En azından şunu bil ki bu dünyada seni seven bir adam var.
Seni her zaman seven ve bu ona zarar verse de hep sevecek olan bir adam…
1960. Jennifer Stirling zengin kocasının servetiyle lüks bir hayat yaşamaktadır. İstediği her şeye sahip olduğunu zannetse de bir gün ondan her şeyi arkasında bırakıp kendisiyle gelmesini isteyen bir adama âşık olur. Hayatında ilk defa tutkuyu hisseden Jennifer’ın önünde iki seçenek vardır: Ailesine ihanet etmek ya da aşkının peşinden gitmek…
2003. Gazetecilik kariyerinde zirveye yükselmek isteyen Ellie Haworth ünlü ve karizmatik bir yazarla ilişki yaşamaktadır. Aslında çok mutlu olması gerekirken sevdiği adamın başka bir kadına ait olması Ellie’nin hayatını ve tercihlerini gözden geçirmesine yol açar. Bundan böyle ya eksik bir sevgiye razı gelecek ya da kendini korkusuzca gerçek aşkın kollarına bırakacaktır…
Bir gün Ellie, gazete binasının tozlu arşivinde 1960’lardan kalma aşk mektuplarına rastladığında iki kadının hayatı beklenmedik bir biçimde kesişir. Acı bir aşk hikâyesinin eksik parçaları bir araya gelirken Jennifer ve Ellie’nin hayatı geçmiş, gelecek ve günümüzle tekrar şekillenir.
“Size aşk cümleleri yazdıracak bir roman…”
-Glamour-
“Modern ancak tüm zamanları aşan bir kitap. Ölümsüz bir aşka sımsıkı tutunanların hikâyesi…”
-Leila Meacham-
“Tutku denizinde yüzmek istiyorsanız Sevgilimden Son Mektup kendinize vereceğiniz en güzel hediye olacak.”
-Sunday Herald-
***
giriş
Ellie Haworth kalabalığın arasından arkadaşlarına bakındı ve bara doğru ilerledi. Çantasını ayaklarının dibine bırakıp cep telefonunu önündeki masaya koydu. Arkadaşları çoktan sarhoş olmuştu. Tiz seslerinden, kollarının abartılı hareketinden, kahkahalarından ve ortalarında duran boş şişelerden anlaşılıyordu bu.
“Geç kaldın.” Nicky saatini gösterip parmağını ona doğru salladı. “Sakın, İşlerim vardı,’ deme.”
Ellie, “Haksızlığa uğradığını düşünen bir milletvekilinin karısıyla röportajım vardı. Affedersiniz. Yarınki baskıya yetişmesi gerekiyordu,” dedi ve boş sandalyeye oturup şişelerden birinin dibinde kalan şarabı bardağına doldurdu. Ardından masanın üzerindeki telefonunu ileriye doğru itip konuşmaya devam etti. “Evet, bu gece irdeleyeceğimiz can sıkıcı kelime: Görüşürüz.” “Görüşürüz mü?”
“Evet, bir veda sözcüğü. Yarın mı, yoksa günün ilerleyen bir saatinde mi görüşürüz demek istiyor? Belki de hiçbir anlam ifade etmeyen korkunç bir ergen taktiğidir.”
Nicky telefonun parlayan ekranına baktı. “Görüşürüz sözcüğünün yanında bir de öpücük işareti var. İyi geceler, diyormuş gibi. Yarın görüşürüz demek istiyor sanki.”
“Kesinlikle yarın,” dedi Corinne. “Görüşürüz sözcüğünün anlamı her zaman yarın demektir.” Duraksadı. “Bir sonraki gün anlamına da gelebilir tabii.”
“Çok sıradan.”
“Sıradan mı?”
“Sanki postacıya söylenecek bir söz gibi.”
“Postacıya öpücük mü gönderiyorsun sen?”
Nicky sırıttı. “Olabilir. Muhteşem bir adamdır kendisi.” Corinne de mesajla ilgili fikrini dile getirdi. “Adama haksızlık etmeyelim. Başka bir işle uğraşırken aceleyle yazmış olabilir.” “Karısıyla uğraşırken örneğin…”
Ellie, Douglas’a uyarı niteliğinde bir bakış attı.
“Ne var?” dedi Douglas. “Mesaj dilinin şifresini çözme aşamasını çoktan geçmiş olmanız gerekmez miydi?”
Ellie şarabını yudumladı ve sonra masaya eğildi. “Bana ders vereceksen sanırım bir içkiye daha ihtiyacım olacak.”
“Biriyle ofisinde sevişecek kadar yakınlaşmışsan kahve içmek için ne zaman buluşacağını da kolayca sorabilmelisin bence.” “Mesajın devamında ne diyor? Ofiste sevişmekle ilgili bir şey olmadığını söyle lütfen.”
Ellie telefonuna bakıp mesajı aşağı kaydırdı. ‘“Evden can sıkıcı bir telefon geldi. Haftaya Dublin’de olabilirim ama kesin bir plan yapmadım. Görüşürüz x.’”
“Sanırım tüm olasılıklara açık kalmak istiyor,” dedi Douglas. “Tabii eğer… programdan gerçekten haberdar değilse.” “öyle olsa, ‘Dublin’den ararım,’ ya da ‘Sen de Dublin’e gel, derdi.”
“Karısıyla gidiyor olabilir mi?”
“Onunla iş gezilerine gitmez.”
Douglas birasını içerken, “Belki de başkasıyla gidiyordur.” diye mırıldandı.
Nicky düşünceli bir ifadeyle başını salladı. “Tanrım, arayıp açık açık konuşsalar hayat çok daha kolay olmaz mıydı? Böylece seslerinin tonundan istenmediğimizi daha kolay anlardık.” Corinne homurdanarak, “Aynen,” dedi. “Evde oturup saatlerce aramalarını beklememize ne demeli?”
“Ah, bekleyerek geçirdiğim o geceler…”
“…telefonun çevir sesini kontrol ederek…”
“…ve tam o anda arayabileceğini düşünerek hemen ahizeyi kapatmak.”
Ellie arkadaşlarının esprilerinin altında yatan gerçekliği kabullenip kahkahalarını dinlerken bir yanı da telefonunun çalmasını bekliyordu. Fakat aldığı son mesaja ve saate bakılırsa o çağrının gerçekleşmesine imkân yoktu.
Douglas eve kadar onunla yürüdü. Dört arkadaş içinde sevgilisiyle birlikte yaşayan tek kişi Douglas’tı, ama halkla ilişkiler uzmanı olan kız arkadaşı Lena genellikle gece on bire kadar çalıştığı için Douglas’ın eski dostlarıyla görüşmesinde sakınca görmezdi. Lena birkaç defa bu görüşmelere katılsa da on beş yıllık arkadaşlıkları boyunca süregelen şakalaşmalara uyum sağlaması ve onların neden bahsettiklerini anlaması çok zordu. O yüzden çoğu zaman Douglas’m onlarla tek başına görüşmesine izin verirdi.
Birinin kaldırımda bıraktığı alışveriş arabasının etrafından geçtikleri sırada Ellie, “Ee, sende ne var ne yok koca adam?” diye onu dürttü. “Kaç saattir hiç kendinden bahsetmedin. Tabii ben kaçırmadıysam.”
Douglas, “Pek bir şey yok,” dedi ve duraksadı. Sonra elini cebine götürdü. “Aslında bir şeyler var. Şey… Lena çocuk yapmak istiyor.”
Ellie kafasını kaldırıp ona baktı. “Vay canına.”
Douglas, “Ben de istiyorum,” diye ekledi. “Uzun zamandır bu konuyu konuşuyoruz ama doğru zamanın hiç gelmeyeceğine, o yüzden de oluruna bırakmaya karar verdik.”
“Seni yaşlı romantik…”
“Ben… bilemiyorum. Aslında mutluyum. Lena işinden ayrılmayacak ve ben de evde bebeğe bakacağım. Bilirsin, her şey yolunda giderse ve…”
Ellie sesinin eleştirel çıkmaması için çabaladı, “istediğin gerçekten bu mu?”
“Evet. Artık yaptığım işi sevmiyorum. Yıllardır aynı şeyi yapmaktan sıkıldım. Lena ise bir servet kazanıyor. Bence bütün günü bir çocukla ortalıkta dolanarak geçirmek güzel olur.” Ellie, “Ebeveynlik ortalıkta dolanmaktan fazlasını gerektirir…” dedi.
“Biliyorum. Kaldırıma dikkat et.” Douglas nazikçe onu kaldırımdaki pislikten uzaklaştırdı. “Ama buna hazırım. Her gece barda takılmam gerekmiyor. Artık bir üst aşama neyse ona geçmek istiyorum. Bu sizinle görüşmek istemediğim anlamına gelmiyor tabii ama bazen biraz… büyümemiz gerekmiyor mu diye düşünmeden edemiyorum.”
“Ah, olamaz!” Ellie, Douglas’ın kolunu sıktı. “Sen karanlık tarafa geçmişsin.”
“Bak, işime senin kadar bağlı değilim. Ama senin için mesleğin her şey, değil mi?”
Ellie, “Evet, hemen hemen her şeyim,” diye kabullendi.
Birkaç sokak boyunca sessizce yürüyüp uzaktan gelen siren seslerini, sertçe kapanan araba kapılarını ve şehrin boğuk gürültüsünü dinlediler. Ellie, arkadaşlarından destek aldığı, hayatının geri kalanını çevreleyen belirsizliklerden geçici de olsa uzaklaştığı akşamın bu saatlerini seviyordu. Barda güzel vakit geçirdikten sonra da konforlu dairesine dönüyordu. Sağlıklıydı. Şimdilerde limitini henüz aşmamış bir kredi kartı, hafta sonu için güzel planlan vardı ve arkadaşları arasında saçında henüz beyaz teller bulunmayan tek kişi de oydu. Yani hayat güzeldi.
Douglas, “Hiç onu düşünüyor musun?” diye sordu.
“Kimi?”
“John’un karısını. Sence biliyor mu?”
Bu söz Ellie’nin mutluluğunu bir anda yok etmişti. “Bilmiyorum,’ dedi. “Onun yerinde olsam ben kesin anlardım. Johrîun söylediğine göre karısı, çocuklarla ilgilenmekten ona vakit ayıramıyormuş. Bazen içten içe John’u mutlu etmek gibi bir endişesi olmadığı için durumdan memnundur diye düşünüyorum.” “Umut dolu bir düşünce bu.”
“Ve hayır, onu düşünmüyorum. Bunun için kendimi suçlu da hissetmiyorum. Mutlu ya da samimi bir ilişkileri olsa benimle ilişki yaşamazdı bence.”
“Siz kadınlar erkekleri ne kadar da yanlış tanıyorsunuz” “Sence onunla mutlu mu?” Ellie, Douglas’ın yüz ifadesini inceledi.
“Mutlu olup olmadığına dair en ufak fikrim yok. Ama seninle yatması için karısıyla mutsuz olması gerekmiyor bence.”
Şimdi ortam biraz gerilmişti. Ellie de gerginliğin bir göstergesiymiş gibi Douglas’ın kolundan çıkıp boynundaki şalı düzeltti.
“Kötü biri olduğumu düşünüyorsun, değil mi? Ya da John’un kötü biri olduğunu.”
İşte söylemişti. Bu gerçeğin, arkadaşları arasında olaylara en az eleştirel yaklaşan Douglas’tan gelmesi Ellie’nin canını yakmıştı.
“Ben kimsenin kötü olduğunu düşünmüyorum. Yalnızca Lena’yı ve karnında benim çocuğumu taşımanın ona ne hissettireceğini düşünüyorum. Benim hakkım olduğuna inandığım ilgiyi bebeğimize vermeyi seçti diye onu aldatmazdım.”
“Yani John’un kötü biri olduğunu düşünüyorsun.”
Douglas başını iki yana salladı. “Ben yalnızca…” Douglas devam etmeden önce durup karanlık gökyüzüne baktı. “Bence dikkatli olmalısın Ellie. Onun ne demek istediğini ya da ne beklediğini çözmeye çalışman saçmalıktan başka bir şey değil. Vaktini boşa harcıyorsun. Benim için bu tür şeyler genellikle sade ve basittir. Biri senden hoşlanır, sen de ondan hoşlanırsın ve ilişki yaşarsınız. O kadar.”
“Güzel bir dünyada yaşıyorsun Doug. Ama ne yazık ki senin dünyan gerçekleri yansıtmıyor.”
“Tamam, konuyu değiştirelim. Birkaç kadeh içkinin üstüne böyle bir konu konuşmak iyi fikir değil.”
“Hayır, yanılıyorsun.” Ellie’nin sesi sertleşti, “In vino veritas,’ unutma. Ama sorun değil. En azından ne düşündüğünü anladım. Ben buradan sonra kendim yürürüm. Lena’ya selam söyle.” Ellie eski dostunun arkasından bakıp bakmadığını kontrol etmeden evine kalan son iki sokağı koşarak geçti.
Nation şehrin doğusunda bulunan, restore edilmiş ışıl ışıl rıhtımda, önü karaçalılıklarla dolu yeni yerine taşınmayı bekliyordu.
Her şey kutuların içine konup toplanmıştı. Ofis her hafta biraz daha boşalıyordu. Bir zamanlar basın bültenleri, dosyalar ve arşivlenmiş yazıların bulunduğu mekânda kalan boş masalar ve parlak lamine yüzey, çırılçıplak bir halde floresan aydınlatmanın sert ışığına maruz kalmıştı. Bir arkeoloji kazısında ortaya çıkan ödüller, kraliyet törenlerinden kalma bayraklar, geçmişteki savaşlardan kalma delinmiş miğferler ve çoktan unutulup gitmiş sertifikalar gibi geçmişten gelen hatıralar da şimdi ortaya dökülmüştü. Kabloların ucu açıkta kalmış, duvardan duvara halılar sökülmüş, tavanlarda koca delikler açılarak takıntılı sağlık ve güvenlik uzmanlarının daha sonra buraya gelip kontroller yapması için elden gelen her şey yapılmıştı. Reklam, ilan verme ve spor departmanları çoktan Compass Quay’e taşınmıştı. The Saturday dergisi, iş ve bireysel finans departmanı da önümüzdeki haftalarda taşınmayı planlıyordu. Ellie’nin çalıştığı yazı işleri de onları takiben buradan ayrılacaktı. Son olarak haber ekibi öyle büyük bir el çabukluğuyla taşınacaktı ki cumartesi günkü gazete eski Turner Caddesi’ndeki ofisten yayımlanırken pazartesi günkü gazete sanki bir mucize olmuş gibi yeni adresten çıkacaktı.
Gazeteye neredeyse yüz yıldır ev sahipliği yapan bina, o sevimsiz deyimle söylemek gerekirse artık amaca hizmet edemiyordu. Yönetimin düşüncesine göre modem haberciliğin dinamizmini ve doğasını yansıtmıyordu. Ancak delikli kabuklarına inatla tutunan deniz salyangozları gibi burada çalışan insanlar da yerlerinden oynatılmış olmaktan yakınıyorlardı.
Yazı işlerinin müdürü Melissa, editörlerin neredeyse tamamen boşalttığı ofiste durmuş, “Bunu kutlamalıyız,” diyordu. Şarap rengi ipek kumaştan bir elbise giymişti. Bu elbise EUie’nin üzerinde kesinlikle büyükanne geceliği gibi dururdu. Melissa’nın üzerindeyse olması gerektiği şekilde, son moda bir elbise gibi görünüyordu.
“Taşınmayı mı?” Ellie yanında duran sessize aldığı cep telefonuna bakıyordu. Etrafındaki diğer yazı işleri çalışanları da not defterleri kucaklarında sessizce bekliyorlardı.
“Evet. Geçen akşam kütüphanecilerden biriyle konuşuyordum. Yıllardır hiç gözden geçirilmemiş dosyalar olduğunu söyledi. Elli yıl öncesindeki kadınlara yönelik sayfaların incelenmesini istiyorum. Alışkanlıklar, moda ve kadınların meşguliyetleri konusunda nasıl gelişmeler yaşanmış olabilir? Bugünün ve o dönemin birlikte incelenmesini istiyorum.” Melissa bir dosya açıp içinden birkaç sayfa çıkardı. Söylediklerinin dinlenmesine alışkın olan birinin kendine güveniyle konuşuyordu. “Şimdi size o dönemdeki sorular sayfamızdan bir örnek vereceğim: ‘Karımın daha şık giyinip daha çekici görünmesi için ne yapabilirim? Yıllık gelirim 1500 sterlin ve satış organizasyonu alanında kariyerimi geliştiriyorum. Müşterilerden sık sık davetler alsam da son haftalarda onları atlatmaya bakıyorum çünkü doğrusunu isterseniz karım çok rüküş görünüyor.’”
Odada hafif bir kıkırdama duyuldu.
“Ona nazikçe imada bulundum ama modayla, takıp takıştırmakla ya da makyajla işi olmadığını söyledi. Benim istediğim gibi, başarılı bir erkeğin karısı gibi görünmüyor açıkçası.
John da bir defasında Ellie’ye, çocuklar doğduktan sonra karısının kendine bakmayı bıraktığını söylemişti. Ama bu konuyu açar açmaz kapatmış, söyledikleri başka bir kadınla yatmasından daha büyük bir ihanetmiş gibi bir daha da hiç lafını etmemişti. Ellie içten içe John’un bu yönüne bir parça hayranlık duysa da konuyu kapatıp centilmenlik göstermesine biraz içerlemişti.
Yine de bu sözler zihnine kazınmıştı. John un kansını gözünde canlandırdı: Lekeli geceliğiyle bebeğini kucaklamış, hesaplarındaki bir açık yüzünden lohn’a nutuk atıyordu. EUie o an John a kendisinin asla öyle biri olmayacağını söylemek istemişti “Artık böyle bir şey sadece gazetelerdeki köşe yazılarında olabilir.” Saturdayin editörü Phillip diğer fotokopi sayfalarına bakmak için eğildi.
“Yanıtı dinleyin: ‘Karınız, vitrininizin bir parçası olduğunu anlamamış olabilir. Bugüne dek bu tür düşüncelere daldığında kendi kendine hep evli, güvende ve mutlu bir kadın olduğunu söylediyse neden böyle İşlerle uğraşmaya gerek duysun ki?’” “Ah,” dedi Derek. “Çift kişilik yatağın verdiği derin huzur…” “Ben bunu uzun süreli bir evliliğin konforuna sığınmış kadınlar kadar âşık olmuş genç kızların da yaşadığını görüyorum. Bel ölçüleri ve elbiselerinin duruşuyla kahramanca mücadele edip parfüm sıkmadan sokağa adım atmazken bir adam, “Seni seviyorum,” der ve etrafına ışık saçan o kız bir anda paçoza dönüşür. Ama mutlu bir paçoz olur.”
Odadakiler arasında hem ölçülü hem de coşkulu bir kahkaha koptu.
“Siz hangisini tercih ediyorsunuz kızlar? Bel ölçünüzle uğraşmayı mı yoksa mutlu bir paçoza dönüşmeyi mi?”
“Ben geçenlerde öyle bir film izledim,” dedi Derek. Kahkahaların dindiğini fark edince yüzündeki tebessüm de silinmişti.
“Bu konuda yapacak çok şey var.” Melissa dosyaları işaret etti. “EUie, öğleden sonra bu konuyu araştırabilir misin? Bakalım başka neler bulabiliriz. Kırk, elli yıl Öncesine bakıyoruz. Tabii yüz yıl öncesi fazla uzak olur. Bu dosyalarda editör, okuru etkilememizi sağlayacak önemli olayları yeterince vurgulamış.” “Arşivi mi inceleyeceğim?”
“Sakıncası var mı?”…
“Sevgilimden Son Mektup” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSevgilimden Son Mektup
- Sayfa Sayısı480
- YazarJojo Moyes
- ÇevirmenSolina Silahlı
- ISBN9786053431459
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013-10
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hanımlar ve Beyler ~ Terry Pratchett
Hanımlar ve Beyler
Terry Pratchett
DiskDünya serisinin Türkiye’deki okurları için yeni bir perde açılıyor! Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı DiskDünya serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Hanımlar ve Beyler, Delidolu...
- Veba ~ Albert Camus
Veba
Albert Camus
Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus'nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır.
- Uğultulu Tepeler ~ Emily Bronte
Uğultulu Tepeler
Emily Bronte
Uğultulu Tepeler, ilk yayımlandığında, dönemin en saygın edebiyat dergisi Quarterly Review’da “onulmaz biçimde canavarca”, “isyan ettirecek” nitelikte bir roman olarak değerlendirilmişti. Bugün ise, edebiyat...
gerçekten müthiş bir kitap yengem bu gün aldı kendi okumadan bana vermedi ben de internetten okumaya karar verdim en azından iki üç sayfa bitirdim tavsiye ediyorum.@