Dostlar…
Çalışma ahlâkına karşı öncü isyan hareketinin temellerini oluşturan bu sempozyumda, insanın materyalizmden arındırılmasıyla ucuz yemek yemenin yolları gibi konuları gündeme getirerek ele alınmasını sağlamaya çalışacağım.
Yaşasın Tüm Ülkelerin Serserileri…
Yaşasın Yolların Filozofları…
“Tüm Ülkelerin Serserileri Birleşiniz…”
Vecdi Çıracıoğlu tek katmanlı bir edebiyatla mücadeleye girişiyor; yeni katlar çıkıyor, sonra birden yeraltına dalıyor ve karınca yuvası gibi bir roman yaratıyor. Islak kibritle ateş yakabilenlerin, mantarlı şişeyi aletsiz açabilenlerin ve yokuş yukarı zikzak çıkabilenlerin toplanacağı bir sempozyum ancak böyle bir romanda gerçekleştirilebilirdi.
Serseri Standartları Sempozyumu yerleşik ütopya anlayışını altüst eden, Bilge Serserilerin kendi “yokülke”lerini yarattığı bir “tuhaf roman”.
*
İlk sayfalarını çevirdiğiniz bu roman, Rumeli Hisarı sahilinin tek bakkalında tesadüfen ele geçirilen, leblebi kavutu doldurulmuş, kimi yerleri silik sarı defter sayfalarına yazılı günlük ve teatral metinlerden esinlenilerek yazılmıştır. Dikkatli ve meraklı müşteri, külahların tümünü satın alarak sayfaları kurtardığında, hem kekeme hem de geveze bakkal: “Amelenin biri bir defter getirdi. Onu, yapımı yarım kalmış apartmanda çalışırken ikinci bir zulada, horozlu ayna ve geçersiz paralarla bulduğunu söyledi. Defterin kilidi ve deri kapağı cezbediciydi. Onu iki ekmek, yüz elli gram helvayla değiştim. Kilidine çilingirden anahtar uydurdum. Sararmış, nemden yer yer ıslanarak birbirine yapışmış sayfaları kapağından ayırdım ve kızımın güzelyazı defterini içine yapıştırdım,” demiştir. Defterin kurtarılmış yaprakları, eski Hisarlı meraklıda halen mevcuttur.
Büyü(k) Ev
Yağmur yeni kesmişti! Tarlabaşı’nın parke taşı döşeli arka sokağı ıslaklığını korurken, sokağın, kaldırım taşları arasında yer bulan su birikintileri, loş evlerin kimi pencerelerinden yansıyan ışıklarla menevişleniyordu. Birikintilere yaklaştıkça, meneviş gölgem yerini önce petrolün moruna, sonra maviye, ardından gümüşi renge bırakıyor. Başımda, kenarına sıkıştırılmış sarı, mor, kırmızı renk karışımı tüylü fötr bir şapka var. Sürekli sağa, sola, ön ve arkaya kaykılıyor. Şapkamı ve dizlerimin altına kadar uzun, kalkık yakası kulaklarımı örtecek kadar büyük pejmürde bej pardösümü; duble paça lacivert pantolon ve klasik kahverengi ayakkabılarım bütünlüyor. Arada, küçük su birikintilerine basmamak için sıçrayıp dikkatle yürüyorum. Dirsek temasıyla yan yana sıralanmış apartmanlardan en sondakinin önünde durdum. Başımı kaldırıp baktım. Eski apartman dört katlı. Her katında dar cumba var. Üzerine birçok haşere temizleme ve farelerle mücadele şirketinin küçük el ilanlarının yapıştırıldığı yarı düşük kunt demir sokak kapısını zorla iteledim. Kapı, iç gıcıklayan buruk sesle apartmanın girişine yer etmiş çeyrek daire çizginin üzerine bir çizik daha bırakarak açıldı. Kapının apartman girişine attığı son imzaya inadına basarak içeri girdim. Yüzümü yalayan loş küf kokusuna karışmış kim bilir kimlerin hatıraları, dışarıdan gelen sokak kokusuyla çarpıştı. Giriş karanlıktı. Gözlerimin alışmasını bekledim. Elektrik düğmesini buldum. Düğme, ateşböceğiymişçesine parlıyordu duvarda. Eğimine bastım. “Klik…” Solgun sarı ışık yayıldı girişi yüksek tavanlı apartmana, geniş mermer basamaklı merdivene yürüdüm. Kirliydi merdivenler. Arnuvo tarzı ferforje basamak korkuluklarını süsleyen, gürzi pik dökme demir topuz tırabzan başını tutarak, ağır adımlarla basamakları çıktım. Kim bilir hangi ressamın fırçasından çıkmış, merdiven boşluklarını süsleyen peyzajlar, ampullerden sıyrılan loş ışıkla aydınlanıyordu. Yarıya kadar filetolu yeşil rengin titremlerinin kullanıldığı silik, kirli manzaralar, iki katın arasına gelindiğinde, üzerine sis çökmüş, Karadeniz’in herhangi yaylasının gelişigüzel mezrasını andırıyor. Çıkılan her basamakla manzara biraz daha netlik kazanarak, sis ortadan kalkıp her figür tek başına ortaya çıkıyor. Ellerim pardösümün ceplerinde, bir dairenin kapısı önünde durdum. Kahverengi boyalı ahşap iki kanadı, küçük buzlu camlı gözleme pencereleri pirinç çerçeveli kapı, kenarları kalın oymalı latalarla pekiştirilmişti. Pardösümün derin cebinde anahtarım var. Açıp içeridekini rahatsız etmek istemiyorum. Önce kapıyı çalmam gerek. Çıngıraklı kapı, Osmanlı hançerleri gibi içe kıvrık. Keskin ucunu sivri, siyah kitin baş ve işaretparmaklarımla tutuyorum. Çıngıraktan boğuk ses çıkıyor. Kapıyı açan yok. Bir kez daha yineliyorum. Yine boğuk ses… Uzun süredir ellenmemiş çıngırağın tınısına zırhlar zırh olmuş. Kapıyı yine açan yok. Kaygan elime, çıngırağın çevirme kulağından küçük anahtarımı tutabilmek için deri eldivenlerimi giydim. Anahtar, parmaklarımın arasında yerini aldı. Deliğe girdi, kilidin içinde döndü.
Kapı, “Garçç!” diye açıldı, kenarlarından tozlar döküldü. Daire ışığının nereden yandığını biliyordum. İçeri girip kapıyı kapadım. El yordamıyla elektrik düğmesinin kulağını buldum, çevirdim. Yanmadı. Yalama olduğu, uzun yıllardır kullanılmamasından belliydi. İdmansızdı düğmenin kulağı. Bir kez daha denedim. Yandı. Hem de gür huzmeyle… Yere baktım, ayakuçlarıma. Desenli döşeme karoları üzerinde inanılmaz hareketlilik vardı. İnsancıklardı. Işık yanınca, kaçışmaya başladılar, şişesi kırılıp azat olmuş cıva parçacıkları. Kimdi bunlar? Eğilerek baktım. Tanıdığım biri yoktu içlerinde. Hoş, yüzlerini de pek seçemiyordum ya! Sakindim… Önce yakınımdaki yakalayabildiklerimi, ayakkabılarımın kösele tabanlarıyla ezdim. Seri hareketlerim fötrümün oynamasına neden oluyordu. Ne kadarını ezdim kakalakların, bilmiyorum. Kaçan birkaçı süpürgeliklerin birleşme yerlerindeki aralıklardan girerek, gözden kayboldu. Sükûnetimi koruyordum… Gerisingeriye döndüm. Kapı eşiğinin hemen önüne konulmuş eski bir havludan bozma paspasta ayaklarımın tabanlarını silerken, üzerine nelerin bulaştığına bakmadım bile… Aynalı askının önündeydim. Pardösüme çekidüzen vererek ayaklarımı dairenin tabanına birkaç kere vurup sakinleşmelerini sağladım. Ne de olsa onlar katildi. Askının üzeri bir karış toz kaplı, aynasının cıvası yer yer dökülmüş, sırı donuk, soluk ve sırsızdı… Aynaya baktım, yüzüm yoktu! Eldivenli elimle, yana yatmış fötrümü düzelttim. Şapka rafına yavaşça bıraktım. Silik aynada bir karafatma, bir hamamböceği halimi seyrederek kalakaldım. Ensemle yüzümü ılık, yumuşak rüzgâr yaladı. Arkamı döndüm. Sofaya açılan kapılardan birinin aralandığını fark ettim. Rüzgâr oradan geliyordu. Aralık kapıyı biraz daha açarak, odadan içeriye baktım. Penceresi açık odaya sokak lambasının ışığı dolmuştu. Kenara sıyrılmış tül perde uçuşurken, kucak dolusu ıslanmış kuru yaprak da pencere ve odanın içinde oynaşıyordu. Serseri bir polenin toprağı döllemesiyle peydahlanmış iri aylandız piçinin dallarından biri rüzgârla pencereye girip çıkıyor, gün ışığı aydınlık odanın içine siyah beyaz film oynatan sinemaymışçasına dolup boşalıyordu. Kapıya yaslanarak içerideki bu garip, garip olduğu kadar da masum oynanan oyunu seyre daldım. Bir süre sonra odaya girdim. Attığım her adımda, ayaklarımın altında yerlerinden oynamış, cilaları dökük eski parkeler, odanın içine kâh giren kâh çıkan ışığa, gıcırtılarıyla eşlik ediyordu. Odada başka birileri daha varmış da, onları rahatsız edecekmişim gibi parmak uçlarıma basmaya gayret ederek gıcırtıyı hafifletmeye çalıştım. Camı örttüm. Geriye dönerek kapıyı sessizce kapattım. Daireden çıkıp merdivenlerden indim. Sokaktaydım. Geldiğim yere dönmüş, ayaklarım yine ıslak kaldırım taşlarına değmişti. Sokak lamba direğinin iki yana uzanmış ışıklı kolları rüzgârda sallanıyordu. Işık, yeniden çiselemeye başlayan yağmurun altında, örümcek ağına düşmüş bir ateşböceği telaşı içindeydi. Az ilerde aktar dükkânın saçağının altına sığınmış bir insanın karanlıktaki bedeninin yanındaki galvanizli borudan akan yağmur suları garip sesler çıkararak akışını hızlandırmaya çalışıyordu. Karartının karşısına geldiğimde onun erkek olduğunu anladım. Sırılsıklamdı. Yüzü aynaya her baktığımda gördüğüm yüzle aynıydı. Karşılıklı gülümsedik. Ona bir adım daha attım. Yüz yüzeydik. “Parola?” diye sordu, “yoksa sizi kabul etmem olanaksız.” Yüzümden kaybolmayan tebessümle, “Parola artık yok, artık o kaldırıldı. Herhalde sizin haberiniz yok yeni gelişmelerden,” dedim. Bir adım daha atarak ıslak paltosunun açık düğmelerinin arasından içine sızdım.
Ter içinde uyandım…
Hava yeni yeni kararmak üzereydi.
1
Yarı iblisim… Tek tip apoletli yetiştiren yatılı erkek iblis okulunda sınıfın en başarılı öğrencisiydim. Dört yanını kalın duvarla çevreleyen okulun tavanı yüksek, sınıfları geniş ve çok pencereliydi. Geniş döşeme tahtalarını, her sabah erken kalkıp ağır yağlarla tımarlardık. Kışın koca kavlan yarmalarını peşi sıra tüketen, yazınsa yerinden kaldırılmayan iki boğumlu pik döküm kunt soba, sınıfın ortasına kuruluydu. Pencerelerindeki eşsiz Boğaz manzarasının sınıflara dolan parlak, beyaz ve mavi huzmelerine rağmen bir kez bile denize bakamamıştım. Her şey gibi, o da yasaktı. Usta öğretmenim, bana, bütün yeteneklerini en ince noktalarına kadar öğretti. Hünerle dolu bilgilerle mezun olduğumda, sonsuza kadar yanında kalıp ona hizmet etmemi isteyen ustam, yanından ayrılmama izin vermedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıSerseri Standartları Sempozyumu
- Sayfa Sayısı343
- YazarVecdi Çıracıoğlu
- ISBN9789750524530
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nuhsuz Tufan; Peygamberin Gözyaşları ~ Hüseyin Emre Coşkun
Nuhsuz Tufan; Peygamberin Gözyaşları
Hüseyin Emre Coşkun
Dünya üzerinde neredeyse her kültürün, her bölgenin bir tufan efsanesi var. Bir sürü buz devri geçirmiş yaşlı dünyamız için bu çok normal olmalı. Hüseyin...
- Sus Barbatus! 1 ~ Faruk Duman
Sus Barbatus! 1
Faruk Duman
Faruk Duman’ın üçlemesi “Sus Barbatus!”un ilk cildi. İlk baskısı 2018 yılında yapılan roman aynı yıl Orhan Kemal Roman Armağanı ile Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü...
- Sesini Duyur 2 ~ M. Rise
Sesini Duyur 2
M. Rise
Maya Erez her şarkı söylediğinde, sesi gökyüzü ve yeryüzü arasında ahenk oluşturuyor, insanların ruhlarında gizli kapıları aralıyor ve derilerinin altına umut aşılıyordu. Gitarımla onun...