“Demek ki biz, zavallı insanlar, kalplerimizin elinde birer baziçeden başka bir şey değiliz. İyi geçen bütün bir hayat, uzun manevi perhizler, senelerce yerleşen esaslar bazen bir kadının parlak gözleri için altüst olabiliyor. Yoksa herkes metin de, ben ayrıca böyle zayıf mı doğmuştum? Bununla beraber esaslarıma, zevceme ihanet edecek bir şey yapmamıştım değil mi? O kadar elim arzular, iştiyaklarla manen ve maddeten hasta olacak kadar ezilmiştim de yine Seviye’ye bir şey söylememiştim.”
“Seviye Talip yapısı, kurgusu ve karakterleriyle Halide Edib’in en başından beri kısa hikâyeler ve makalelerin ötesinde bir roman yazarı olduğunu gösterir. Halide Edib’in korkusuzca yazdığı bu roman, politika ve aşkı bir arada barındıran bir Verdi operası gibidir. Bu romanda İkinci Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, kanlı ayaklanmalar bir tarafta, yeni Türk kadını, modernleşme, medeniyet tartışmaları diğer taraftadır. Ortada ise tüm zayıflıkları ve arzularıyla insan vardır.”
İclal Vanwesenbeeck
Kaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.
Yayına Hazırlayanların Notu
Bu kitap yayına hazırlanırken yazarın kullandığı dil ve kelimeler olduğu gibi bırakılmış, sadece imlası günümüz kurallarına uyarlanmıştır. Artık pek kullanılmayan kelimeler ve Farsça yapılı tamlamalar için metin sonuna, kelimelerin metinde geçen anlamlarını içeren bir sözlük eklenmiştir. Bunların dışında, okurun merakını uyandırabilecek kimi noktalarda açıklayıcı bilgiler ve Batı dillerinden aktarılmış kullanımların Türkçe karşılıkları dipnotlara eklenmiştir. Halide Edib, 1909 sonbaharı ve 1910 kışı arasında yazdığı Seviye Talip’i ilk kez 1910’da, Halide Salih adıyla, Bursa’da, Hüdavendigâr Vilayeti Matbaası’nda bastırmıştır. Romanın Arap harfleriyle son baskısı ise 1924’te Orhaniye Matbaası’nda yapılmıştır. Seviye Talip’in Latin harfleriyle ilk baskısı Atlas Kitabevi tarafından Baha Dürder’in sadeleştirmesiyle yazarın ölümünden üç sene sonra, 1967’de yapılmış, daha sonra kitap 1973 ve 1987 yıllarında tekrar basılmıştır. Romanın Can Yayınları’ndan çıkan bu baskısı, metnin orijinal haliyle sunulduğu ilk detaylı metin çalışmasıdır. Bu çalışma için 1924 metni esas alınmış, 1910 ve 1924 baskıları arasındaki farklar dipnotlarda gösterilmiştir. Kitabın 1924 kopyasına erişimimiz konusunda bizlere çok yardımcı olan Atatürk Kitaplığı çalışanlarına müteşekkiriz.
1
Avdet
Sirkeci’de ekspres durur durmaz ilk gözüme ilişen şey uzunca boylu, siyah çarşaflı bir kadının yanımdaki kompartımandan fırlayan bir adama, beyaz eldivenli ellerini zarif, samimi bir vazla uzatışı oldu. O vakit, geleceğimden benimkileri haberdar etmediğime nadim oldum. Hem de ne küçük, ne sefil mütalaalar üzerine onlara haber vermemiştim. Macide’nin1 dallı, biçimsiz bir çarşafla, elinde paçaları düşük bir çocukla geleceğinden, halamın sert çehresinde istihfaflı bir tebessümle, arkadaşım Numan’ı –biraz pek de fazla bulduğum şık kıyafeti için– tezyif edeceğinden korkmuştum.
Bunlar öyle küçük hiçlikler ki altı aylık aile hayatımda, bundan üç sene evvel, görünmez iğnelerle, esaslı olması lazım gelen mesudiyetimi didiklemişti. Üç sene evvel, yine bu istasyonda, böyle teferruatın hayatımdaki yekûnundan kaçarken, on yedi yaşında bir çocuk çehresine irsi bir teslimiyet ve inkıyat yerleşen Macide’nin durgun, siyah gözlerinde neden yaşlar eksik olduğunu düşünerek, müphem bir ezayla çıkmış gitmiştim. Bu üç sene İngiltere’de ufak, şahsi bir servetin temin edebildiği kanaatkâr bir tarzda zamanımı tetebbua sarf ederek sade, sakin yaşamıştım.
Ben gittikten altı ay sonra bir çocuğum da olmuştu. Bunu Macide güzel fakat hiçbir şey ifade etmeyen yazısıyla yazmıştı. Zaten her on beş günde bir selamla başlayıp selamla biten bir mektup alırdım. Bazen çocuğun elini mürekkebe batırarak mektuba bastırıyorlardı. Fakat bir ana, bir baba ruhunu teshir edecek teferruat bu mektuplarda1 yoktu. Yalnız çocuğun baba dediğini ve yürüdüğünü yazmışlardı.
Çok zaman Macide’nin bu sükûnperver, muti, biraz da sathi görünüşünden başka bir şahsiyeti var mı diye düşünmüştüm. Fakat hayır! Onlar bir sınıf genç kızlardır ki gazete okuyabilecek, mektup yazabilecek kadar okur, yazarlar; sonra bütün zamanlarını2 ev hayatına hasrederler. Onlar için3 en tabii şey dikiş dikmek, ortalık süpürmek, yaygıları temiz, düzgün bulundurmak, ortalıkta döküntü bırakmamaktır. Bunlar istihfaf edilecek şeyler değildir. Fakat onların4 bu kadınlıklarında bir erkeği sıcak bucağına koşturacak bir şey yoktur. Ne köşelerde tebessüm eden bir-iki çiçek, ne de temiz, zarif, sizi anlamaya, sizi eve ısındırmaya müheyya bir kadın görebilirsiniz. O daha arkasından iş entarisini çıkarmaya vakit bulmadan, siz eve gelirsiniz. Siz ona efkâr-ı hususiyenizden bahsederken onun endişenâk gözleri konsolun üzerinde toz arar…
İngiltere’de mümkün mertebe kadından uzak yaşadım. Oranın içtimai hayatıyla5 kadınlarını gördükçe milli bir noksan ruhumu tırmalardı. Onun için memleketimize yarayabilecek başka noktainazarlardan1 İngiltere’yi gözden geçiriyordum. Fakat her yoldan kadın meselesi karşıma çıkar, sırtarırdı. Bu bir yoksulluk2 ki hiçbir şey onun yerini doldurmuyor! Bunun için zamanımı felsefeye hasretmiştim.
Nihayet Meşrutiyet ilan edilince ana toprağından gizli bir el geldi, kalbimi kavradı. Memleketi görmek ihtiyacı İngiltere’yi bana zindan etti. Gözlerimi kapar3 bazen bir şimendifer penceresinden görülüveren izbe bir sokakta, çatıları4 birbirine eğilen evlerin kapılarında yalınayak, yırtık basma entarili, çamurlarda oynayan küçük güruhları görürdüm. Uyanık gözleriyle, küçük becerikli elleriyle bu çocukları, sonra onları kapı aralıklarından çağıran, çalışkan, sabur solgun yüzlü kadınları ve ekseriyeti kahve önlerinde daimi bir atalet içinde görülen babalarıyla bu memleketi çok göreceğim gelmişti. Bana Londra’nın temiz geniş sokakları, muazzam binaları onun yarı naim, siyah, harap ev yığınlarıyla, çarpık sokaklarıyla kıyas kabul etmez derecede sevimsiz geliyordu.
Meşrutiyet ilan edileli pek az bir zaman oluyordu, Bosna ve Hersek ilhakı, Bulgaristan istiklali, Girit meselesi birbirini takip etti. Vatanın bir köşesinde sessizce çalışmak için dönerken, Meşrutiyet’in verdiği ilk güzel ümitler yerine endişenâk, meyus bir karaltı ruhumu gölgelendiriyordu. Acaba başımızı kaldırmaya bizi bırakacaklar mı diyordum. Köprünün üstüne doğru gelirken, bir arkadaşımın mektubunda “bütün varlıklarını tehziz eden büyük bir sevincin sarhoşluğuyla yanan müteheyyiç, hürriyetle çıldırmış” diye tavsif ettiği simalarda son vekayiyle sakit, tehditamiz bir tehevvür, bir isyan, samimi bir elem kasırgası dolaşıyordu. Sonra bu elemin kalem efendilerinin, mektepli çocukların, hatta arabacılara kayıkçılara kadar hepsinin nasiyesinde aynı manayla uçtuğunu görünce kendi meyus ruhumda gurura benzer bir şey kabardı: Felaket ve tehlike önünde birleşen kalpler, düşmana karşı birbirine kilitlenen eller toptan tüfekten müessir müdafaalardır.
Memleketin havasında ihtizaz eden bu galeyan-ı umuminin cereyanına kendimi bıraktıktan sonra, aileme karşı epeyce bir tecessüsle1 eve giriyorum. Acaba bu hali2 onlar nasıl telakki ediyorlar? Milletin camit, esrar arkasında atıl, batıl kalanları! Onlar da nihayet uyandı mı? Duvarlar arkasında bütün dünyevi alakaları kocalarına münhasır olan kadınlar! O kocaların halet-i ruhiyelerine yabancı mı kalıyorlar? Zavallı kadınlar, ne kadar gevşek, ne kadar hararetsizdiler! Bundan da asıl mesul olanları çok sonra anladım ya…
Meşrutiyet’ten sonra kadınlarda büyük bir faaliyet görüldüğünü söylemişlerdi. Ben bu aralık bir kadın meselesi çıkmasına muterizim. Fakat bu meseleye karşı erkeklerin noktainazarını, onların ittihaz edeceği hatt-ı hareketi şayan-ı tetkik görüyorum.3 Bana geliyor ki memleket bu hususta ikiye ayrılmış olacak: Bir kısım, mutaassıp bir şiddetle bu şeyleri kökünden ezip mahvetmek isteyecek eskiler… Diğer kısım, kadınlar daha1 hürriyeti hüsn-i istimal edebilecek bir talim ve terbiye almadan,2 bir tekâmül-i ahlaki geçirmeden onlara mutlak3 bir hürriyet vermek isteyecek züppeler! Bir kısmı kadını esir yapacak,4 diğer kısmı ona süslü bir oyuncak nazarıyla bakacak. Eğer kadına arkadaş ve müstakbel unsurun5 yegâne validesi ve mürebbiyesi diye bakanlar ve onları o surette yetiştirmek isteyenler varsa bunlar ekalliyette veyahut nazariyesi bol, teşebbüsü az tarafta… Ben hangi tarafa mensubum? Pek bilmiyorum. Kadın meselesi için vazıh bir fikrim ve arzum yok. Bu, beni içinden çıkılmaz bir muamma gibi yorar, esnetir. Zannediyorum ki şerait-i içtimaiyemiz kadınlar için derin düşünmeye müsait değil; bu teammuka gelmez ince meselelerden biri.
Arabayı Kısıklı’da bıraktım. Kalbimde hafif bir çarpıntı var: Çocuğumun yüzünü göreceğim. Eve yaklaştıkça felsefelerim çekiliyor. Şimdi bir fikr-i hâkimle başını zilletlerden kaldıran vatanıma dönüyorum. Bizim küçük, boyasız evin damını görünce adımlarımı sıklaştırdım. Yolun6 üstünden Macide’nin zenginleşmiş, vakurlaşmış küçük sesini işitiyorum:
“Anne, dikkat et, Hikmet düşecek. Şimdi çocuğa börek verilir mi ya? Midesi…”
“Allah Allah! Sana kalsa çocuğu açlıktan öldüreceksin!”
Parmaklığın önünde durdum. İçeriye baktım. Mutfak1 kapısı açık… Macide arkasını bahçeye çevirmiş, merdivende ayakta duruyor. Benim ısrarımla yapılan, giydirilen tuvaletler sandıknişin olmalı! Arkasında beyazlı siyahlı bir basma entari… Sade entaricik, belinden bağlanan beyaz bir kurdelenin ianesiyle,2 uzun bir vücudun hatlarını, genç omuzlarının düşük güzelliğini meydana çıkarmış, merdivene yayılan uzunca eteği, boyunu3 uzatarak ona hemen klasik denecek sade bir mükemmeliyet veriyor. Siyah, gür saçları kalın bir örgüyle ensesinde toplanmış. Bu tenha yoldan adam geçeceğini hatırına bile getirmemiş olmalı ki başörtüsüz içeride yemek pişiren annesiyle konuşuyor.
“Macide! Macide!”
Yıldırım gibi döndü. Esmer çehresini hayret, sevinç ve tereddütle bir humret kapladı.
İlk hareketi merdivenleri atlayarak bana koşacağını tahmin ettiriyordu. Fakat başını mutfağa çevirdi, “Anne, Fahir4 geldi!” dedi. Ve merdivenleri epeyce bir telaşla inerek bana doğru geldi. Ben Macide’yi kollarımın arasında sıkarken, halamın dürüşt çehresi mutfak kapısında göründü. Önünde mahut dokuma önlüğü vardı. Fakat gözleri müsaadekâr ve mütebessimdi.
“Halacığım…” diye ona doğru koşarken, “Zarar yok oğlum, hürriyet var…” diyordu.
“Hala! Nasıl, hürriyetimizden memnun musunuz?” O çoktan tenceresine dönmüştü.
“Hürriyetten kadınlara ne oğlum?” dedi, “Erkekler düşünsün.”
Bu aldığım cevaptan pek kırılmaya zaman kalmadan, mutfağın bir köşesinde önünde değnek geçili sandalyesinde oturmuş, kumral saçlı bir çocuk başının, mütecessis ve azıcık da korkak, bize baktığını gördüm. Bir saniye sonra kollarımın arasından kurtulmak için çırpınıyor, uluyordu. Halam imdada koştu.
“Daha beybabasını bilmiyor, benim oğlum… Hikmet, bak babaya!”
Üçümüz de etrafında gülünç bir endişeyle, pek tuhaf olmayan maskaralıklarla Hikmet’i susturmaya çalışıyoruz. Fakat bizim hiç muvaffak olamadığımız bir şeye benim parlak boyunbağı iğnesi muvaffak oldu: Hikmet1 kendisine o kadar müştak olan kolların arasına girdi…
* * *
Uyandığım vakit Macide’yi yanımda bulmadım. Hikmet çıplak pembe ayaklarını ellerinin içine almış, kemal-i ciddiyetle birer birer parmaklarını çekiyor. Biraz ötede, mangalın başında, Macide, beyaz geceliğiyle oturmuş, muhteriz, yavaş hareketlerle, kar gibi beyaz örtülü bir kahve takımından bir şeyler alıyor, uzun, kalın örgüsü arkasında, alnında kıvrılan küçük bukleleri eliyle arada itiyor fakat bütün dikkati cezveyi taşırmamaya matuf!
“Galiba pişen kahveyi ben içeceğim.”
“Ben de zaten sizin için pişiriyorum.”
Kemal-i itinayla kahveyi fincana boşalttı. Yatağıma getirdi.
“Bugün seninle kalksak, oğlanı alsak, Beyoğlu’na kadar yollansak olur mu?”
“O ne için?”
“Sizi şan-ı hürriyete layık surette donatmak için!”
Macide kızardı:
“Benim esvabım yok değil. Dün ortalık süpürdümdü de ondan arkamda o basma vardı.”
“Biliyorum ama sizin için azıcık para sarf etmek canım istiyor.”
Macide, Hikmet, ben üçümüz o gün Beyoğlu’na yollandık. Macide çarşaflanırken endişenâk gözlerle bana döndü:
“Alnımda kabarık saçlar yok da fena duruyor değil mi?”
“Yok,” dedim, “senin minimini kafanın arkasında kıvrılan bu örgüyü, çehrenin hututunu bozmayan, alnının etrafında taranıp da aralarında kıvrılan saçları, bunların hepsini, Parisli bir berberin elinden çıkmış başa değişmem…”
Minnettar, parlak gözlerle başını bana çevirdi. Zannettim ki bu cümlem onun o gün bütün evzanında ahenktar, kanaatkâr bir memnuniyetin anahtarıydı. Yalnız Karlman’da1 kabarık saçlarıyla, korselerinden fırlayan mebzul göğüsleriyle, parlak kırmızı yanaklarıyla dolaşan satıcı kızlar1 kaşlarının arasında artık öğrenmeye başladığım, istifhamkâr, mütereddit çizgiyi meydana çıkardı. Fakat Macide’nin bir-iki saat bekleyip2 tadilat icra ettirdikten sonra yüklendiğimiz bluz paketleri, eteklik kumaşları ve Hikmet’in kostümleriyle dükkândan çıkarken, o zihnini müteezzi eden bir şeyden bahsediyormuş gibi dalgın dalgın söylüyordu:
“Senin de benim gibi bu kabarık saçları sevmediğine memnun oldum. Bilsen, artık yırtık çarşaflarla, hatta parçalanmış ayakkabılarıyla sokağa3 çıkan kadınlar bile4 Beyoğlu’ndan eğreti bir küme alıp alnına yapıştırıyor. Geçende komşu hanım yalvardı da beni tiyatroya götürdü; görmeliydin…”
Kalbinin temayüllerine,zihninin düşüncelerine beni müşterek tasavvur ettiği bu şeyleri anlatırken genç, samimi bir neşeyle gülerek devam etti:
“Localardan alnında okkalarla kıvırcıklar, arşınlarla kurdelelerden kuleler yükselen hanım başları görünüyordu.”
Bu cümleye tebessüm etmeden kendimi alamadım.
“Macideciğim, biraz insaf et; herkesin senin gibi okkalarla güzel saçları yoktur. Bir de bazı çehreler kendini göstermek için gösterişli saçlara muhtaçtır.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSeviye Talip
- Sayfa Sayısı192
- YazarHalide Edib Adıvar
- ISBN9789750743764
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kocan Kadar Konuş ~ Şebnem Burcuoğlu
Kocan Kadar Konuş
Şebnem Burcuoğlu
“Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu...
- Camdaki Kız ~ Gülseren Budayıcıoğlu
Camdaki Kız
Gülseren Budayıcıoğlu
“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz.” Aşk yakıyor Ayrılık kavuruyor Aldatılmaksa hep çok acıtıyor… Bize çocukluk...
- Oltacı – Denize Dair Hikâyat ~ Vecdi Çıracıoğlu
Oltacı – Denize Dair Hikâyat
Vecdi Çıracıoğlu
Deniz küser mi diye içinden geçirdi. Küsegelen ruhlu deniz, tıpkı insanlar gibidir. İyi huylu insanlar da küsegelendir. Kendini düşündü. Küsegelen miydi? Deniz gibi miydi?...