava yüzüne çarptı, bir anlığına gözlerini yummak zorunda kaldı; horoz ötüşünden, uzaklardaki havlamalardan ve birkaç dakika önce üstüne üstüne gelen keskin, amansız rüzgâr uğultusunun yerini bıraktığı sessizliğe artık boşuna kulak kabartıyor, kendi boğuk kalp atışlarından başka hiçbir şey duymuyordu, sanki bütün bunlar sadece uykusunu bölen hayaletlerin bir oyunuydu (“… biri beni korkutmak istiyordu”). Uğursuz gökyüzüyle, çekirge istilasıyla yazın yanık kalıntılarına üzüntüyle baktı ve sanki birdenbire zamanın bütününün şeytani tekdüzeliği keşmekeşin tümsekleri üzerinden atlatarak yükseklikleri yarattığını, sonra da deliliği çarpıtıp bir gereksinime dönüştürerek ölümsüzlüğün devinimsiz küresinde soytarılık yaptığını duyumsarcasına o aynı akasya dalında baharın, yazın, güzün ve kışın geçip gittiğini gördü… ve ıstırapla burkuluverdiği anda ise beşik ve tabutun ahşap çarmıhında gevrekçe patırdayan bir hükmün kendini sonunda –unvan işaretleri ve ödüller olmaksızın– tüylerinden arındırılmış bir şekilde ölü yıkayıcıların eline verdiğini ve sonra da hilekâr kumarbazlarla (bittiğinde en son silahı olan evinin yolunu bir daha bulma umudundan da mahrum kalacağı, sonucu daha başından belli bir partiye bulaştığını da anlayacağı için, onu geriye götürebilecek tek bir patika bile kalmamış halde) ileride insana dair işlerin derecesini taşyüreklilikle göreceği hamarat deri yüzücülerin kahkahalarına verdiğini gördü kendini. Başını, sitenin doğusunda kalan, bir zamanlar tıklım tıklım dolu ve gürültülü olan, şimdilerdeyse harap ve terk edilmiş binaların yer aldığı tarafa çevirdi ve şişkin, kızıl güneşin ilk ışınlarının kelleşmiş çatılı, sapır sapır dökülen bir çiftlik evinin çatı kirişlerinin arasını delerek geçtiğini içi burkularak izledi. “Eninde sonunda artık bir karar vermem lazım. Burada kalamam.” Sıcak yorganın içine kaydı, başını koluna dayadı ama gözlerini kapayamadı: Şu hayalet çanlar onu dehşete düşürmüştü ama daha çok da bu birdenbire çöküveren sessizlik, bu tehditkâr suskunluk; çünkü şimdi artık her şeyin olabileceğini hissediyordu. Ama hiçbir şey kımıldamıyordu, tıpkı yatağında onun kıpırdamadığı gibi. Ta ki çevresindeki eşyalar arasında asabi bir söyleşi başlayıncaya değin (mutfak dolabı gıcırdadı, bir tencere tıngırdadı, bir porselen tabak yerinden kaydı). O anda birden yatakta dönüp Bayan Schmidt’ten yükselen ter kokusuna sırtını çevirdi, yatağın yanında daha önce bırakılmış su bardağını el yordamıyla buldu ve içindeki suyu bir dikişte bitirdi. Bununla da o çocukça korkudan kurtuldu, derin bir soluk aldı, terli alnını kuruladı. Schmidt ve Kráner’in, sığırları ancak şimdi toplayabileceklerini, Szikes’ten, sonunda zahmet dolu sekiz aya karşılık gelen parayı alacaklarını, sitenin kuzeyinde bulunan çiftlik ahırına kadar sığırları süreceklerini ve bunun için onlar oradan eve yayan ulaşıncaya kadar sağlamından birkaç saatin geçeceğini bildiğinden azıcık daha uyumayı denemeye karar verdi. Gözlerini kapattı, yanına döndü, kadını kollarının arasına aldı ve tam uykuya dalacakken yine çanları duydu. “Lanet olsun!” Yorganı yana kıvırdı ama boğumlu, çıplak ayağının mutfak taşına değdiği o anda sesler sanki (“Biri işaret vermişçesine…”) ansızın kesiliverdi. Yatağın kenarında kamburunu çıkararak oturdu, kollarını göğsünde kavuşturdu, sonra da bakışları boş su bardağına takılıp kaldı; boğazı kuruydu, sağ ayağı sızlıyordu ve ne tekrar yatmaya ne de ayağa kalkmaya cesaret edebiliyordu. “En geç yarın yola çıkarım.” Kasvetli mutfağın işe yarar durumdaki eşyalarını, üstünde yanıp donmuş yağdan ve yemek artıklarından kir pas içinde kalmış ocağı, onun altına tıkıştırılmış kopuk kulplu hasır sepeti, kırık ayaklı masayı, duvara asılı, tozlu aziz resimlerini, kapının yanındaki köşede üst üste yerleştirilmiş tencereleri gözleriyle bir bir süzdü, sonunda artık aydınlanmış olan minik pencereye doğru döndü, akasyanın öne eğilmiş çıplak dallarını, Halicslerin evinin çökmüş çatısını, eğik bacayı, yükselen dumanı gördü ve şöyle dedi: “Payımı alırım ve daha bu akşamdan!.. En geç yarın. Yarın sabah.” “Aman Tanrım!” diye ürpererek sıçradı Bayan Schmidt; alacakaranlıkta ne yapacağını bilemeyen bakışlarını dört bir yanda gezdirdi; göğsü inip inip kalkıyordu ama her şey tanıdık gelince hafifleyerek derin bir soluk aldı ve kendini yastığın üzerine bıraktı. “Ne oldu, kötü bir rüya mı gördün?” diye sordu Futaki. Bayan Schmidt korku dolu gözlerini tavana dikmişti. “Aman Tanrım, hem de nasıl!” diyerek yeniden iç çekti ve elini kalbinin üstüne koydu. “Böylesi de varmış ha!.. Düşünsene… Oturmuşum, içeride ve… ansızın biri pencereyi tıklattı. Açmaya cesaret dahi edemedim, önüne dikildim ve perdenin arkasından gözetledim. Bir tek sırtını gördüm, çünkü artık kapı kolunu zorlamaya başlamıştı… bir de bağırırken açtığı ağzını ama ne dediğini anlamak mümkün değildi… suratı tıraşlıydı ve sanki gözleri camdandı… korkunçtu… Sonra, akşam anahtarı yalnız bir kere çevirdiğim aklıma geldi ama biliyordum ki, ben oraya varıncaya kadar iş işten geçmiş olacaktı… ben de mutfağın kapısını hızla çarpıp kapattım ama aklıma senin anahtarın olmadığı geldi… Tam çığlığı basacak oldum, boğazımdan tek bir ses dahi çıkmadı. Sonra… hatırlamıyorum… neden ya da ne için, ama… Bayan Halics göründü pencerede ve kıkırdamaya başladı… onun kıkırdarken nasıl olduğunu bilirsin, değil mi?.. Her neyse, içeriye, mutfağa bakıyordu… sonra, nasıl oldu bilmiyorum… ortadan kayboldu… ama o arada beriki, dışarıda kapıyı tekmeleyip duruyordu, bal gibi biliyordum, bir dakika sonra kırıp içeri girecek, o sırada ekmek bıçağı geldi aklıma, hızla mutfak dolabına seğirttim ama çekmece sıkıştı ve ben asılarak zorlamaya başladım… korkudan oracıkta küt diye düşüp öleceğimi sandım… sonra kapının büyük bir gümbürtüyle içeri yıkıldığını ve birinin koridorda yürüdüğünü duydum… çekmeceyi hâlâ açamamıştım, o sırada çoktan mutfak kapısına gelmişti bile… nihayet çekmeceyi açabildim, bıçağı kaptım, o ise elini kolunu sallayarak yaklaşıyordu… ama bilmiyorum… birden orada, köşede, pencerenin altında uzanıverdi… ha, bir de yanında bir sürü mavi ve kırmızı tencere vardı, onların hepsi mutfakta sağa sola dağıldı… işte o sırada altımda yerin oynadığını hissettim ve inanır mısın, bütün mutfak harekete geçti sanki, bir araba gibi… şimdi hatırlamıyorum, nasıl olmuştu,” diyerek bitirdi sözlerini ve üstünden bir yük kalkmış gibi kahkaha attı. “İyi artık!” diyerek başını iki yana salladı Futaki. “Ben de, inanır mısınız, çan seslerine uyandım…” “Ne?!” diye şaşkınlıktan geri çekilerek yüzüne baktı kadın. “Çan sesleri mi? Nerede?” “Şey, ben de anlamadım bunu. Üstelik iki sefer, peş peşe…” Bayan Schmidt başını iki yana salladı. “Dur daha, sen sonunda kafayı yiyeceksin.” “Yoksa hepsini rüyada mı gördüm,” diye homurdandı Futaki canı sıkılarak. “Bak, görürsün, çok yakında olacak bir şeyler…” Kadın, öfkeyle ona sırtını döndü. “Durmadan bunu söyleyip duruyorsun, gerçekten artık vazgeçsen diyorum.” Tam o sırada dışarıda arka kapının aniden gıcırdadığını duydular. Ürkerek birbirlerine baktılar. “Olsa olsa odur,” diye fısıldadı Bayan Schmidt. “Hissediyorum.” Futaki, gergin bir şekilde oturduğu yerde doğruldu. “Ama, ama… bu mümkün değil! Henüz dönmelerine imkân yok…” “Ben nereden bileyim ya!.. Haydi, kıpırda artık!” Yataktan fırladı, giysilerini koltuk altına sıkıştırdı, odanın kapısını hızlıca çekip kapattı ve giyindi. “Sopam, sopamı dışarıda bıraktım.” Schmidtler ta ilkbahardan beri odayı kullanmıyordu. Önce duvarlar yemyeşil küf tutmuş, sonra kırık dökük ama her zaman tertemiz tutulan dolaptaki elbiseler, havlular ve bütün yatak takımları küflenmiş, birkaç hafta sonra da özel günlerde kullanılmak üzere kaldırılan kap kacak paslanırken dantel örtü serilmiş büyük masanın ayakları kaykılmıştı. Daha sonra perdeler sararıp üstüne üstlük bir gün elektrikler de kesilince kesin olarak mutfağa taşınıp odayı, fare ve örümceklerin hüküm sürdüğü bir imparatorluğa dönüşmesi için terk ettiler; zaten bu duruma karşı ellerinden gelen pek bir şey de kalmamıştı. Kapının pervazına yaslandı ve hiç kimseye sezdirmeden buradan nasıl çıkıp gidebileceğini düşündü; gelgelelim vaziyet oldukça umutsuz görünüyordu; çünkü buradan sıvışabilmesi için her halükârda mutfaktan geçmesi gerekiyordu, pencereden dışarı çıkmak içinse kendini haddinden fazla yaşlı hissetti, zaten bunu bir şekilde, Bayan Kráner olmazsa Bayan Halics fark ederdi, çünkü her ikisi de hiç sektirmeden yan gözle dışarıda ne olup bittiğini gözetlerdi. Üstelik sopası, eğer Schmidt bulacak olursa, onun burada, evin içinde bir yerlerde gizlendiğini hemencecik ele verirdi ve bu yüzden payını da alamayabilirdi, çünkü Schmidt’in bu konuda şakasının olmayacağını iyi bilirdi ve buradan, aynı yedi yıl evvel –ilandan yani propagandadan sonra çok geçmeden, refaha kavuşmanın ikinci ayında– sadece paçavraya dönmüş pantolonu, solmuş pardösüsü,beş parasız ve aç biilaç bir halde geldiği gibi defolup gitmesi gerekirdi. Bayan Schmidt koridora seğirtirken o, kulağını kapıya dayadı. “Hiç sızlanma, yavrucuğum!” Schmidt’in çatallı sesini duymuştu. “Ben ne dersem onu yapacaksın, şekerim, anlaşıldı mı?” Futaki’yi ateş bastı. “Param.” Kendini kapana kısılmış hissediyordu.

Düşünüp taşınmaya çok vakit yoktu, bu yüzden yine de pencereden çıkmaya karar verdi; çünkü “burada derhal bir şeyler yapmak lazım”dı. Tam pencerenin kolunu çevirecekti ki, Schmidt’in koridoru boydan boya geçtiğini duydu. “İşeyecek bu!” Parmak uçlarında kapıdan tarafa fişek gibi dönüp soluğunu bastırarak kulak kabarttı. Arkadaki avluya çıkan kapı, Schmidt’in ardından kapanınca da sakına sakına mutfağa süzüldü, sinirli bir şekilde elini kolunu sallayan Bayan Schmidt’i dikkatle süzdükten sonra çıtını dahi çıkarmadan aceleyle çıkışa yönelerek hızlıca dışarı çıktı ve kankasının döndüğünden iyice emin olunca da sanki yeni gelmiş gibi kapıya kuvvetlice vurdu… “Bu ne, kimse yok mu evde? Dostum Schmidt!” diye seslendi cırtlak bir sesle, sonra da –kaçış şansı bırakmamak için– hemen açtı ve Schmidt’in arka kapıdan kirişi kırmak için mutfağa çıkmasına fırsat bırakmadan yolunu kesti. “Bak sen, dur hele!” diye başladı müstehzi bir tavırla, “Nereye böyle acele acele, oğlum?” Schmidt’in gıkı dahi çıkmıyordu. “Dur hele, şimdi söylerim ben. Yardım ederim ben, ciğerim, yardım ederim, korkma sen!” diye sürdürdü kararmış yüzüyle. “Parayla sıvışmaya çalışıyordun! Doğru mu? Üstüne mi bastım?” Schmidt hâlâ konuşmadan gözlerini kırpıştırarak başını iki yana sallıyordu. “Vay be, gözüm, bunu hiç beklemezdim.” Mutfağa geri döndüler ve masaya karşılıklı oturdular. Bayan Schmidt gergin bir şekilde ocakta oyalanıyordu. “Beni dinle, dostum…” diye başladı Schmidt takıla tökezleye. “Hemen açıklıyorum…” Futaki eliyle kesti. “Sen açıklamasan da anladım ben! Bana bir tek Kráner’in de işin içinde olup olmadığını söyle.” Schmidt, kendini zorlayarak başını salladı. “Yarı yarıya.” “Sizi köpeğin tohumları!” diyerek köpürdü Futaki. “Aklınız sıra beni atlatacağınızı sandınız ha!” Başını öne indirdi. Düşündü. “Ee, peki şimdi! Ne olacak?” diye sordu sonra. Schmidt kızgınca kollarını iki yana açtı. “Ne olabilir ki? Sen de işin içindesin, ciğerim.” “Nasıl yani?” diye üsteledi Futaki ve bir yandan da sayıyordu. “Üçe böleceğiz,” diye cevapladı Schmidt kendini zorlayarak. “Yalnız çeneni sıkı tut.” “Ondan korkma sen.” Bayan Schmidt ocağın yanında derin bir soluk aldı. “Aklınızı mı kaçırdınız siz? Bundan sıyrılabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” Schmidt, sanki duymamışçasına, bakışlarını Futaki’nin yüzünde derinleştirmişti. “Pekâlâ. Meseleyi açıklığa kavuşturmadık, diyemezsin. Ama sana bir diyeceğim var. Ciğerim! Bunu mahvetme!” “Zaten anlaşmamış mıydık?” “Elbette, bu konuda bir an bile tartışmaya gerek yok!” diye sürdürdü Schmidt ve sesi yalvarır bir hale büründü. “Benim istediğim sadece… sana düşeni bir süreliğine bana borç vermen! Hepi topu bir yıllığına! Bir yere yerleşinceye kadar…” Futaki öfkeyle gürledi. “Peki, yalamamı istediğin başka yerlerin de var mı, gözüm?!” Schmidt öne yığıldı ve sol eliyle masaya tutundu. “Şayet geçen sefer sen kendin buradan hiçbir yere gitmeyeceğini söylemeseydin, ben senden bunu istemezdim! Madem öyle, neyine gerek senin hepsi? Sadece bir yıllığına… bir yıllığına! Bizim için şart, anla bunu, bizim için şart. Bu 20 papelle hiçbir şey yapamam, başımı sokacak bir yer bile alamam. Hiç değilse bir onluk ver bari, ha!” Futaki, “Beni ilgilendirmez!” diye yanıtladı kızgınca. “Zerrece umurumda değil. Yaşarken ölmeyi ben de istemiyorum burada!” Schmidt sinirli sinirli başını salladı, öfkesinden az kalsın hüngür hüngür ağlayacaktı, sonra yeniden başladı, inatla ve giderek daha da çaresizce, dirsekleri de, her kıpırdayışında bir yana kaykılan mutfak masasına dayalıydı ve o da sanki sonunda “içi el vermesin” ve dostunun yakaran ellerine bırakıversin diye kendisinin tarafını tutmuş gibiyken gözleri dalarak, ince huzmelerle içeri dökülen ışığın titreyen milyonlarca zerresine takılıp da burnuna mutfağın ağırlaşmış kokusu çarptığında, artık yelkenleri indirmesine ramak kalmıştı. Ansızın dilinde kekremsi bir tat duyunca, ölümün geldiğini sandı. Site dağıtılıp da insanların buraya gelirken duydukları coşkunun aynısıyla göçüp gittiği ve o –kendisinin olduğu gibi gidecek bir yeri olmayan Doktor, Okul Müdürü ve birkaç aile– burada takılıp kaldığından beri günbegün yemeklerin tadına odaklanmıştı, çünkü biliyordu ki ölüm önce çorbalara, etlere ve duvarlara yerleşirdi; lokmaları yutmadan önce uzun uzun ağzında çevirip duruyor, önüne nadiren gelen şarabı ya da suyu ağır ağır yudumluyor ve bazı zamanlar, kaldığı su pompası binasındaki makine dairesinin güherçileli sıvasından bir parça koparıp tadına bakmak; aromaların ve tatların düzenini bozan kuralsızlıkta İhtar’ı tanıyabilmek için karşı koyulmaz bir arzu duyuyordu; çünkü ölümün böylesi bir uyarı olduğuna ve çaresizliğe düşürücü bir mutlaklık olmadığına inanıyordu. “Armağan olarak istediğim yok,” diye sürdürdü Schmidt içi geçmiş halde. “Borç. Anlıyorsun, değil mi, dostum? Ödünç. Tam bir yıl sonra son kuruşuna kadar vereceğim.” Masanın yanında bezgince oturuyorlardı. Schmidt’in gözleri, yorgunluktan yanıyordu. Futaki ise korktuğunu görmesinler diye yerdeki taş mozaiklerin gizemli desenlerine dalmıştı ve zaten sorulsa da onlara nedenini açıklayabilecek durumda değildi. “Bana söyler misin, insanın içten içe yanıp tutuşmaktan korktuğu için nefes almaya bile cesaret edemediği o sıcak havalarda, ben bir başıma kaç kere gittim Szikes’e? Keresteyi bulan kimdi? Ağılı kim inşa etti? Ben de tamı tamına senin kadar veya Kráner kadar ya da Halics kadar süründüm! Şimdi de tutmuş bana, ‘Gözüm, borç,’ diyorsun. Sonra bir daha en yakın ne zaman göreceğim ben seni, ha?!” Schmidt, “Bana güvenmiyorsun yani,” dedi alınganlıkla. “Hayır!” diye gürledi Futaki. “Kráner’le bir olup şafak sökmeden bütün parayla birlikte tüymeye kalkıyorsun, sonra da sana güvenmemi mi bekliyorsun?! Sen, beni ne sanıyorsun? Salak mı?” Tek söz etmeden oturmaya devam ettiler. Kadın, ocaklığın önünde kap kacağı tıngırdatıyordu. Schmidt düş kırıklığına uğramış haldeydi; o ise titreyen ellerle sigara sarıyordu. Sonra masadan kalkıp aksayarak pencereye yürüdü ve ağırlığını sol tarafına vererek sopasına dayandı; evlerin çatılarının üstünde dalga dalga yağan yağmuru, rüzgârda uysalca eğilip doğrulan ağaçları, çıplak dalların havada çizdiği tehditkâr yayları izledi; kökleri düşündü, bugün artık bu toprağa dönüşen, can veren balçığı ve o kadar dehşete kapıldığı o sükûnu, o sessiz doymuşluğu düşündü. Sonra, “Söylesene!” diye seslendi duraksayarak. “Ne demeye geri döndünüz, madem bir sefer…” Schmidt, “Ne demeye, ne demeye!” diye homurdandı. “Çünkü orada, eve gelirken aklımıza geldi. Aklımız başımıza gelinceye kadar da zaten siteye gelmiştik… Bir de işte, bu kadın var ya… Onu burada mı bıraksaydım?..” Futaki başını salladı. “Peki ya Kráner’e ne oldu?” diye sordu sonra. “Anlaşmanız neydi?” “Evde pinekliyor onlar da. Kuzeye gitmek istiyorlar. Bayan Kráner duymuş, oralarda bir yerde külüstür bir kereste deposu mu ne varmış. Hava karardıktan sonra dörtyol ağzında buluşacaktık. Böyle ayrıldık.” Futaki iç çekti. “Gün, uzun daha. Ötekilere ne olacak? Halics’e, Müdür’e?..” Schmidt, parmaklarını yılgınca ovuşturup duruyordu. “Nerden bileyim? Bana kalırsa Halics elbette bütün günü uyuyarak geçirir, dün Horgoslarda büyük cümbüş varmış. Müdür Bey’i de Şeytan, bulduğu yerde çarpsın zaten! Hele onun yüzünden başımıza bir iş gelsin, bak ben o zaman onu çukurdaki ebleh anasının yanına nasıl gönderiyorum; yani senin için rahat olsun, dostum, rahatla.” Geceyi orada, mutfakta beklemeye karar verdiler. Futaki, karşıdaki evleri gözetlemek için pencerenin yanına bir sandalye çekti, Schmidt’i uyku bastırmıştı, masaya kapaklanıp horlamaya başladı, kadınsa mutfak dolabının arkasından demir şeritli asker sandığını çıkarıp üstünden tozunu aldı, bir güzel içini de sildi, sonra da konuşmadan öteberilerini doldurmaya başladı. “Yağmur yağıyor,” dedi Futaki. “Duyuyorum,” diye karşılık verdi kadın. Güneşin cılız ışığı tam da doğu yönüne akan bulutların birbirlerinin üstüne yığılan burgaçları arasından süzülüyordu; odaya neredeyse bir günbatımı alacakaranlığı çökmüştü ve duvarlara yansıyan titrek lekelerin yalnızca gölgeler mi, yoksa umuda bel bağlamış düşüncelerinin ardına gizlenen umutsuzluğun acı çığırları mı olduğunu tam olarak kestirmeye olanak yoktu. “Güneye gideceğim,” dedi Futaki, bakışları yağmura kilitli. “Orada kışlar daha kısa. Gelişen şehirlerden birine yakın bir çiftlik tutar, bütün gün ayağımı bir leğen sıcak suyun içine sarkıtırım…” Yağmur damlaları pencerenin her iki kanadından, içeriden, üstteki parmak kadar açıklıktan, yavaş yavaş en küçük yarıkları bile dolduracakları pervaz köşelerinden pencereyle çerçevenin buluştuğu yere kadar usul usul süzülüyor, oradan pervazın sonuna kadar yol açarak gene damlalara ayrıldıktan sonra, gezinmeye gittiği yerden geri dönmeye erindiğinden durumu fark etmeyen Futaki’nin kucağına dökülüp onu öyle güzel ıslatıyorlardı ki o altına kaçırdı. “Olmadı, bir çikolata fabrikasına, gece bekçisi olarak atarım kapağı… belki de bir kız yurduna kapıcı olurum… Ve her şeyi unutmaya çalışırım, yalnızca akşamları bir leğen sıcak su; sonra hiçbir şey yapmamaya, bir tek, kahpe hayatın nasıl geçtiğini izlemeye çalışırım…” Şimdiye kadar sessizce şakırdayan yağmur, artık barajlar yıkacak bir taşkın halinde gökten boşanmaya başlamış, daha alçakta bulunan alanlara doğru yılankavi dar kanallar kazarak zaten sular altında boğulmakta olan toprağı kaplamıştı. Camdan artık hiçbir şey göremediği halde dönmedi, çürümüş tahta çerçeveye ve duvarda alçının döküldüğü yere bakıp durdu ve birdenbire camda silik bir şekil fark etti, bir insan yüzü belirlendi, fakat korkuyla bakan bir çift göz görünceye kadar kim olduğunu anlayamadı. Nihayet gördü, “kendi yıpranmış çehresi”ni, şaşkınlıkla ve acıyarak tanıdı. Zamanın, yüz hatlarını ileride tıpkı şimdi kendisinin camın üzerinde dağılıp aktığı gibi silip geçeceğini hissetti; utanç, gurur ve korkunun birbiri üstüne yerleşmiş katmanları, ışın gibi üzerine doğru hareketlendiği anda, bir çeşit büyük, yabancı zavallılık yansıyordu bu görüntüde. Birdenbire o kekremsi tadı yine hissetti; sabahki çan sesleri, bardak, yatak, akasya dalları, mutfağın soğuk döşeme taşı geldi aklına ve dudaklarını kederle büktü. “Bir leğen sıcak su!.. Yok, cehennemin dibi!.. Zaten Tanrı’nın günü ıslatıyorum ayağımı…” Arkadan kulağına hıçkıra hıçkıra ağlama sesi çalındı. “Sana ne oldu şimdi?” Ama Bayan Schmidt cevap vermedi, utanarak yüzünü yana kaçırdı, hıçkırıklarıyla omuzları sarsılıyordu. “Duyuyor musun? Neyin var?” Kadın yüzüne baktı, ama daha sonra konuşmanın hiçbir anlamı olmadığını gören biri gibi, sessizce ocağın dibindeki tabureye oturup burnunu sümkürdü. “Neden susuyorsun şimdi?” diye üsteledi Futaki inatla. “Nasıl bir bela geldi başına?” Bayan Schmidt, kederle, “Ya biz nereye gitmeye çalışıyoruz?” diye patladı. “İlk gittiğimiz şehirde polis enseler bizi! Ya, anlamıyor musun? Adımızı bile sormadan!” “Ne ileri geri konuşup duruyorsun sen?” diyerek lafı ağzına tıktı Futaki öfkeyle. “Cebin tıka basa para, sen tutturmuş…” “Ben de tam bunu demek istiyordum işte,” diye kesti kadın adamın sözünü. “Para! Hiç olmazsa senin kafan çalışsın bari! Gitmek ha!.. Şu sefil sandıkla… tıpkı bir dilenci çetesi gibi!” “Yoo, bu kadarı da yeter artık. Bu meseleye karışma sen. Hiç üstüne vazife değil. Sesini çıkarma, senin işin bu,” diyerek payladı Futaki sinirli bir şekilde. Bayan Schmidt yerinden fırladı. “Nasıl? Neymiş benim işim?” Futaki, alçak sesle, “Demedim bir şey,” diye karşılık verdi. “Hem sessiz ol, yoksa uyanacak.” Zaman yavaş geçiyordu, şanslarına, tik taklarıyla onları bu konuda uyaracak olan çalar saat uzun zamandır bozuktu ama kadın gene de tahta kaşıkla fokur fokur kaynayan acı biberli yemeği arada bir karıştırırken hareketsiz ibreleri izliyordu. Sonra içinden buhar yükselen tabakların başına oturdular; iki erkek, Bayan Schmidt’in sonu gelmeyen uyarılarına karşın (“Ne bekliyorsunuz? Gece iliğinize işleyince mi, yemek yemek istiyorsunuz?”) yemeğe ellerini sürmediler. Işığı yakmamışlardı. Ne var ki bu kahredici bekleyişte önlerindeki nesneler silikleşip birbirine karışmış, güveçler kapının yanında canlanmış, azizler duvarda dirilmişti sanki; arada bir sanki yatakta da birisi varmış gibi geliyor ve bu hayalden kurtulmak için öyle anlarda birbirlerine kaçamak bakışlar atıyor ama üçünün yüzünden de aynı çaresizlik ifadesi yayılıyordu. Her ne kadar gece çökmeden yola koyulamayacaklarını bilseler de (çünkü ya Bayan Halics’in ya da Müdür’ün, Schmidt ve Kráner geciktiği için gitgide büyüyen bir endişeyle pencerenin dibinde oturarak Szikes’e çıkan patikayı gözetlediklerinden emindiler) her türlü ihtiyatı bir kenara bırakıp alacakaranlığa dalmak için Schmidt yerinde duramıyordu. Futaki, alçak sesle, “Sinemaya şimdi gidiyorlar,” diye haber verdi. “Bayan Halics, Bayan Kráner, Okul Müdürü, Halics.” “Bayan Kráner mi?” diyerek yerinden fırladı Schmidt. “Hani?” Ve pencereye doğru seğirtti. “Haklı. Kesinlikle haklıdır!” diye doğruladı Bayan Schmidt. “Kapa çeneni!” diyerek çıkıştı Schmidt. “Çabuk karar verme, dostum!” diyerek yatıştırdı Futaki onu. “Bu kadının kafası çalışıyor. Öyle ya da böyle havanın kararmasını beklememiz gerekiyor, değil mi? Hem böylece kimsecikler kuşkulanmaz, değil mi?” Schmidt, söylene söylene yerine, masaya dönüp yüzünü ellerinin arasına gömdü. Futaki, pencerenin yanında bezgince sigarasını tüttürüyordu. Bayan Schmidt mutfak dolabının dibinden sicimi çıkardı ve küf pas tutan mandalları birbirine geçirmek için boşu boşuna uğraştıktan sonra asker sandığını sımsıkı bağlayıp kapının yanına yerleştirdi, sonra da kocasının yanına oturarak kollarını göğsünde kavuşturdu. “Neyi bekliyoruz?” diyerek söz açtı Futaki. “Parayı bölelim!” Schmidt, kadına baktı. “Acelesi mi var, dostum?” Yaslanarak güçlükle yerinden doğrulan Futaki de oturdu masanın kenarına. Bacaklarını iki yana açıp tıraşsız çenesini kaşıyarak gözlerini Schmidt’e dikti. “Bir bölelim hele.” Schmidt şakağını ovuşturuyordu. “Zamanı bir gelsin, korkma, alacaksın.” “Ee, daha ne bekliyorsun, ahbap!” “Ama bu dayılanma da nesi şimdi? Hele Kráner de kalanını getirsin, azıcık bekleyelim.” Futaki gülümsedi. “İş gayet basit. Yanında olanı bölüşeceğiz. Payımıza düşen kısmı da daha sonra, dörtyol ağzına gittiğimizde böleriz.” “Peki, öyle olsun,” diyerek razı oldu Schmidt. “El fenerini getir bari.” “Ben alırım,” diyerek telaşla yerinden fırladı kadın. Schmidt sicimle sarmalanmış, hafif ıslanmış, tıka basa dolu zarfı kabanının içcebinden çıkardı. “Bekle!” diyerek durdurdu onu Bayan Schmidt ve sofrayı bir paçavrayla silerek temizledi. “Şimdi.” Schmidt (“Belge,” dedi. “Sırf seni dolandırmaya kalktığımı düşünmeyesin, diye.”) ve Futaki’nin burnunun dibine bir tomar buruşuk kâğıt dayadı. Beriki, yana eğdiği başıyla hızla karşı tarafa seğirtip, “Sayalım şunları,” dedi. El fenerini kadının eline tutuşturup masanın öteki ucunda Schmidt’in küt parmaklarıyla seri bir şekilde saydığı ve gitgide kabaran yığında biriken her bir banknotun izlediği yolu, ışıldayan gözlerle seyrederken onu yavaş yavaş anlıyordu ve içinde kalan hıncı da buhar olup uçtu; çünkü, “insanın bunca parayı görünce kafasının allak bullak olmasında ve ona sahip olmak için varını yoğunu tehlikeye atması”nda gerçekten şaşılacak bir yan yoktu. Midesi bir krampla burkuldu

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıŞeytan Tangosu
  • Sayfa Sayısı328
  • YazarLaszlo Krasznahorkai
  • ISBN9789750759543
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Seiobo Orada, Aşağıdaydı ~ Laszlo KrasznahorkaiSeiobo Orada, Aşağıdaydı

    Seiobo Orada, Aşağıdaydı

    Laszlo Krasznahorkai

    Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra...

  2. Savaş ve Savaş ~ Laszlo KrasznahorkaiSavaş ve Savaş

    Savaş ve Savaş

    Laszlo Krasznahorkai

    Macaristan’daki bir kasabada arşivcilik yapan Korin, sıradan belgelerin içinde eski bir elyazması keşfeder. Savaştan kaçmak isterken bir başka savaşa yakalanan dört arkadaşın efsanevi hikâyesini...

  3. Direnişin Melankolisi ~ Laszlo KrasznahorkaiDirenişin Melankolisi

    Direnişin Melankolisi

    Laszlo Krasznahorkai

    Yaşayan en önemli Macar yazarlardan Krasznahorkai, yapıtlarındaki biçem özelliğiyle öne çıkıyor. Yazarın “kıyamet güldürüsü” diye nitelendirilen Direnişin Melankolisi adlı yapıtı, bir taşra kasabasına gelen...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich BöllTrenin Tam Saatiydi

    Trenin Tam Saatiydi

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...

  2. Elmayı Yılan Isırdı ~ Agatha ChristieElmayı Yılan Isırdı

    Elmayı Yılan Isırdı

    Agatha Christie

    Bayan Ariadne Oliver o ara arkadaşı Judith Butler’da kalıyordu. Genç kadınla birlikte çocuklar için tertiplenen ve akşam verilecek o partinin hazırlıklarına katılmaya gitmişlerdi. Ortalık...

  3. Mona’nın Gözleri (Şömizli) ~ Thomas SchlesserMona’nın Gözleri (Şömizli)

    Mona’nın Gözleri (Şömizli)

    Thomas Schlesser

    52 hafta, 52 sanat eseri ve bir dede-torun hikâyesi: Mona’nın Gözleri On yaşındaki Mona görme yetisini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doktorlar hastalığın gizemini araştıradursun, Mona’nın sanatsever...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur