Hayatı boyunca yalnız yaşayan Cesare Pavese, 1950 yılı Ağustos’unda, Torino’da bir otel odasında intihar ettiği zaman, sevenleri onun eski bir şiirinde tasarladığı ölümü bulduğunu düşünmüşlerdi: “Yataktan kalkmak gerekmeyecek / Yalnız şafak girecek bomboş odaya.”Pavese’nin ilk romanı olan Senin Köylerin, 1941 yılında basılır basılmaz edebiyat dünyasının dikkatini üzerine çekmişti. Topladığı övgülerin yanı sıra ağır eleştirilere de maruz kalan roman, bugün İtalyan “yeni gerçekçiliği”nin ilk örneklerinden biri kabul ediliyor.Cesare Pavese, Kuzey İtalya kırsalını anlattığı Senin Köylerin’de, elindeki malzemeyi ne kadar iyi tanıdığını, romandaki kişileri ve köyleri kaleminden önce yüreğiyle yoğurduğunu okuyucuya hissettiriyor. Senin Köylerin, insanın derinliklerini dile getiren, eşsiz bir roman.
*
Daha kapıda işletmeye başladı beni. Buradan ilk çıkışım olmadığını ve onun gibi bir erkeğin bunu da yaşaması gerektiğini söylemiştim ona, o da sanki çayırda baş başa bir kadınla bir erkekmişiz gibi anlamlı anlamlı gülmeye başlıyor ve çıkınını koltuğunun altına sıkıştırıp, “Babam olmayacaktı ki…” diyor. Gülmeden duramayacağını biliyordum, çünkü onun gibi bir budala bir saçmalık yapmadan çıkmazdı içerden; ama kötülük dolu bir gülüştü bu; hani lafı bir yere getirmek için gülünür ya, öyle. “Babanla piliç yersin bu akşam,” diyorum yola bakarak. “İçerden ilk çıkışta evde insanı bir karşılarlar ki, düğün şenliği!” Hızla geçen dondurmacı arabası biz iki yayayı sanki çiğneyecekmiş gibi hemen arkamdan, bana yapışık gibi yürüyodu. Hiçbir caddede karşıdan karşıya geçmediği belliydi ya da beni işletmeye başlamıştı bile. Anımsıyorum, ne ben ne de o dönüp tutukevine bakmıştık. Bulvarın sık ağaçlarını görmek insanı etkiliyordu, hava da çok sıcaktı, sımsıkı bağlı boyunbağım yüzünden terleyip duruyordum. İçersi gibi sıcaktı; bir köşeyi dönüp tam güneşin alnına çıktık. “İn cin top oynuyor bu caddelerde,” dediğini duyuyorum, evindeymiş gibi sakin konuşuyor. Rahatlamış görünüyordu şimdi, boynunda kırmızı mendili, çıkını ve kaba poturuyla, iki öküz gibi nereye gittiğimizi bilmeden yürüdüğümüzün farkında bile değildi. Bu budala köylüler, bütün dünyayı gezmiş, görmüş geçirmiş de olsa bir sabah sokağa çıktığında şaşırıp kalan, ne yapacağını bilemeyen bir adamı anlayamazlar. İnsan böyle olabilir; her ne kadar çıkacağı günü bekliyor olsa da, onu salıverdiklerinde bir türlü bu dünyadan biri gibi duyumsayamaz kendini ve evden kaçmış biri gibi vurur kendini sokaklara. “Hiç olmazsa gölgeden yürüyelim, parayla değil ya,” diyerek kaldırıma çekiyorum onu. Geliyor ve yakınmaya başlıyor yine. O günlerin birinde brandaya uzanmışken söylediklerini yineliyor. Babasının o mevsim kol gücüne gereksinmesi varmış da, jandarmalara, oğlunu elinden almak için hasat sonunu beklemelerini haykırmış da, kent tutukevinin parmaklıklarının altında durup ona tehditler yağdırmış da, yanan evin sahiplerine zarar ziyan davası açmaya kalkışmış da. “Baban kaç yaşında?” diyorum. “Altmışının üstünde.” “Altmışının üstünde böyle çetin ceviz ha?” Yeniden gülmeye başladı Talino, suç ortağıymışız gibi. Yakınıyor, gülüyor ve bu arada bütün kaldırımı kapatıyordu. İnsanlar geçmeye başlamıştı, ona çarpıyorlardı, çünkü meydanda tek başınaymış gibi yürüyordu. Doğru şehrin merkezine gidiyorduk, götüren kimdi bilmiyorum: O benimle geliyordu; ben ona bakıyor, yürümesine karışmıyor ve onunla gidiyordum. Beni kimsenin tanımayacağı bir yer arıyordum, bir kahve içip düşünmek için. Öğle çoktan geçmişti ve onu sadece istasyonun bahçesine oturtmuştum. Elinde yol kâğıdı vardı, dönüp ne zamana kadar geçerli olduğunu sordu. “Köye dönmem,” diyor. “Babam öldürür beni.” Olanca iriyarılığıyla, hâlâ gardiyanın karşısındaymış gibi konuşuyordu. Boynunun terini kuruladı sonra. “Daha öfkesini alamadı babam, üstelik ekini kaldırmak için bir başkasına gündelik ödemek zorunda kaldı. Babam adaletten daha kötüdür.” “Seni bıraktılar ya. Hâlâ hoşnut değil mi?” “O başka. Tutuklanan kendi de olsaydı yine de birinden çıkarırdı öfkesini.” Baktım gitmiyor, bir sigara çıkardım. Nasıl olsa o içmiyordu. Kâğıdı katladı, gömlek cebine koydu ve çeşmeye baktı. Benim karnım acıkmıştı. “Evine dön, Talino,” diyorum. “Ben de bu kaldırımlardan kurtulmak isterdim. Sen ne yapabilirsin burada, kimseyi de tanımıyorsun!” İçerden çıkarken yaptığı gibi tek gözüyle baktı bana. Öfkeleniyordum artık. Uygar insanların arasında ne yapacağını sanıyorsun, budala, demek istiyordum, ahırına dön. Seninle, senin gibi konuşmasını bile bilmeyen biriyle bir ay hücrede kalmak yetmez mi? Ama bunların hiçbirini söylemedim ve ben de çeşmeye bakmaya başladım. Ağaçların altı bile sıcaktı. Bomboştu bahçe. Bu saatte bebek bakıcıları arabalarını sürerek eve koşar, herkes yemekte olurdu. “Madem geldim bir kez,” diyordu, “Torino’yu görmek istiyorum.” “İşsizim ve bu akşam nerede yatacağımı bile bilmiyorum, haberin var mı?” diye haykırdım suratına. Tepemin attığının farkında bile değildi ya da en azından farkında değil gibi yaptı, babasının yanında alışmış olmalıydı. Bundan da göründüğü kadar budala olmadığı anlaşılıyordu. Bana gerçeği söylettikten sonra baklayı ağzından çıkardı. “Kâğıda göre dört gün vaktim var. Ekin nasıl olsa biçilmiştir. Harmana yetişsek yeter. Burada biraz kalmak istiyorum. Bir daha kim bilir ne zaman kaçabilirim Monticello’dan.” Ne yapacağını tasarlamıştı bile. “Yetişsek,” demişti. Yan yan baktım ona. “Baban seni öldürmek istemiyor mu?” dedim sonra, tane tane. “Seninle dönersem iş değişir. Harman makinesinde çalışıp bize yardım edebilirsin. Sen de çetin cevizin birisin, az konuşuyorsun. Babamla anlaşırsın. Burada durumunun kötü olduğunu kendin söyledin.” Yanlış bir şey yapmamak için susuyordum: Çok bile konuşmuştum. Hücredeyken, moralini düzeltmek için Torino’nun benim için tehlikeli bir yer olduğunu, adaletin elinden kurtulsam bile öç almak için bekleyenler olduğunu söylemiştim. Bir kedi gibi kapıya sürtündüğü, her sabah dayak yemiş gibi uyandığı günlerdi. O zamanlar anlattıklarını dinleyince insan yananın onun evi olduğunu sanabilirdi. Şimdi o hileci bakışıyla bakıyordu bana ve bir an ne tramvayların sesi duyuldu ne sokağın; yalnızca bir tulumba gibi fıslayan çeşmenin sesi işitiliyordu. Ne evet ne de hayır deyip lokantaya götürdüm onu. Yediğimizin parasını ödemek bana düşüyordu. Gardiyandan son birkaç kuruşumu aldığımı görmüştü. O ise başına bir şey gelmemesi için meteliksiz teslim olmuştu. Yemeğin sonunda onun hakkında daha çok şey biliyordum. Adaletle başım hâlâ dertteyse söyletmek ve onunla gitmemin işime gelip gelmeyeceğini anlamak için lafa boğuyordu beni. Bense köye özellikle başı dertte ve şehirli birini götürmek için niçin bu kadar yanıp tutuştuğunu öğrenmek istiyordum. İkimiz de epey uğraştık. Sonunda dostumuz, bir bisikletliyi ezdiği için başı derde girmiş, işinin ehli bir makine ustası olduğumu öğrenebildi sadece: bense onun yalnızca bir makine ustası aramadığını öğrenmiştim. Belki de kendisinden daha budala babasını hoşnut etmek istiyor da olabilirdi gerçekten. Yangın çıkarmaktan yargılanma tehlikesi yetmedi mi diye soruyorum. “Ne diye bulguru pirince karıyorsun?” diyorum sonra. “Başkasının yaktığı bir samanlık yüzünden içeri giren biri kendisine yaklaşanlara karşı dikkatli olmalı.” “Ama suçsuz olduğun için salıvermediler mi seni?” diye soruyor o öküz gözleriyle. Bunun üzerine lokantada olmayan birini görmem gerektiğini söyledim; bardağını dipledi, çıkınını aldı. Beni orada beklemesini söyleme zahmetine değmezdi, inanmazdı çünkü. Ama onu peşimde gezdirmeyi de hiç canım istemiyordu. “Talino,” diyorum, “henüz karar veremedim. Sen istasyona gidip trene bin. Ben durumları bir göreyim. Bakarsın birkaç gün sonra Monticello’ya düşüvermişim, bundan kolay ne olabilir?” Beş parası yoktu ve kabul etmek zorundaydı. “Güvenmiyorum,” diyor emin bir ifadeyle. “Birlikte gitmemiz gerek. Bir kez Torino’da kalırsan seni artık kimse götüremez oradan. İyisi mi hemen yola çıkalım. Akşama mandırada yatarsın.” Köyden gelen biri sarhoşlara benzer. Dilediğini yapmasına izin vermek budalalık olur. Onu kapıda bırakıvermek ve yemeğe verdiğim birkaç kuruşa hoşça kal demek istiyordum. “Kızları görme fırsatı başka bir zaman da çıkar elbet,” diyor. İnsanı adeta kırbaçlayan güneşin altında duruyorduk. Başında o koca şapkası, yüzünde altı günlük sakal. Bu suratla mı kızları görmek istiyordu? “Bak,” diyorum, “istediğin kızlarsa seni tam yerine götürür, eğlenmen için para da veririm. Şu işi düşünmek istiyorum yalnızca. Şu durumda bile bana dokuz elliye mal oluyorsun, yani geleceğime emin olabilirsin.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSenin Köylerin
- Sayfa Sayısı122
- YazarCesare Pavese
- ISBN9789750732300
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karbon Günlükleri 2015 ~ Saci Lloyd
Karbon Günlükleri 2015
Saci Lloyd
Yıl 2015. Dünya adım adım büyük bir felakete sürükleniyor. Küresel ısınmanın sonucu olarak İngiltere sera gazı emisyonlarını azaltmak için halkını karbondioksit kısıtlamasıyla tanıştıran ilk...
- Antigone ~ Henry Bauchau
Antigone
Henry Bauchau
Babası kör kral Oidipus’u yıllar süren sürgün yolculuğunun sonuna kadar izleyen Antigone, ağabeyleri arasındaki savaşı engellemek üzere Thebai’nin yolunu tutuyor. Kadere meydan okuyan bu...
- Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi ~ Rachel Vincent
Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi
Rachel Vincent
KEDİLER HER ZAMAN DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞMÜYORMUŞ… Bunu herkesten iyi bilmem gerekir. Yeniden Gurur sürüsüne katıldığımdan beri büyük kararlar aldım ve belki de bu...