Modern romanın en önemli temsilcilerinden Marguerite Duras’ın yetmiş yaşındayken yazdığı bu roman, yayımlandığı dönemde fırtınalar kopardı. Yoğunlukla yalınlığı ustaca birleştirdiği bu romanıyla Duras, dünyanın dört bir yanında geniş okur kitlelerine ulaşmayı da başarmış oldu. Sevgili, on beş yaşındaki yoksul beyaz bir kızın, Vietnam’da, bir nehir yolculuğu sırasında, kendinden iki kat yaşlı, zengin bir Çinliyle tanışmasının, o adamda cinsel aşkı keşfetmesinin öyküsü. Duras da on yedi yaşına kadar, o dönemde Fransız sömürgesi olan Vietnam’da kalmıştı ve bu romanın kendi yaşamından alıntılarla dolu olduğunu hiç saklamadı. Kimi eleştirmenlerin, bugüne kadar yazılmış en güzel romanlarından biri saydıkları Sevgili’yi, ünlü Fransız yönetmen Jean Jacques Annaud filme çekmişti.
Sunuş
Marguerite Duras’ın 50’li yıllardan beri çağdaş Fransız romanında önde gelen bir yeri bulunduğu, bu yeri hep koruduğu bilinir. Les Temps modernes dergisinde yayımladığı varoluşçu anlatıları, Uzakdoğu’da geçen çocukluk ve gençlik anıları üzerine kurduğu Pasifik’e Karşı Bir Bent (1950) adlı romanı izleyen Tarquinia’nın Küçük Atları (1953) bugün tanıdığımız Marguerite Duras’tan pek de farklı olmayan, özgün ve usta bir anlatıcı çıkarır karşımıza. Yazarın bu yapıtla dönemin egemen akımı olan “Yeni Roman” akımına çok yaklaştığı görülür. Başta unutulmaz Hiroşima Sevgilim olmak üzere birtakım senaryoları ile Le Square ve La Musica gibi oyunları da bu izlenimi güçlendirir. Ama, yakından bakılınca, Marguerite Duras’ın anlatıcılığı hiçbir etkiye bağlanamayacak, hiçbir akımla özdeşleştirilemeyecek ölçüde kişiseldir. Genellikle olay payı çok az bir şeye, öykü süresi çok kısa bir zaman dilimine indirgenen bir dizi anlatıda; Le Square’de (1955), Moderato Cantabile’de (1958), Bir Yaz Akşamı On Buçukta’da (1960), Bay Andesman’ın İkindisi’nde (1962), Le Ravissement de Lol V. Stein’da (1964), Le Vice-Consul’de (1966), İngiliz Sevgili’de (1967), Détruire, dit-elle’de (1969), L’Amour’da (1971), L’Homme assis dans le couloir’da (1980), Agatha’da (1981), Ölüm Hastalığı’nda (1982) vb. hep aynı benzersiz anlatımı buluruz. “Eksilti” sanatının büyük bir ustalıkla kullanılması sonucu, durumları, duyguları ve duyumları daha çok esinlemelerle ama en kestirme, en etkili biçimde yansıtan bu yalın, yalın olduğu ölçüde de doğal ve şiirli anlatım bile, Duras’ın usta bir yazar olduğunu kanıtlamaya yeter. Ama Marguerite Duras yalnızca bir “yazı” ustası değildir. Anlatımı da olaylardan ve kişilerden bağımsız bir yansıtma aracı olarak kalmaz. Bu anlatım, yazarın karşımıza çıkardığı kişileri soludukları hava, içinde devindikleri çevre gibi sararak onlara bütünlüklerini, somutluklarını, gerçekliklerini verir. Hele Bahçe ve Moderato Cantabile gibi söyleşimin geniş bir yer tuttuğu anlatılarda, anlatım neredeyse kişilerin varlığıyla bütünleşir. Ne var ki, içerik düzlemine geçilince bu bütünleşme bir tümlükten çok, bir eksikliği, bir yetersizliği dile getirir: Duras’ ın kişileri, ne denli konuşurlarsa konuşsunlar, hemen hiçbir zaman eksiksiz bir iletişim kuramazlar aralarında, kursalar ya da kurdukları sanısına kapılsalar bile çok geçmeden kopukluk yeniden başlar; söyleşimleri hiç kesişmeden gelişen bir “çifte söyleni” olarak kalır, yeni baştan “sessizliğe dönerler.” Bu nedenle, Marguerite Duras’ın kişileri genellikle yalnız kişilerdir.
Çoğu kez kendileri de yoğun ve ağır bir biçimde duyarlar bunu. Yalnızlığın sağır duvarlarını yıkarak yaşamlarına bir anlam vermeye çalışırlar ama hep çıkmazlar dikilir karşılarına. Gerçek seviye bir türlü erişilemez, çılgınlık ve kıyasıya birer anlam yokluğu olarak kalır. Hiçbir şey olmaz, hiçbir şey gelmez. Geriye varoluşun derin bunalımı; yabancı, neredeyse düşman bir dünyada yaşamanın sınırsız sıkıntısı kalır. Duras bu derin bunalımı, bu sınırsız sıkıntıyı kahramanlarıyla birlikte okuruna da yaşatır. Bütün bu özelliklere Duras’ın yapıtlarında karşılaştığımız kurgu ustalığını da eklemek gerekir. İlk bakışta, tıpkı anlatım gibi, bir tür “eksilti” yöntemi uyarınca gelişir, gene tıpkı anlatım gibi, derinden derine, durumlarla, konumlarla, kişilerle bütünleşir. Bu bakımdan, Marguerite Duras’ın olaya, serüvene ancak ikincil bir yer veren anlatılarının bu denli büyüleyici olabilmelerinin nedenini anlayabilmek için, belki de öncelikle kurgularını incelemek, her anlatısını bu açıdan tek tek çözümlemek gerekir. Elimizdeki Sevgili (L’Amant, 1984) de bu anlatım, kurgu ve içerik bütünleşmesinin ilginç bir örneğidir. Gerçekten de, hem biçim, hem içerik düzleminde yer alan çift yönlü bir arayışı sürdürür yazar burada: Resmi çekilmesi gerekirken çekilmemiş, üstelik çok eskilerde kalmış, bunun için de, bellekten tümüyle silinmemiş bile olsa, alabildiğine bulanıklaşmış bir görüntüyü yazı aracılığıyla yeniden kurmak ister. Bu resmi çekilmemiş, atlanmış, bütün önemine karşın, içinde yer aldığı “bulanık toplamdam koparılmamış” görüntü, Uzakdoğu’da, bir araba vapuruyla Mekong Irmağı’nın geçilişi sırasında, on beş buçuk yaşında, yoksul bir Avrupalı genç kızın görüntüsüdür; denilebilir ki, başında bir erkek şapkası, ayaklarında yaşına ve durumuna hiç uymayan lame pabuçlarla herkesten ayrılan bu incecik, bu cılız genç kız görüntüsü neredeyse her şeyi belirleyen görüntüdür; neredeyse her şey bu görüntüye göre düzenlenip anlamlanır. Bir kez, anlatıcının yaşamında büyük bir değişimin kaynağındadır. Yaşamının ilk sevisi bu görüntüyle başlar. İkincisi, sürekli bir görüntüdür. Genç kız değişik ortamlarda hep bu kılıkla görünür. Üçüncüsü, bu görüntü aynı zamanda belirli bir tutumun, belirli bir bakışın özetidir. Genç kız bu görüntü uyarınca yaşar yaşamını, sevdiği adama, “Herkese yaptığını yap bana,” derken, belki de kendi kendisi olmadan önce bu görüntüdür.
Bunun için, nice yıllardan sonra, yaşamının bu dönemine dönünce bu görüntüyü çizmesi, ikide bir yeni baştan ele alması gerekir. Öyle ya, “Yaşamının öyküsü yok,” der Sevgili’nin anlatıcısı. “Böyle bir öykü yok. Odak diye bir şey olmadı hiç.” Şimdi bir odak belirlenecekse bu odak olsa olsa söz konusu görüntü olabilir. Öykü de, yavaş yavaş, bu odak görüntüyle öncesinde ya da sonrasında yer alan başka görüntüler, çekilmiş ya da çekilmemiş başka resimler arasında kurulan bağıntılardan doğar. Gerçekten de, anlatıcının durmamacasına resimlerden, görüntülerden söz ettiği, dönüp dolaşıp odak-görüntüye gelmek üzere, bir görüntüden bir başka görüntüye, bir resimden bir başka resme atladığı görülür.
Olayların birbirini izleyiş sırasını hiç mi hiç göz önüne almaz görünen bu sürekli gidişgelişin yarattığı ilk izlenim, bir anlatıdan çok, başı sonu belirsiz bir söyleni, dağınık bir anılar toplamı karşısında bulunduğumuzu düşündürten bir karmaşa izlenimidir. Ama, resimler çoğaldıkça zaman sırası ne denli çiğnenmiş olursa olsun, aralarındaki bağıntılar belirmeye, her birinin bir başka parçasını taşıdığı öykü de biçimlenmeye başlar. Hiç kuşkusuz, düzensiz bir öyküdür bu; ufalanmış, parça parça dağılmış bir öyküdür. Ama, fazla bir düşünsel çaba gerektirmeden, güçlü bir biçimde duyurur, yaşatır kendini. Üstelik, biçim düzlemindeki bu parçalanmışlık da bir resimdir bir bakıma: anlatıcının bütün yaşamının resmi. Parçalar aracılığıyla bütünlüğü, görüntüler aracılığıyla derinliği yansıtmaya, daha da iyisi, yeniden kurmaya çalışmanın pek de tutarlı bir yol olmadığı düşünülebilir; ama Sevgili böyle bir düşüncenin tam tersini kanıtlamak için yazılmış gibidir. “Daha önce aydınlık dönemlerden söz etmiştim, aydınlatılmış dönemlerden,” der anlatıcı.
“Burada aynı gençliğin gizli dönemlerinden, kimi olgular, kimi duygular, kimi olaylarla ilgili olarak yapmış olabileceğim birtakım gömmelerden söz ediyorum.” Başka bir deyişle, böyle resimden resime, görüntüden görüntüye atlarken yaşamının yalnızca başkalarına değil, belki kendi kendine bile açmadığı, bilerek ya da bilmeden gizlediği yönlerini gün ışığına çıkarır. Böylece, geçmiş görüntülerin yeniden kurulması, her şeyi olduğu gibi söyleme, bir başka deyişle, “bütün duvarları yıkma” çabası olarak belirir. Bu kısacık açıklama bile, Sevgili’nin gerçekten ilginç, gerçekten özgün bir yapıt olduğunu yeterince gösteriyor. Ancak Marguerite Duras’ın hiçbir yapıtının görmediği bir ilgiyle karşılanarak Fransa’da büyük bir yazın olayı durumuna gelmesini, yazarına yetmişinden sonra Goncourt Ödülü’nü kazandırmasını yalnızca yazınsal değerine bağlamak da yanlış olur. Bir Moderato Cantabile ya da bir Bay Andesmas’ın İkindisi de en az Sevgili ölçüsünde özgün, en az Sevgili ölçüsünde başarılıdır. Ama Sevgili’nin bu yapıtlarda bulunmayan bir özelliği vardır: geçmiş görüntüleri yeniden kurma çabasına girişen kişinin düşsel bir anlatıcı değil, gerçek bir kadın, ilkgençlik günlerinin ateşli sevisini yetmişinden sonra bütün yoğunluğu ve bütün derinliğiyle yeniden kurmaya çalışan Marguerite Duras olması ve “bütün duvarları yıkma” çabasını göz kamaştırıcı bir içtenlik ve gözüpeklikle sürdürmesi.
TAHSİN YÜCEL
Epeyce yaşlanmış olduğum bir dönemde, bir gün, herkese açık bir yerin giriş bölümünde, bir adam yaklaştı yanıma. Kendini tanıttı; sonra da, “Öteden beri tanırım sizi,” dedi. “Herkes gençliğinizde çok güzel olduğunuzu söylüyor, bense şimdi sizi gençliğinizdekinden daha güzel bulduğumu söylemek için geldim, gençlik yüzünüzü bu şimdiki, bu harap yüzünüz kadar beğenmezdim.” Şimdi artık yalnız benim görebildiğim ve bugüne dek hiç sözünü etmediğim bu görüntüyü sık sık düşünürüm. Hep aynı sessizlik içinde durur öyle, hayranlık verici. Bütün görüntülerim içinde en hoşlandığım görüntüdür o, içinde kendimi bulduğum, kendimden geçtiğim görüntü.
Çabucak iş işten geçiverdi yaşamımda. Daha on sekiz yaşımda iş işten geçmişti. On sekizle yirmi beş arasında beklenmedik bir yöne gitti yüzüm. On sekizimde yaşlandım. Herkeste böyle mi olur, bilmiyorum; hiç sormadım. Bazı bazı, yaşamın en genç, en gözde yaşları sürülürken insanı çarpıveren şu zaman vurgunundan söz etmişlerdi sanırım. Çok hoyrat oldu bu yaşlanma. Yüz çizgilerimi birer birer sardığını, aralarındaki bağıntıyı değiştirdiğini, gözleri daha büyük, bakışı daha hüzünlü, ağzı daha kesin bir duruma getirdiğini, alnı derin çizgilerle damgaladığını gördüm. Bundan ürkmek şöyle dursun, örneğin okuduğum bir kitabın gelişimine göstereceğim ilgiyle izledim yüzümün yaşlanmasını. Aldanmadığımı, günün birinde yavaşlayacağını, doğal akışına döneceğini de biliyordum. Beni on yedi yaşımda Fransa’ya geldiğim sırada tanımış olanlar, iki yıl sonra, on dokuz yaşımda yeniden gördükleri zaman şaşırıp kalmışlardı. Bu yüz, bu yeni yüz hep kaldı işte. Benim yüzüm oldu. Daha da yaşlandı kuşkusuz ama yaşlanacağından daha az yaşlandı. Sert ve derin kırışıklarla parçalanmış, derisi çatlamış bir yüzüm var şimdi. Çok ince çizgili birtakım yüzler gibi göçmedi öyle, aynı çevre çizgilerini korudu ama özdeği çürüdü. Çürümüş bir yüz benimki.
Şurasını da söyleyeyim, on beş buçuk yaşımdayım. Mekong üzerinde bir araba vapuru. Irmaktaki tüm yolculuk boyunca sürüyor görüntü. On beş buçuk yaşımdayım, bu ülkede mevsimler yok, tek bir mevsim içindeyiz, sıcak, tekdüze bir mevsim, uzun sıcak kuşağındayız dünyanın, bahar diye bir şey yok, baharın dönmesi diye bir şey yok. Saygon’da bir devlet yurdundayım. Bu yurtta yatıp kalkıyor, bu yurtta yiyip içiyorum ama dışarıda, Fransız lisesinde okuyorum. Annem ilkokul öğretmeni, küçük kızının lise öğretmeni olmasını istiyor. Sen lise öğretmeni olmalısın. Kendisi için yeterli olan şey, kızı için yeterli değil. Lise öğretmenliği, sonra da iyi bir matematik agrégation’u.1 Okula başladığım yıllardan beri hep dinledim bu nakaratı. Matematik agrégation’undan kaçınabileceğimi aklımın ucundan bile geçirmemiştim hiçbir zaman, umut etmesine yardımcı olduğum için mutluydum.
Annemi, çocuklarına ve kendine gelecekler kurar gördüm hep. Bir gün, oğulları için parlak gelecekler kuramaz oldu, o zaman da başka gelecekler, kırıntı gelecekler kurdu; ama bunlar da işlevlerini yerine getiriyor, insanın önündeki zamanı tıkıyordu. Ortanca kardeşimin muhasebe kurslarını anımsıyorum. Her yıl, her düzeyde izlenen L’École Universelle’i. Arayı kapatmak gerek, derdi annem. Üç gün sürerdi bu iş, hiçbir zaman dört güne çıktığı olmazdı, hiçbir zaman. Hiçbir zaman. Görev yeri değiştirilince L’École Universelle de boşlanırdı. Yenisinde baştan başlanırdı. Annem on yıl dayattı. Hiçbir işe yaramadı. Ortanca kardeşim, Saygon’da küçük bir muhasebeci oldu.
Sömürgede L’École Violet yoktu, büyük kardeşimin Fransa’ya gitmesini buna borçluyuz. L’École Violet’de okumak için birkaç yıl Fransa’da kaldı. Okumadı. Annem de bilmiyor değildi kuşkusuz. Ama seçeneği yoktu, bu oğulu öbür iki çocuktan ayırmak gerekiyordu. Büyük kardeşim birkaç yıl aileden uzakta kaldı. Annem onun yokluğunda aldı devlet toprağını. Bu da korkunç bir serüven oldu doğrusu, ama biz evdeki çocuklar için, gecenin, avcının gecesinin, çocuk katilinin varlığı bundan da korkunç olurdu.
Bütün çocukluk boyunca o sert güneşte kavruldun da ondan, dediler sık sık. Ama inanmadım. Yoksunluğun çocukları daldırdığı düşüncelerden ileri geldiğini de söylediler. Hayır, bu da değil. Sürekli açlığın yarattığı yaşlıçocuklar, evet; ama biz, hayır, biz aç değildik, beyaz çocuklardık biz, utanırdık, eşyalarımızı satardık ama aç kalmazdık, bir boy’umuz vardı, bazı bazı berbat şeyler, küçük kaymanlar, bataklık kuşları yerdik, orası doğru,ama bu pislikleri bir boy pişirirdi, önümüze gene bir boy getirirdi, kimi zaman da geri çevirirdik, yemeğe boş vermekten çekinmezdik. Hayır, on sekiz yaşıma geldiğim zaman bir şey oldu; bu yüz ondan bu duruma geldi. Gece olsa gerekti. Kendimden korkuyordum, Tanrı’dan korkuyordum. Gündüz daha az korkuyordum, ölüm de o denli kötü görünmüyordu.
Ama bırakmıyordu yakamı. Öldürmek, büyük kardeşimi öldürmek istiyordum; onu öldürmek, bir kez, yalnız bir kez alt etmek ve öldüğünü görmek istiyordum. Annemin önünden sevgisinin ereğini, bu oğulu kaldırmaktı düşüncem, onu böyle çok, böyle kötü sevdiği için kendisini cezalandırmaktı, her şeyden önce de ortanca kardeşimi, çocuğumu, kurtarmaktı, ortanca kardeşimi yaşamının üstüne çöken bu büyük kardeşin canlı yaşamından, günün üzerine çekilen bu kara perdeden, onun temsil ettiği, onun koyduğu bu yasadan kurtarmak istiyordum, kendisi insandı ama yasası hayvan yasasıydı, ortanca kardeşimin yaşamının her gününün her dakikasında korku uyandırıyordu, bu korku sonunda yüreğine saplandı, onu öldürdü. Ailemin insanları konusunda çok yazdım, ama yazdığım sıralarda annem, kardeşlerim yaşıyordu, onların çevresinde, çevrelerindeki şeyler çevresinde, onlara dek gitmeden yazdım.
Yaşamımın öyküsü yok. Böyle bir öykü yok. Odak diye bir şey olmadı hiç. Yol yok, iz yok. Alabildiğine geniş yerler var, buralarda bir zamanlar biri varmış sanısını uyandırıyorlar, ama doğru değil, hiç kimse yoktu. Gençliğimin küçücük bir bölümünün öyküsünü daha önce de yazdım az çok, yani şöyle bir görünmesine yetecek kadar; şimdi bu öyküden söz ediyorum işte, ırmaktan geçiş öyküsünden. Burada yaptığım farklı, hem de aynı. Daha önce aydınlık dönemlerden söz etmiştim, aydınlatılmış dönemlerden. Burada aynı gençliğin gizli dönemlerinden, kimi olgular, kimi duygular, kimi olaylarla ilgili olarak yapmış olabileceğim birtakım gömmelerden söz ediyorum. Yazmaya beni güçlü bir biçimde utanç duygusuna yönelten bir çevrede başladım.
Onlar için yazmak ahlaksal bir şeydi daha. Şimdiyse yazmak hiçbir şey değil neredeyse. Bazı bazı görüyorum: her şeyi birbirine karıştırıp boşluk ve hiçliğe gitmek olmadıktan sonra, yazmak hiçbir şey değil. Her şey, her seferinde, nitelenmez özüyle tek bir şeyde karıştırılmadıktan sonra, yazmak reklamdan başka bir şey değil. Ama çoğu zaman da herhangi bir görüşe bağlanmıyorum, bütün alanların açık olduğunu, belki de bütün duvarların yıkıldığını, yazının gizlenmek, oluşmak, okunmak için sığınacak yer bulamayacağını, temel uygunsuzluğuna artık saygı gösterilmeyeceğini görüyorum, ama bu kadar, daha ötesini düşünmüyorum. Şimdi anlıyorum ki, orta yaşlarımda, alkol yüzünden edindiğim bu yüzün ön görüntüsünü daha çok gençken, on sekiz yaşımda, on beş yaşımda kazanmışım.
Tanrı’nın yüklenmediği işlevi alkol yüklendi, bir de öldürme, beni öldürme işlevini. Alkolün yüzü alkolden önce geldi bana. Alkol gelip doğruladı onu. Benliğimde yer vardı buna, başka şeyler gibi bunu da anladım, ama tuhaf bir biçimde, zamanından önce. Aynı biçimde isteğe de yer vardı içimde. On beş yaşımda yüzüm hazzın yüzüydü ve ben hazzı bilmiyordum. İyiden iyiye görünüyordu bu yüz. Annemin bile görmesi gerekirdi. Kardeşlerim görüyorlardı. Her şey böyle başladı bende, bu göze batan bitkin yüzle, bu zamanından önce, deneyimden önce morarmış gözlerle. Yaş on beş buçuk. Irmaktan geçiş. Saygon’a dönüyorsam, yolculuğa çıkmışım demektir, hele otobüse bindiğimde. O sabah da Sa Dec’ten otobüse binmişim. Annem kız okulunu yönetiyor burada.
Bir okul tatili sonu, ama hangisi, unuttum gitti. Tatili annemin görevi nedeniyle oturduğu küçük evde geçirmişim. O gün de Saygon’a, yurda dönüyorum. Yerli otobüsü Sa Dec’in pazar alanından kalktı. Annem her zamanki gibi geçirmeye gelmişti beni, şoföre emanet etti, Saygon otobüslerinin şoförlerine emanet eder hep beni, bakarsın bir kaza olur, bir yangın çıkar, ırza geçme olur, korsanlar saldırır, vapur ölümcül bir kazaya uğrar diye. Şoför de her zamanki gibi öne, kendi yanına, beyaz yolculara ayrılan yere oturttu beni. Görüntü toplamdan bu yolculuk sırasında koparılmış, bu yolculuk sırasında alınmış olmalı. Var olabilirdi, bir resim çekilebilirdi, başka durumlarda, başka yerlerde, başka resimler çekildiği gibi. Ama çekilmedi. Bunu gerektirmeyecek ölçüde önemsizdi durum.
Kim düşünebilirdi ki? Bu olayın, bu ırmak yolculuğunun yaşamımdaki önemi önceden kestirilebilseydi, o zaman çekilebilirdi. Oysa, oluştuğu sırada varlığı bile bilinmiyordu daha. Bir Tanrı biliyordu. Bunun için, bu görüntü yok, başka türlü de olamazdı. Atlandı. Unutuldu. Toplamdan koparılıp alınmadı. Erdemini, bir saltığı canlandırma, onu yaratma özelliğini bu çekilmemişliğine borçlu. Kısacası, Cochinchine’in güneyindeki büyük çamur ve pirinç ovasının, Kuşlar Ovası’nın ortasında, Mekong’un Vinh Long’la Sa Dec arasında bulunan bir kolunu geçerken, araba vapurunda oldu olan. Otobüsten iniyorum. Küpeşteye gidiyorum. Irmağa bakıyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSevgili
- Sayfa Sayısı104
- YazarMarguerite Duras
- ISBN9789755103969
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tom Sawyer ~ Mark Twain
Tom Sawyer
Mark Twain
Tom Sawyer, ünlü Amerikalı yazar Mark Twain’in kendi hayatından izdüşümleri taşıyan bir macera romanı. Olaylar, genellikle “İç Savaş” öncesi Amerikası’nın Mississippi Irmağı kıyısındaki bir...
- Kendine Yalan Söyleme ~ Jane Feather
Kendine Yalan Söyleme
Jane Feather
New York Times çok satan yazarı Jane Feather, Blackwater Gelinleri serisinin bu ilk kitabıyla Georgian döneminde geçen tutku dolu bir hikâyeye imza atıyor. Blackwater...
- Bir Buluşma ~ Milan Kundera
Bir Buluşma
Milan Kundera
Bir Buluşma, Milan Kundera’nın, Saptırılmış Vasiyetler, Roman Sanatı ve Perde gibi akıllarda yer eden denemelerinden sonra okurlarına yeni sürprizi. Yazar, müzikten sinemaya, resimden edebiyata...