AYNI ŞEYİN ÖZLEMİNİ ÇEKEN İKİ KADIN…
AİLENİN NE ANLAMA GELDİĞİNİ ÖĞRENECEKLERİ
DUYGUSAL VE DOKUNAKLI BİR YOLCULUK…
Yıllar süren uğraşına rağmen çocuk sahibi olamaması Angie Malone’u çok üzmüştür. Acı dolu bir boşanmanın ardından Pasifik Northwest’teki kasabasına döner ve aile restoranının yönetimini devralır. Hayatın dalgalar gibi yükselip alçaldığı West End’de, problemli genç bir kadınla tanışıp arkadaşlık etmeye başlayan Angie’nin hayatı bütünüyle değişmeye başlar.
Angie, Lauren Ribido’yu işe alır çünkü on yedi yaşındaki bu kızda farklı bir şeyler bulur. Aralarında sıkı bir bağ oluşur ve annesi Lauren’ı terk ettiğinde Angie ona kalacak bir yer verir. Ama bu iyiliğin sonuçlarına göğüs gerecek güçte değildir henüz. Biri çocuk özlemi çeken, diğeriyse anne sevgisine hasret bu iki kadın kimsenin hayal edemeyeceği bir şekilde sınanacaktır.
“Harika… Çok dokunaklı… Karakterlerin sıcaklığı ve karmaşık kişilikleri derinlerde kalmış duyguları ortaya çıkarıyor.”
RT Book Reviews
“Hannah, okuyucuyu karakterlerin hayatına sürükleyip onları kendi arkadaşlarıymış gibi hissettirirken ailedeki acıları ve sevinçleri ele alarak neden kadın edebiyatının yıldızı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.”
Booklist
“Hannah başkahramanlarının ruh halini derinlemesine yansıtıp hislerindeki ufak farklılıkları betimlemekte çok başarılı.”
The Washington Post Book World
“Yürek burkucu… Hem acı hem tatlı.”
Publishers Weekly
***
BİR
West End sokakları bu beklenmedik derecede güneşli günde çok kalabalıktı. Şehrin her yanındaki anneler, evlerinin kapısında, ellerini gözlerine siper etmiş, dışarıda oynayan çocuklarını izliyordu. Herkes çok yakında, hatta belki yarına kalmaz, yoğun bir sis bulutunun masmavi gökyüzünü kuşatacağını ve narin gün ışığını engelleyerek yağmur yağdıracağını biliyordu.
Ne de olsa Kuzeybatı Pasifik’te mayıs ayındaydılar. Bu ayda yağmur yağması, Cadılar Bayramı’nda sokakların hayalet ile iskeletlerle dolu olacağı ve evdeki somon balığının kasabayı kuşatan denizden gelmiş olduğu bilgisi kadar kesindir.
“Çok sıcak,” dedi Conlan, siyah, üstü açılır BMW’sinin sürücü koltuğundan. Neredeyse bir saattir söylediği tek şey buydu.
Sohbet etmeye çalışıyordu; hepsi bu. Angie ona yanıt vermeliydi, belki güzelim akdiken ağaçlarının çiçek açtığına değinmeliydi. Ama düşüncesi bile onu bitkin düşürmeye yetmişti. Birkaç kısa ay içinde bu küçük yeşil yapraklar kıvrılıp kararacaktı; soğuk gecelerde renkleri solacak ve kimse onların farkında değilken yere düşeceklerdi.
Bu yönden baktığınızda kısacık bir anı fark etmenin ne önemi kalıyordu ki?
Pencereden doğduğu şehri izliyordu. Aylardır buraya ilk gelişiydi bu. West End, Seattle’dan yalnızca yüz doksan kilometre uzakta olmasına rağmen, bu mesafe son zamanlarda gözünde çok büyüyordu. Ailesini çok sevse de kendi evinden ayrılmak ona zor geliyordu. Dışarıda her yer bebeklerle doluydu.
Küçücük çimenli arazilere inşa edilmiş sıra sıra Viktoryen tarzda evlerin bulunduğu şehrin eski kısmına doğru ilerlediler. Kocaman, yeşil yapraklı akçaağaçlar yolları gölgelendiriyor, güneş ışığı asfaltın üzerinde dantelden karmaşık bir desen oluşturuyordu. Yetmişli yıllarda bu semt şehrin kalbiydi. O zamanlar her taraf çocuklarla doluydu ve çocuklar Big Wheels1 ve Schwinn2 bisikletlerini bir evin önünden diğerine sürerlerdi. Her pazar kilise çıkışı açık hava piknikleri yapılır, arka bahçelerin hepsinde Red Rover3 oynanırdı.
O zamandan bu yana bölgenin bu kısmı değişmiş, eski mahalleler sessizliğe gömülüp bakımsız kalmıştı. Somon akını azalmış, kereste endüstrisi zarar görmüştü. Bir zamanlar bu araziden ve denizden geçimlerini sağlayan insanlar bir kenara itilmiş, unutulmuştu; yeni yerleşimcilerse evlerini siteler halinde inşa edip, her parsele kestikleri ağaçların isimlerini vermişlerdi.
Ama burada, Akçaağaç Caddesi’ndeki bu küçük arazi parçasında zaman donmuştu sanki. Bloktaki en son ev, tıpkı kırk yıl öncesindeki gibiydi. Beyaz boyası lekesiz ve mükemmeldi; bahçesindeki zümrüt yeşili çimenler parıldıyordu. Çimenlikte zararlı otların büyümesine izin verilmemişti. Angie’nin babası bu eve kırk yıl boyunca özenle bakmıştı; burası onun gurur ve mutluluk kaynağıydı. Her pazartesi günü, hafta sonları ailenin işlettiği restoranda yoğun bir şekilde çalıştıktan sonra, on iki saatini evin ve bahçenin bakımına ayırırdı. Onun ölümünden sonra Angie’nin annesi bu alışkanlığı sürdürmeye çalışıyordu. Bu onun avuntusu, neredeyse elli yıl boyunca sevdiği adamla iletişim kurma biçimi olmuştu ve bu ağır işten ne zaman yorulsa yardım eli uzatacak birini daima bulmuştu. Annesi, üç kızı olmasının onun için bir avantaj olduğunu onlara sık sık anımsatırdı. Ergenlik dönemlerini sağ salim atlatmalarının ardından aldığı ödüldü bu.
Conlan kaldırımın kenarına yanaşıp arabayı park etti. Arabanın açılır tavanı yerine oturduğunda Angie’ye döndü. “Sorun olmayacağından emin misin?”
“Buradayım sonuçta, değil mi?” Angie sonunda ona bakabilmişti. Bitkin görünüyordu; mavi gözlerinin ışıltısında görmüştü bunu ama Conlan’ın başka bir şey söylemeyeceğini, birkaç ay önce kaybettikleri bebeklerini hatırlatır korkusuyla hiçbir şey söylemeyeceğini biliyordu.
Sessizlik içinde yan yana oturdular. Klimadan hafif bir ıslık sesi geliyordu.
Eski Conlan şimdi eğilip onu öper, onu sevdiğini söyler ve bir iki nazik söz Angie’nin rahatlamasını sağlardı ama artık böyle kolaylıkla iletişim kuramıyorlardı. Bir zamanlar paylaştıkları sevgi çok uzaklarda kalmış, çocukluğu gibi silinmiş, kaybolup gitmişti.
“İstersen hemen dönebiliriz Araba bozuldu deriz,” dedi Conlan; eskisi gibi karısına takılıp onu gülümseten adam olmaya çalışarak.
Angie ona bakmadı. “Şaka mı yapıyoısun? Herkes bu arabaya ne kadar para ödediğimizi biliyor. Ayrıca annem burada olduğumuzu biliyor, ölülerle konuşuyor olabilir ama kulakları bir yarasanınki kadar keskindir.”
“Şu an mutfakta ve yirmi kişi için on bin tane cannoli4 yapıyor. Ablalarınsa kapıdan içeri adım attıklarından beri durmadan konuşuyorlar. Bu karmaşada kaçabiliriz.” Conlan gülümsedi. Bir an için aralarındaki her şey normal göründü, arabada hiç hayalet yokmuş gibi. Angie sonsuza dek bu dinginliği hissetmek isterdi.
“Livvy üç tepsi güveç yapmıştır,” diye mırıldandı Angie. “Mira büyük ihtimalle yeni bir masa örtüsü işlemiş ve her birimize birbirinin aynısı önlükler dikmiştir.”
“Geçen hafta iki sunumun ve bir de reklam çekimin vardı. Yemek yapmaya zaman ayırmazsan anlarlar.”
Zavallı Conlan. On dört yıllık evliliklerine rağmen DeSaria ailesinin dinamiğini hâlâ anlayamamıştı. Onlar için yemek yapmak bir iş veya hobi değildi; bir çeşit nakit para demekti ve Angie meteliksizdi. Taptığı babası Angie’nin yemek yapamamasından memnundu. Bunu başarının işareti olarak görüyordu. Cebinde dört dolarla bu ülkeye göç eden ve diğer göçmen ailelerin karnını doyurarak geçimini sağlayan biri olarak en küçük kızının elleri yerine kafasını kullanarak para kazanmasıyla gurur duyuyordu.
“Hadi gidelim,” dedi, babasını düşünmek istemiyordu.
Angie arabadan inip bagaja gitti. Kapağın sessizce açılmasıyla küçük bir karton kutu göründü. İçinde Pacific Desert Company’den alınmış bol çikolatalı bir pastayla muhteşem bir limonlu tart vardı. Yemek yapamamasına dair bazı yorumlar geleceğini bile bile kutuya uzandı. Evin en küçük kızı -prensesi- olduğundan ablaları mutfakta çalışırken o resim yapabilir, telefonda konuşabilir ya da televizyon izleyebilirdi. Ablaları, babalarının onu şımarttığını her fırsatta dile getirirdi. Onlar yetişkin yaşlarında bile aile restoranında çalışmaya devam etmişti. Bu gerçek bir iş, derlerdi hep, Angie’nin reklamcılık işinden farklıydı.
“Hadi,” dedi Conlan, onu kolundan tutarak.
Asfalt yoldan yürüyüp Virgin Mary Çeşmesi’nin önünden basamakları çıktılar. Kapının yanında kollarını onları selamlarcasına iki yana açmış bir İsa heykeli duruyordu. Birisi bileğine bir şemsiye asmıştı.
Conlan kapıyı üstünkörü çalıp açtı.
Ev gürültüden geçilmiyordu; bağırışlar; merdivenlerde bir aşağı bir yukarı koşuşturan çocuklar, doldurulan buz kovaları, kahkahalar. Girişteki mobilyalar palto, ayakkabı ve boş yemek kutuları altında kalmıştı.
Oturma odası oyunlar oynayan çocuklarla doluydu. Küçük çocuklar bir masa oyunu, büyük çocuklarsa iskambil oyunu oynuyordu. En büyük yeğenleri Jason ile Sarah televizyonda Nintendo oynuyordu. Angie’nin içeri girmesiyle çocuklar cırlayarak etrafına doluştu. Hepsi bir ağızdan konuşuyor, dikkatini çekmek için yarışıyordu. Angie onlar için hep, onlarla birlikte yere uzanıp o anda hangi oyuncak revaçtaysa onunla oynayan teyzeydi. Dinledikleri müziği asla kapatmaz, bir filmin onlara uygun olmadığını söylemezdi. Sorulduğunda hepsi Angie Teyze’nin “harika” olduğunu söylerdi.
Arkasındaki Conlan’ın Mira’nın kocası Vince’le konuştuğunu duydu. Bir içki dolduruluyordu. Çocuk kalabalığından kurtulup koridordan mutfağa doğru ilerledi.
Kapıda durdu. Annesi mutfağın ortasındaki kocaman tezgâhın başında durmuş tatlı hamurunu yuvarlıyordu. Un yüzünün yarısını kaplamış, saçlarına bulaşmıştı. Yetmişlerden kalma gözlüklerinin camı fincan dibi gibi kalındı ve kahverengi gözlerini kocaman gösteriyordu. Kaşının üzerinde biriken küçük ter damlacıkları unlu yanaklarına akıp göğsüne düşüyordu. Babasının ölümünden sonraki beş ayda çok kilo kaybetmiş, saçını boyamayı bırakmışttı. Saçları bembeyazdı artık.
Ocağın başında duran Mira, bir kap kaynar suya gnocchi‘leri5 atıyordu. Arkadan balonca bir genç kızdan farksızdı. Dört çocuk doğurduktan sonra bile hâlâ kuş gibi cılızdı ve genellikle ergenlik çağındaki kızının kıyafetlerini giydiği için, kırk bir yaşında olmasına rağmen on yaş daha genç görünüyordu. Bu akşam, ensesinde ördüğü upuzun saçları yılan gibi beline doğru süzülmüştü. Üzerinde düşük bel, bol paça siyah bir pantolonla kırmızı örgü bir kazak vardı. Konuşuyordu, bunda şaşılacak bir şey yoktu; her zaman konuşurdu çünkü. Babası en büyük kızının sesinin son hız çalışan bir blender gibi çıktığını söyleyip sürekli ona takılırdı.
Diğerlerinden biraz uzakta kalan Livvy sol tarafta taze mozarella peyniri dilimliyordu. Siyah ipek elbisesinin içinde Bic tükenmez kalemlerine benzemişti. Topuklarından daha yüksek olan tek şey tüysü saçlarının kabartısıydı. Livvy yıllar önce manken olma hevesiyle apar topar West End’den ayrılmıştı. Bütün iş görüşmelerine, “Şimdi lütfen soyunun,” cümlesinin eşlik edeceğini anlayana kadar da Los Angeles’ta kalmıştı. Beş yıl önce, otuz dördüncü yaşgününden kısa bir süre sonra, başarısızlığını ve çabalarının beyhudeliğini kabullenerek, ailenin hiç görmediği ve duymadığı bir adamdan olma iki küçük oğluyla birlikte eve dönmüştü. Aile restoranında çalışıyordu ama bunu istemeye istemeye yapıyordu. Küçük bir kasabaya hapsolmuş büyük şehir kadını olduğuna inanıyordu. Şimdi tekrar evlenmişti; geçen hafta Las Vegas’taki Aşk Şapeli’nde çarçabuk bir tören düzenlenmişti. Üçün şanslı bir sayı olduğunu düşünen herkes Salvatore Traina’nın sonunda onu mutlu edeceğine inanıyordu.
Angie gülümsedi. Zamanının büyük kısmını bu üç kadınla bu mutfakta geçirmişti; kaç yaşında olursa olsun ve hayat onu ne yöne savurursa savursun, burası hep evi olacaktı. Annelerinin mutfağında sevildiklerini ve güvende olduklarını hissederlerdi. Ablalarıyla farklı yaşam biçimlerini tercih etseler de birbirlerinin kararlarına sıkça müdahale ederlerdi, etle tırnak gibiydiler. Kopmaları mümkün değildi. Angie yine onların hayatlarının bir parçası olmak istiyordu; kederini uzun zamandır tek başına yaşamıştı.
Mutfağa girip kutuyu masaya bıraktı. “Selam kızlar.”
Livvy ve Mira ileri atılıp İtalyan baharatları ve market parfümü karışımı kokularıyla onu kollarının arasına aldılar, öyle sıkı sarılmışlardı ki… Angie boynunda gözyaşlarının sebep olduğu bir ıslaklık hissetmişti ama kimse, “Seni evde görmek ne güzel” dışında tek laf etmemişti.
“Teşekkürler.” Ablalarına bir kez daha sıkıca sarılıp kollarını ardına kadar açan annelerine koştu. Angie o kucaklaşmanın sıcaklığını iyice hissetti. Annesi her zamanki gibi kekik, Tabu parfümü ve Aqua Net saç spreyi kokuyordu. Angie’nin gençliğinin kokuları.
Annesi ona sarıldığında Angie nefes almakta zorlandı. Bir kahkaha atıp geri çekilmek istediyse de kadın onu bırakmadı.
Angie kaskatı kesildi. Annesi ona son kez böyle sarıldığında, Tekrar deneyeceksin. Tanrı sana başka bir bebek verecek, diye fısıldamıştı.
Sonunda kendini bu kucaklaşmadan kurtarıp, “Sakın söyleme,” dedi gülümsemeye çalışarak.
Bu kadarı yetmişti; sessizce dile getirdiği ricasını anlamışlardı. Annesi parmesan peyniri rendesine uzanıp, “Yemek hazır. Mira çocukları sofraya çağır,” dedi.
Yemek odasına on dört kişi rahat sığıyordu ve bu akşam on beş kişilerdi. Gül pembesi ve bordo renklerindeki duvar kâğıdıyla kaplı büyük, penceresiz odanın tam ortasında anavatanlarından getirdikleri antika maun masa duruyordu. Gösterişli ahşap haç duvarda, İsa portresinin yanı başında asılıydı. Çocuklar ve yetişkinler masanın etrafına doluştu. Diğer odada Dean Martin şarkı söylüyordu.
“Dua edelim,” dedi anneleri herkes oturduktan sonra. Sessizlik hemen sağlanmayınca uzanıp Francis Enişte’nin kafasına vurdu.
Franris sesini kesip gözlerini kapatınca herkes ona uydu ve duaya başladılar. Bir ağızdan okuyorlardı: ‘Tanrım bizi kutsa ve bize bağışladığın bereketi bizden esirgeme. Amin.”
Dua bittiğinde anneleri hemen ayağa kalkıp şarap kadehini kaldırdı. “Şimdi Sal ve Olivia’nın şerefine kadeh kaldıralım.” Sesi titremiş, ağzı kaygılı bir ifadeye bürünmüştü. “Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Kadeh kaldırmak erkek işidir.” Ve hemen oturdu.
Mira annelerinin omzuna dokunup ayağa kalktı. “Sal’e ailemize hoş geldin diyoruz. Annemle babamın aşkı gibi bir aşk yaşayın. Dolaplarınız dolsun, sımsıcak bir yatağınız ve…” Duraksadı, sesi yumuşamıştı, “… sağlıklı çocuklarınız olsun.”
Kahkaha, alkış ve kadehlerin tokuşma sesinin yerini sessizlik almıştı.
Angie derin bir nefes alıp ablalarına baktı.
“Hamile değilim,” dedi Livvy ansızın. “Ama… deniyoruz.”
Angie gülümsemeye çalıştaysa da öyle titrek ve zayıf bir tebessümdü ki bu, kimseyi kandıramadı. Herkes ona bakıyor, aileye yeni bir bebeğin katılmasıyla nasıl başa çıkacağını düşünüyordu. Herkes onu kırmamaya çabalıyordu.
Angie kadehini kaldırdı. “Sal ve Livvy’ye.” Gözyaşlarının sevince yorulmasını ümit ederek çabucak konuştu. “Bir sürü sağlıklı çocuklarınız olsun.”
Konuşmalar tekrar başladı. Sofra tıngırdayan çatallar, porselen tabakları çizen bıçaklar ve kahkaha sesleriyle tam bir cümbüş yerine dönmüştü. Aile tüm tatillerde ve ayda iki pazartesi akşamı toplanmasına rağmen her zaman birbirlerine anlatacak yeni şeyler bulurlardı.
Angie masaya bir göz attı. Mira, annelerine okul fonunun yiyecek içecek ihtiyacını karşılaması gerektiğini anlatıyor, Vince ile Francis Enişte Huskies-Ducks basketbol karşılaşmasını konuşuyor. Sal ve Livvy her fırsatta öpüşüyor, küçük çocuklar birbirine bezelye tanesi fırlatıyor, büyük çocuklarsa Xbox mı yoksa Playstation mı daha iyi diye tartışıyordu. Conlan, Giulia Teyze’ye yaklaşan kalça ameliyatını soruyordu.
Angie ise bu diyalogların hiçbirine odaklanamıyor, havadan sudan konuşmayı beceremiyordu. Ablası bebek istiyordu ve bebekleri olacaktı. Leno’nun6 programıyla haberler arasında hamile kalması çok muhtemeldi. Eyvah, diyafram takmayı unuttum. Ablaları için bu iş bu kadar kolaydı.
Yemekten sonra Angie bulaşıkları yıkarken kimse onunla konuşmadı ama lavabonun önünden geçen herkes ya omzunu sıkmış ya yanağına bir öpücük kondurmuştu. Herkes söylenecek söz kalmadığının farkındaydı. Yıllar boyunca edilen dualar ve ümitler artık anlamını yitirmişti. Anneleri neredeyse on yıldır St. Cecilia’da mum yakıp durmasına rağmen, geniş bir aile olmayı bir türlü beceremeyen Angie ile Conlan bu gece arabalarında yine yalnız olacaklardı.
Sonunda daha fazla dayanamayacağını anladı. Bulaşık bezini masaya fırlatıp üst kattaki eski odasına koştu. Hâlâ gül pembesi duvar kâğıdıyla kaplıydı ve beyaz sepetlerle dolu küçük sevimli odadaki pembe ikiz yatak da yerinde duruyordu. Yatağının kenarına oturdu.
İşe bakın ki bir zamanlar aynı yerde diz çökmüş, hamile kalmamak için dua etmişti. O zamanlar on yedi yaşındaydı ve Tommy Matucci’yle çıkıyordu. İlk aşkı.
Kapı açıldı ve Conlan içeri girdi. İri yarı, siyah saçlı İrlandalı kocası bu küçük kız odasına hiç uymamıştı.
“İyiyim,” dedi Angie.
‘Tabii.”
Kocasının sesindeki acıyı duymuş, içi sızlamıştı. Ama yapabileceği bir şey yoktu. Conlan onu rahatlatamıyordu; Tanrı biliyor bunu kanıtlayacak kadar çok denemede bulunmuştu.
“Yardıma ihtiyacın var.” Conlan bunu yorgun bir ifadeyle söylemişti; öyle olacaktı elbette. Çok eski sözlerdi bunlar.
———
1 1970’lı yıllarda özellikle ABD’de yaygın olan ön tekerleği, arka iki tekerleğinden büyük çocuk bisikleti (ç. n.)
2 Bisiklet markası. (ç.n.)
3 Açık havada oynanan bir tür çocuk oyunu, (ç. n.)
4 Sicilya’ya özgü bir çeşit tatlı (ç. n.)
5 Hamuru un ve patatesle yapılan İtalyan yemeği. (ç. n.)
6 Amerikalı stand up komedyeni Jay Leno’dan bahsedilmektedir. (ç. n.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSevgi Uğruna Yaptıklarımız
- Sayfa Sayısı464
- YazarKristin Hannah
- ÇevirmenSolina Silahlı
- ISBN9786053430100
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 11 Yaş Günü ~ Wendy Mass
11 Yaş Günü
Wendy Mass
O gün Amanda’nın 11. yaş günüydü ve Amanda çok heyecanlıydı. Ama daha en başından gece ters başladı ve garip bir şekilde devam etti. Doğum...
- Zaman Artık Durmalı ~ Aldous Huxley
Zaman Artık Durmalı
Aldous Huxley
Hem edebiyata hem de felsefeye büyük katkılar sağlayan, başta Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları, Ada ve Loudun Şeytanları olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla...
- Miso Çorbasında ~ Ryu Murakami
Miso Çorbasında
Ryu Murakami
Ryu Murakami, savaş sonrası Tokyo’sunun neon parlaklığındaki gecelerinin karanlık köşelerini gösteren şiddetli eserleriyle, modern Japon edebiyatının en önemli isimlerinden. Daha önce Yok Yere ve...