Öyküleriyle birçok ödül kazanmış olan Sibel Öz, NotaBene yayınlarından çıkan “Kıyıya Vuran Dalgalar-F Tipi Öyküler” isimli öykü kitabını da derlemişti. Öykülerini biraraya topladığı ikinci kitabı olan Serçeler Ölürse’de okuyacağınız 11 öykü üzün yılların birikimi ve ustalığını yansıtıyor.
Hayatı karşılayan bakışın öykülerini yazıyor Sibel Öz. Edebiyatın taşıyıcı bilinci o bakışın incelikli/duyarlı diline yansıyor. Yaşanan sıcak zamanların buruk, ezgin, kırılgan durumlarını konu ediniyor. İnsandan insana doğru yürüyüşün dili/zamanı/ duyarlıklı bakışı var her bir öyküsünde. İçli, sezgili bir bakışın diliyle kuruyor onların gerçekliğini. Yaşanan ânla yiten zamanın aralığındaki insanın öyküsünü yazıyor. Yerin/yerdeş bilincin kültürel iklimini oya gibi işleyerek taşıyor öykülerine. Kadınca bakışın, duyarlılığın öne çıktığı öykülerinde tematik zenginlikle birlikte zamanın ruhunun tanıklığı önemlidir. Zamanımızın öyküsünü yazıyor Sibel Öz; yalın, atak, dupduru söyleyişle hayatın çarpıcı yüzünü gösteriyor. Serçeler Ölürse kendi yolunu açan bir öykücüyü muştuluyor bizlere.
Feridun Andaç
İÇİNDEKİLER
- Ah Lena
- Vildan
- Serçeler Ölürse
- Bahçesiz
- Kanaat Tevekkül ve Karıncalar
- Pazar
- Küf Beyazı
- Bozkır
- Hele Gözle
- Çiçek Adlarını Bilmeyen Çöp Kamyonu Şoförünün Kaçışı
- Oto Kiralamacı, Bimilyoncu ve Kömürcü
AH LENA
Bir gece kapı çalındı, gelen oydu.
İnce beyaz boynu ve saçları ıslanmış, mavi gözleri, tedirgin kalbini ele veriyordu. Yağmur yüzüne, tenine, saçlarına ne güzel yakışmıştı. İncecik bilekleri görünüyordu, kollarını sıvamış olmalıydı yürürken. Çocuklar gibi su birikintilerinin içinden doğru yürümüş olmalıydı ki kalçalarına kadar ıslaktı pantolonu da. Dere güllüğü toplamıştı, arkasında tuttuğu elinde onlardan başka ne olabilirdi ki?
Keşke gelmeseydin Lena.
Seni bir daha göremeyecek olmanın yasını tutarken ben, fırtınaların izini sürmeseydin. Fırtına Deresi boyunca yürüyüp bu kapının önünde durmasaydın. Aşkın biraz gurur taşısaydı keşke, sevgiyi arsızlıkla yıkayıp önüme atmasaydın yeniden. Hayır, boynuna sarılmayacağım, saçların fırtına kokuyor mu diye içime çekmeyeceğim, geldiğin gibi gideceksin. Seni ben davet etmedim.
Ne zaman geçtin içeri?
Geçen gelişinde vazonun düşüp kırıldığını hatırlıyor olmalısın ki, dere güllüklerini su bardağına koymuşsun. Cam kırıklarını süpürgenin arkasına sakladım. Atamadım, hiçbir hatıramızı atamadığım gibi… Atamadığım gibi yüreğimden, tekrar geleceğine dair umudu… “Geldim işte” dercesine bakma. Geldiğinde bulduğun adam değil bıraktığın kişi. O yüzden ‘gelmek’ kavramını kullanma. Belki sen de başka birisin artık Lena.
Gece iyice çöktü vadinin üzerine. Yağmur hala yağıyor. Yılın bu vaktinde, dağlar duman içinde kalır gündüzleri bile. Yağmurun sesi, derenin sesine karışır. Ormanlardan derin bir uğultu gelir, suların aşağıya, hep daha aşağılara doğru akışının sesidir bu. Dinle Lena. Fırtına Deresi insanı hep sakin olmaya çağırır. Öyle deli bir coşkuyla akar ki, ondan daha coşkulu olunamayacağını anlar, sakınırsın kendini. Anlata anlata bitiremediğimiz ömürlerimiz, ayaklarımızın altındaki çakıl taşlarınınkinden daha kısadır. Zaman onun akışıdır burada ve o da sonsuzcadır.
Nereye gidiyorsun üzerindeki incecik bluzla? Gecenin bu saatinde dere kıyısında mı dolaşacaksın? Evet, yapraklar düşmeye başlamış suyun üzerine. Şölen gibi yaprakların dökülüşü, dönerek ve hep birlikte… Gümüşi bir şölen gibi… Tanıklığa ihtiyaç duymayan bir güzellik… Sen de öylesin… Dizlerinin üzerine çöküp eline alıyorsun yapraklardan birini. Onların suya dökülüşüne benziyor diz çökmen, akıntıyla gidişlerine yürüyüşün… Su gibi akıyorsun taşların üzerinde… Tökezlemeden, takılmadan, tereddüt etmeden…
Yağmur yağıyor üzerimize. Kollarını açıp yüzünü, gözlerini daha da ıslatmasını istiyorsun, ben sana bakıyorum… Sen karşımdayken kendimi yitiriyorum, olmadığında zaten yitiğim. Ben bende değilim ki artık. Her şeye senin gözlerinle bakar olmuşum nicedir. Sabah uyandığımda senin ışıltılı gözlerinle seyrediyorum çağıltılı suları. Senin yerine ayaklarım buz kesilinceye kadar yürüyorum dere sularında. Yağmurda ıslanmak da senden yadigâr kaldı. Oysa yapmazdım bunları ben. Şımartmazdım kendimi. Gelip beni şımartmanı ne çok diledim senden sonra… Sonra vazgeçtim beklemekten.
Gece değil sanki sen yürüdükçe… Yağmur ne zaman durdu? Işıl ışıl ateş böcekleri sarmış her yanı. Çalı diplerinde, ormanın derinliklerinde uçuşup duruyorlar yağmurun ardından. Her gece çıkıyorlar mıydı? Ben neden görmedim? Hayır, gitme onların peşinden. Ellerimden tutup sürükleme ormanın içine. Ellerin sıcacık. Sana sarılmak istiyorum ama durmuyorsun. Yorgunluk nedir bilmez misin sen? Minik yıldızlara benzeyen yosunlar büyümüş kayaların üzerinde. Zümrüt yeşiline dönüyor gözlerin yosunlara bakarken. Onları bile okşuyorsun, onlar bile senin sevgine muhtaç. Biliyorsun bunu. Dağlara değil de taşa böceğe ota düşkünsün. Küçük ve parıltılı şeylere…
“Peki” deyip oturuyorsun, gövdesi yemyeşil bir halı gibi yosunlarla kaplı çam ağaçlarından birinin altına. Dalların uçlarından sarı renkli otsu iplikler sarkmış. Bütün ağaçlar bunlarla kaplı, dallardan sarkıp yerlere kadar eğilmişler. Salkım saçak olmuşlar her yanda. Seni bırakıp onları incelerken buluyorum kendimi. Kim süslemiş bu ağaçları, kim donatmış dalları bu sarı ipliklerle? Anlatamıyorum ki böyle bir şeyin başka hiçbir yerde bulunmadığını. Hiçbir şey sıradan değil burada, olağan da… Her şey güzelliğin ve doğanın olabilecek en uç sınırında yaşıyor.
Etrafımızda neşeden delirmiş ateş böcekleri ve dallardan sarkan sarı iplikler… Oturuyorum yanına. Çam kokusu… Özgürlük, ferahlık ve yaşayan her şeyin delişmen kokusu… İçime çekiyorum hepsini. Omzunu hissediyorum kolumda. Biraz daha sokuluyorsun. Bana bakıyorsun biliyorum, ama bakamıyorum yüzüne. Yok olursun sanıyorum bu denli yakından bakınca. Orada, yanımda olduğunu bilmek yetiyor. Azına, hep daha azına sen alıştırdın beni. ‘Niye’ sorusunu unutturdun özleminle. “Peki” dedikten sonra sen, ardından gelecek cümleyi bekliyorum. Sadece ben değil etrafımızdaki her şey soruyor, ağaçlar, dallar, ateş böcekleri: “Peki ne?”
“Peki, konuşalım” diyorsun neden sonra. Yüzüme yaklaştırıyorsun yüzünü, dudaklarımın kıyısından öpüyorsun, nefesin çam kokuyor. Başım dönüyor… Gözlerinin ta içine bakıyorum, genç, gülümseyen, isteyen gözlerine… “Niye geldin, şimdi ne istiyorsun?” deyip seni acıtmak istiyorum ama yapamıyorum. Her zamanki gibi isteyen sen, teslim olan ben oluyoruz. Bu kez dudaklarımdan öpüyorsun, nefesin nefesime karışıyor, ellerinin değdiği her yeri yakıyorsun, dudaklarının öptüğü yerler kor ateş zaten… Sana doymak mümkün mü? Öpsem seni sabaha dek ve doysam… Doysam ve gitsen… Gelişin sana doyamayacak olmanın acısını çoğaltmasa… Söyle, bu mümkün mü? Konuşmak mı istiyordun, öperek mi?
***
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıSerçeler Ölürse
- Sayfa Sayısı184
- YazarSibel Öz
- ISBN9786055513320
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviNotaBene Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ~ Murat Gülsoy
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul
Murat Gülsoy
Yoruluyorsun. İkinci tekil şahısta düşünmekten yoruluyorsun, ama ben demenin yol açacağı duygusal tepkimeleri de kaldıramayacağını çok iyi biliyorsun. Acaba birkaç benlik daha yaratabilir misin?...
- Ben Öykülere İnanırım ~ Julio Cortázar
Ben Öykülere İnanırım
Julio Cortázar
“Bir başka dünya burası, bizim bilmediğimiz. Çocuklar çocuk değil burada.” Bugüne kadar roman, öykü, tiyatro oyunu gibi farklı edebi türlerde eserler veren usta yazar...
- İki Deli Derviş – Yazyalnızı ~ Behçet Çelik
İki Deli Derviş – Yazyalnızı
Behçet Çelik
“Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirmiş iskambil oynamaya...