Ama şu da gerçek ki, yaşamımızın belli bir noktasında, duyduğumuz vicdan azaplarını sabahları bisküvi gibi kahveye batırırız.
Natalia Ginzburg, 1973’te yayımladığı Sevgili Michele’de geleneksel mektup roman türünden yola çıkarak kendine özgü çarpıcı anlatımıyla, değişen toplum yapısıyla tutunageldiği değerleri, işlevsizleşmiş kentsoylunun buhranlarını aile motifi üzerinden öykülüyor: Romanda Aralık 1970 ile Eylül 1971 arasındaki zaman diliminde gönderilen mektupların eksenindeki kişi Michele’dir: Çoğu, dönemin siyasi ikliminde karıştığı olaylardan ötürü Roma’dan İngiltere’ye kaçan yirmilerindeki bu gence yazılır. Kız kardeş, eski bir sevgili, bir dost ve serzeniş dolu, yalnız bir anne ile Michele arasındaki yazışmalar ilerledikçe sözcüklerin üzerini örtemediği suskunluk giderek daha fazla hissedilir.
Sevgili Michele iletişim yetilerini yitirmiş, yalnızlığa mahkûm, savrulmuş 20. yüzyıl bireyinin, çözünmüş aile bağları üzerinden ince ince işlendiği bir başyapıt.
***
NATALIA GINZBURG, 1916’da Palermo’da doğdu. Edebiyat üretimine Floransa’da çıkan Solaria dergisinde kısa öyküler yayımlayarak başladı. 1938’de yayımcı ve direnişçi Leone Ginzburg’la evlendi; oğulları ünlü tarihçi Carlo Ginzburg’dur. Natalia Ginzburg aynı yıllarda antifaşist direnişin Torino’daki Cesare Pavese gibi önde gelen temsilcileriyle temas kurdu. Ginzburg’lar 1940’ta Abruzzo bölgesine iç sürgüne gönderildi; sürgündeyken 1942’de Alessandra Tornimparte mahlasıyla Kente Giden Yol’u yayımladı. Leone Ginzburg’un Gestapo tarafından öldürülmesi üzerine 1944’te Torino’ya döndü. 1947’de yayımladığı İşte Böyle Oldu’yla Tempo Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1950’de Gabriele Baldini’yle evlendi. 1952’de Bütün Dünlerimiz adlı romanını, 1957’deViareggio Ödülü’ne layık görülen Valentino adlı öykü kitabını ve Sagittario (Yay) adlı romanı yayımladı. 1959’da Londra’ya taşındı. 1963’te otobiyografik romanı Aile Sözlüğü’yle Strega Ödülü’ne layık görüldü. 1983’te ve 1987’de İtalyan Komünist Partisi’nden İtalyan Parlamentosu’na seçildi ve Sinistra Indipendente (Bağımsız Sol) fraksiyonuna katıldı. 1991’de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi’ne üye seçildi. Aynı yıl Roma’da öldü.
***
Birinci Bölüm
Adriana adında bir kadın yeni evinde uyandı. Kar yağıyordu. O gün onun doğum günüydü. Kırk üç yaşındaydı. Evi kırların içindeydi. Uzakta, küçük bir tepenin üzerine kurulmuş kasaba görülüyordu. Kasaba iki kilometre ötedeydi. Şehir ise on beş kilometre. O evde on gün önce oturmaya başlamıştı. Üzerine tütün rengi organze bir sabahlık geçirdi. İnce ve uzun ayaklarını, kenarları çok kirli ve yer yer dökülmüş beyaz pelüş kaplı, eski püskü, tütün rengi terliklerinin içine soktu. Mutfağa indi ve kendine bir Bimbo arpa kahvesi hazırladı, içine bol bisküvi batırıp yedi. Masanın üzerinde elma kabukları vardı, toplayıp tavşanlara vermek üzere bir gazete kâğıdına sardı, henüz tavşanları almamıştı ama sütçü getireceğine söz verdiği için bekliyordu. Sonra salona gidip kepenkleri açtı. Koltuğun arkasındaki aynada dal gibi bedenini, bakır rengi kısa ve dalgalı saçlarını, küçük başını, uzun ve güçlü boynunu, hüzünlü büyük yeşil gözlerini inceledikten sonra kendi kendine selam verdi. Sonra çalışma masasına oturup tek erkek evladına bir mektup yazdı. “Sevgili Michele,” diye yazdı.
Öncelikle babanın hasta olduğunu söylemek için yazıyorum sana. Ziyaretine git. Seni günlerdir görmediğini söylüyor. Ben dün gittim. Ayın ilk perşembesiydi. Onu Canova’da bekledim ama uşak kafeye telefon edip babanın iyi olmadığını söyledi. Bunun üzerine yanına gittim. Yataktaydı. Onu çok yıpranmış buldum. Gözlerinin altı şişmişti, rengi de kötüydü. Midesi ağrıyor. Artık hiçbir şey yemiyor. Ama tabii ki sigara içmeye devam ediyor. Ziyaretine gidersen her zaman yaptığın gibi yirmi beş çift kirli çorap götürmeye kalkma. Adı Enrico mudur, Federico mudur hatırlamıyorum, o uşağın şu anda senin kirli çamaşırlarınla uğraşacak hali yok. O da şaşkın ve bitkin. Baban geceleri sürekli seslendiği için uyumuyor. Ayrıca ilk defa uşak olarak çalışıyor, daha önce bir oto elektrikçide çalışıyormuş. Üstüne üstlük aptalın teki.
Çok kirli çamaşırın varsa bana getir. Cloti adında bir hizmetçim var. Beş gün önce geldi. Sevimli biri değil. Suratı her koşulda asık olduğu ve kalıp kalmayacağı belirsiz olduğu için bir valiz dolusu yıkanacak ve ütülenecek çamaşır getirmek istesen bile hiç önemli değil, getirebilirsin. Yine de yaşadığın bodrum katındaki evin yakınlarında iyi çamaşırhaneler olduğunu hatırlatırım sana. Ayrıca başının çaresine bakacak yaştasın. Yakında yirmi iki yaşında olacaksın. Yaş demişken bugün benim doğum günüm. İkizler armağan olarak bir çift terlik almışlar bana. Ama ben eski terliklerime çok düşkünüm. Bir şey daha söylemek istiyorum: Kirli mendil ve çoraplarını haftalarca yatağın altında biriktireceğine her akşam elinde yıkasan iyi olur. Bunu sana bir türlü öğretemedim.
Doktoru bekledim. Adı Povo mu Covo mu, tam anlayamadım. Üst katta oturuyor. Babanın hastalığıyla ilgili ne düşündüğünü anlamadım. Ülser olduğunu söylüyor ama bunu zaten biliyorduk. Bir kliniğe yatırmak gerektiğini söylüyor ama baban lafını bile ettirmiyor. Belki babanın evine taşınıp ona bakmam gerektiğini düşünüyorsundur. Zaman zaman bunu ben de düşünüyorum ama yapacağımı sanmıyorum. Hastalıklardan korkarım ben. Kendi hastalıklarımdan değil de başkalarının hastalıklarından korkarım, ama bugüne kadar önemli bir hastalık geçirmediğimi de söylemeliyim. Babam divertikülit olduğu zaman çekip Hollanda’ya gitmiştim. Ama hastalığının divertikülit olmadığını çok iyi biliyordum. Kanserdi. Bu yüzden öldüğü zaman yanında değildim. Bundan dolayı vicdan azabı duyuyorum. Ama şu da gerçek ki, yaşamımızın belli bir noktasında, duyduğumuz vicdan azaplarını sabahları bisküvi gibi kahveye batırırız.
Ayrıca, elimde valizimle yarın oraya gitsem, baban ne tepki verir, onu da bilmiyorum. Yıllardır bana karşı çekingen davranıyor. Ben de ondan çekinir oldum. Birbirlerine tahammül edememiş iki insanın arasındaki çekingenlik kadar kötü bir şey yoktur. Birbirlerine hiçbir şey söyleyemezler. Artık yaralamadıkları ve tırmalamadıkları için birbirlerine minnet duyarlar, ama bu tür bir minnettarlık sözcüklerden geçen yolu bulamaz. Ayrıldıktan sonra, babanla ben, her ayın ilk perşembesi Canova’da buluşup birlikte çay içmek gibi uygar ama sıkıcı bir alışkanlık edindik. Bu ne bana ne de ona göre bir alışkanlık. Şu Mantova’da avukatlık yapan kuzeni Lillino önermişti bunu bize, baban onun sözünü her zaman dinler. Kuzenine göre aramızda doğru ilişkiler kurmamız ve ortak çıkarlarımız konusunda konuşmak için ara sıra buluşmamız gerekiyordu. Ama Canova’da geçirdiğimiz o saatler hem baban hem de benim için bir işkenceydi. Baban dağınıklığının içerisinde yöntemli bir insan olduğu için o masada saat beşten yedi buçuğa kadar oturmamız gerektiğine karar vermişti. Arada bir iç çekip saatine bakardı, bu benim için bir aşağılanmaydı. Sandalyede kaykılarak oturur, siyah ve dağınık saçlarının arasından o kalın kafasını kaşırdı. Onu yaşlı ve yorgun bir pantere benzetirdim. Sizlerle ilgili konuşurduk. Ama kız kardeşlerin onun hiç umurunda değil. Gözbebeği sensin. Doğduğun günden itibaren dünyada şefkate ve saygıya değer tek insanın sen olduğunu kafasına koydu. Seni konuşurduk. Ama daha lafın başında, benim seni asla anlayamadığımı ve sadece kendisinin seni derinden tanıdığını söylerdi. Böylece konu kapanırdı. Birbirimize ters düşmekten o kadar korkuyorduk ki her konu bize tehlikeli geliyor ve hemen kapatıyorduk. Bizim arada buluştuğumuzu biliyordunuz ama bunu öneren kişinin o lanet olası kuzeni olduğunu bilmiyordunuz. Hikâye birleşik zaman kullandığımın farkındayım, ama gerçekte babanın çok hasta olduğunu ve bir daha asla ayın ilk perşembe günü Canova’da buluşmayacağımızı düşünüyorum.
Aklın bir karış havada olmasa, bodrum katındaki o daireyi bırakıp yeniden San Sebastianello Sokak’taki eve yerleşmeni söylerdim. Geceleri çağırdığı zaman uşağın yerine sen kalkabilirsin. Sonuçta bir işin yok. Viola’nın evi barkı var, Angelica hem kızına bakıyor hem çalışıyor. İkizler okula gidiyor, ayrıca yaşları küçük. Üstelik babanın ikizlere tahammülü yok. Viola ve Angelica’ya da fazla tahammül edemiyor. Kendi kız kardeşlerine gelince, Cecilia yaşlandı, Matilde desen, babanla birbirlerinden nefret ederler. Şu anda Matilde benim yanımda, kış boyunca kalacak. Babanın her koşulda sevdiği ve katlandığı tek insan sensin. Ama senin nasıl bir insan olduğunu iyi bildiğim için bodrum katındaki dairende kalmanın daha iyi olacağının farkındayım. Babanın yanına gitsen dağınıklığı arttırır, hizmetliyi pes ettirirsin.
Sana söylemek istediğim bir şey daha var. Adının Mara Castorelli olduğunu ve beni geçen sene senin evindeki bir partide tanıdığını söyleyen birinden bir mektup aldım. Partiyi hatırlıyorum ama çok kalabalık bir buluşma olduğu için kimseyi tam olarak anımsamıyorum. Mektup eski adresime, Dei Vellini Sokak’taki eve gelmiş. Kendisine bir iş bulmam konusunda yardımcı olmamı istiyor. Mektubu, ücreti yüksek olduğu için kalmasının artık mümkün olmadığı bir pansiyondan yazdığını söylemiş. Bir oğlu olduğunu ve bu güzel çocuğu bana göstermek için ziyaretime gelmek istediğini yazmış. Ben daha cevap yazmadım. Eskiden küçük çocukları severdim ama artık bir çocuğa bakıp ona hayran kalmak gibi bir isteğim hiç yok. Çok yorgunum. Bu kızın kim olduğunu ve nasıl bir iş istediğini senden öğrenmek istiyorum, çünkü mektupta nasıl bir iş istediğini pek açıklamamış. İlk başta bu mektubu önemsemedim, ama bir süre sonra çocuğun senden olabileceği kuşkusuna kapıldım. Çünkü bu kızın neden bana yazdığını anlayamıyorum. Tuhaf bir elyazısı var. Babana, senin Martorelli adında bir arkadaşını tanıyıp tanımadığını sordum, tanımadığını söyledi, sonra başladı yelkenli tekneyle çıktığı zaman yanında götürdüğü Pastorella peynirini anlatmaya; artık babanla akıllıca bir sohbet imkânsız. Bu arada ben yavaş yavaş o çocuğun senden olduğuna iyice inanmaya başladım. Dün akşam yemekten sonra arabamı yeniden dışarı çıkardım; onu garajdan çıkarmak her zaman çok güç oluyor. Sana telefon etmek için kasabaya gittim ama seni evde bulmak ne mümkün! Geri dönerken içimden ağlamak geldi. Bir yandan bitik haldeki babanı, bir yandan da seni düşünüyordum. Hiçbir işi beceremeyen sen, şu Martorelli denen kızın çocuğu seninse ne yapacaksın? Gittiğin okulları bitirmek istemedin. Yıkılan evler, uçan baykuşlar çizdiğin tablolarını pek güzel bulmuyorum. Baban güzel olduklarını ve benim resim sanatından anlamadığımı söylüyor. Babanın, seninkilerden daha beter olan gençlik resimlerine benzetiyorum onları. Şu Martorelli’ye ne yanıt vermem gerektiğini bana söylemeni rica ediyorum. Ona para göndermeli miyim? Paradan söz etmiyor ama istediği belli.
Hâlâ telefonsuzum. Defalarca gidip ne zaman bağlayacaklarını ısrarla sordum ama ne gelen var ne giden. Lütfen telefon idaresine sen de git. Evine yakın olduğu için gitmen zor olmaz. Sana o evi veren arkadaşın Osvaldo’nun belki şirkette bir tanıdığı vardır. İkizler Osvaldo’nun bir kuzeninin orada çalıştığını söylediler. Sor bakalım doğru mu. O evi ücretsiz sana vermesi nazik bir davranış ama orası resim yapmak için karanlık bir yer. Belki de ondan dolayı o baykuşları yapıyorsun, resim yaparken ışık yaktığın için dışarıda gece olduğunu sanıyorsun. Rutubetlidir de, neyse ki o Alman sobayı verdim sana.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSevgili Michele
- Sayfa Sayısı210
- YazarNatalia Ginzburg
- ISBN9789750762956
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşıklar Korusu ~ Maeve Binchy
Aşıklar Korusu
Maeve Binchy
”Açgözlülük, ihanet ruhsal sorunlar, yalnızlığın verdiği keyif, modern iş kadının stresi… Yalın dokunaklı bir anlatım… Maeve Bınchy hep bir numara.” Publishers Weekly 1. bölüm...
- Kundakçı ~ Chris Cleave
Kundakçı
Chris Cleave
SÜRÜKLEYİCİ KURGUSUYLA VE SÜRPRİZLERİYLE 2010’A DAMGASINI VURAN KÜÇÜK ARI’nın yazarından ULUSLARARASI BESTSELLER Aptal değilsiniz. Kusursuz anne diye bir şey olmadığını biliyorsunuz. Diğer pek çok...
- Khimaira ~ John Barth
Khimaira
John Barth
“‘İki keredir benim hikâye anlatıcısı olduğumu söylüyorsun,” dedi; “ama ben Dünyazat’tan başka hiç kimseye hikâye anlatmadım, hem uyumadan önce ona anlattığım hikâyeler de herkesin...