Yazar, Edgar Allan Poe tutkunu bir (kara)kter kurgulamak istiyordu; üç dört sayfa sonra romanın dışına çıkıp diğer karakterleri kukla gibi oynatsın… Oysa o yazarı da yönetmeye kalkışınca bir düello kaçınılmazdı.
Romanın anlatıcısı, İstanbul’dan Buenos Aires’e uzanan hüzünlü bir aşk hikâyesini dinlerken sanki spiral biçiminde bir merdivenin basamakları ona doğru yaklaşıyordu. Yol biterken karşısına bir soru çıkacaktı; göz göremeden gönül sever mi ?
I
“Gelecek, geçmişi aratmayacak” diyor İçimdeki Ses. Ona inansam mı? Ölümden dönerken yaşama küsmek, sınav değilse ödül müdür? Müzik tutkumdan ürkünce de uyarmıştı İçimdeki Ses. Bir ney taksimiyle irkildiğimde beş yaşındaydım. Halama dönüp “Bu konuşan Allah Baba değil mi?” demişim.
II
Son komut: “Üsteğmen Kuray, yaşamöykünü beş bin sözcüğe sığdır!”
Mahallemiz, Z. Mezarlığı yamacına can havliyle abanmıştı. Böylece, kentin gelgit gazabından sakınıyor olabilirdik. Mezarlığın siluetine saygıdan, eğreti binalar tövbe üç kattan yüksek değildi. Buna karşılık Z.’nin kadrolu rüzgârı, L. mahallesini hırpalamazdı. Beş dakika süren yağmurla göle dönüşen sefil caddenin, iki yanına dizilen dükkâncıklardan ibaretti çarşımız. Kovboy filmlerinde bar veya soyulacak banka görse, semt sakinleri ikisinin de eksikliğini duyumsar, üzülürdü. Caddenin elzem kişisi geçinen eczane kalfası, bir Ç. gecekondusunda oturduğu için de kasılırdı. O mobiletiyle uzaklaşırken, mezarlık işçilerinin doluştuğuna fabrika emekçilerinin girmediği kahvelerde, akşam mesaisi başlardı. Adım adım özümsediğim labirent sokaklarda, bir kahkahanın yankılandığını anımsamam. Teslimiyet bölgesel bir hastalıktı sanki. Emeklerken sokağa sevk edilen bebelerin bakışlarından da ürker, bu çukurdan kurtulmanın bir düş olup olmadığını sorgulardım.
Üstten sosyete mezarlığı, alttan molozların ön planda olduğu çöplükle ezilmişti kısmetsiz L! Cadde ile Z. arasındaki pejmürde Selvili Sokak’ta heder oldu çocukluğum. Sokağın başındaki Zevk Apartmanı’nın üst katında, emekli başhemşire halamla kocası Celal Vardar otururdu. Babamın tatlı sert ablası mahallenin iğnecisi, pişkin eniştesi değişmez muhtarıydı.
Yorgun binanın orta katında biz yaşardık. “Hımbıl Hasan Ali” dediği babamla, annemi İkbal halam baş göz etmiş. Evliliklerinin beşinci yılında, zor koşullarda dünyaya geldiğimi duyunca özür dilemem gerekir sanmıştım. Halam, “Müdahale etmesem adın Aziz Yaşar olacaktı Kemal’im” derdi.
Çocukluğumun ilk renkli anekdotu, ayna karşısına geçmişse babamı izlemekti. Sakal tıraşı olurken uygun adım yerinde sayar ve bir bandoda mevcut, tüm nefesli saz sesini taklit ederdi. Eylemine assolist gibi odaklanmasından utanırdım. Trompetten tubaya, her enstrümanın sırrını ve sırasını üçüncü seansta ezberlemiş olabilirim. Yüzünü inleyerek yıkarken gösteri biter, aynı anda palyaço ve sihirbaz izlemişliğin doygunluğuyla kapı önünden ayrılırdım. Ben doğmadan önce, Hava Kuvvetleri kent bandosunda başçavuş rütbesiyle tuba çalarmış babam. Sağ koluna felç inince malulen emekli edilmiş. Bir uzun âdem olduğu halde takma adı yoktu ve çarşıya her inişimizde, imam saygısı görmesine inanamazdım. Z.’nin içindeki Mezarlıklar Müdürlüğü’nde, idari işler şefi karizmasını benimsemesinden de gocunurdum.
Yetimhane kökenli annem, kırılgan bir kadındı. Ona göçmen güzeli Servet dendiğini duyduğumda ifrit olurdum. Evlenmeden önce halamın çalıştığı hastanede stajyer hemşireymiş annem. İki düşükten sonra doğurunca, zayıf bünyesi yüzünden işinden ayrılmış. Görümcesine “amir saygısını” sürdürmesinden önceleri ürkerdim. Ev işleri bitince televizyon karşısına geçer, sevdiği bir program yoksa bittiğini görmediğim örgüsüne dalardı. Bana pek karışmaz, babamla halamın üstüme titremesini de endişeyle izlerdi. Beni her görüşünde gülümseyen gözlerinin sıcaklığıyla yetinmişimdir.
Perdelerinin törenle yıkanmasından da sıkıldığım orta kat bize; “Başımızı sokacak yerim olsun diye üç işte çalışıp, tefeciye borçlandım” demek için fırsat kollayan halamlara aitti diğer iki kat. Çocukluk karabasanımda, bina bana kızıp çökünce, kış ortasında evsiz barksız kalırdık. Mızmız kapısı besmeleyle açılan zemin katın sağındaki bölme, emekli veznedar eniştemin makam odasıydı. Perdeleri kapalı soldakinde halam mahalleliye iğne yapar, hasta bakar ve tane bazında hap dağıtırdı. Doğaçlama hizmetlerinden kazandığının yarısını, eğitimimde kullanılmak üzere törenle babama verirdi. Nedense yanımda gerçekleşen teslimattan sıkılır, sanal kramplarla boğuşurdum. Halamın oğlu sünnet olduğu ay, minibüs altında kalarak ezilmiş. Kızı İclal, eğitim fakültesinde öğrenciyken Alevi sınıf arkadaşıyla evlenince evlatlıktan reddedilmişti. Doğduğum andan itibaren halamın elinde evlattan ileri bir yeğen olarak büyüdüm.
Ağrı Dağı’na komşu bir köyde, doktorsuzluktan ölen büyükbabam aydın bir öğretmenmiş. Mezarlıkta çalışırken kolu iyileşince namaza başlayan kardeşine şaşıran halam, günlerce iç çekerek babasını anmıştı. Sağlığına kavuşan babamın hırs temposu ürkütücüydü. İki otobüs değiştirerek ulaştığı semtlerde, yeteneksiz çocuklara flüt ve mandolin dersleri verir; Moda’da varsıl kadınların katıldığı tezhip kursunda hocalık yapardı. Cumartesileri kentin karşı yakasına birlikte geçer, onun ders verdiği binadaki yabancı dil kursuna katılırdım. Babama göre İngilizceyi sökemeyene, komilik bile haramdı. L.’den kurtulmak için eğitimin önemini kavramış olup, bu yüzden onun uyguladığı sıkı markaja müteşekkirdim. Ödev kontrolü ve sözlü sınavlar dışında, genel kültür yüklemesine tabi tutulurdum. Öğretmenin önerdiği dergileri okuyup belgesel izler, bulmacalar çözerdim. İsveç’le İsviçre’yi karıştırsam da, nice ülke başkentini ilkokul ikide ezberlemiştim. Taklamakan Çölü’nü Bursa Ovası kadar tanıdığımda üç; Türkçeye, Arapça veya Farsçadan tebelleş olan sözcükleri ayırt edebildiğimde dörtteydim. Akademik skorlarımı İkbal Hanım duyarsa, “Anan gibi mavi gözlü, baban gibi uzun boylu ama halan gibi akıllısın Kemal’im” derdi.
İç çamaşırlarımı da babam alır, ilkokul bitene dek beni hep o yıkardı. Sıra başıma sabunsal işkenceye gelince, “Kapat gözlerini” diye fısıldardı. “Ve sesten iki kat hızlı giden bir bombardıman uçağı pilotu olduğunu düşün.” Ona göre subaylıktan daha soylu meslek, pilotluktan yüce bir mertebe yoktu. İkinci bir emre kadar gözlerimi kuşkuyla kapar ve köpekbalığını andıran aygıtlarda kendimi düşlemeye çabalardım. Saçlarımı, parlasın diye limon suyuna batırılmış özel tarakla tarardı. Yapışkan nesne kıvırcık saçlarıma her dalışta, ek bir beklenti altına daha itilmişliğin peşin bunalımını yaşardım: Benim oğlum savaş pilotu olacak, akıllı Kemal’im kurmay çıkacak, Kemal Kuray evelallah generalliğe yükselecek…
***
Doğaçlama bir kinaye yok mudur mezarlıklar müdürlüğünün, sağlık işleri başkanlığına bağlı olduğunu belirten levhada? Babam, ruhsuz binanın girişindeki odasını iki yardımcısıyla paylaşırdı. Koridorda can çekişen koltuklardan birine çöker, gelen geçeni izlemekten sıkılmazdım. Kadın çalışanlardan çoğunun başı kapalıydı. Elbise üstüne geçirdikleri pelerin ve asık yüzlerini mekânla örtüştürür, sürekli dalaşan erkeklerin duruşundan tedirgin olurdum. Eve dönmemek için mazeretim varsa, mezar kazıcıların binasına çay içmeye yollanırdım. Aralarından seğirttiğim mezar silsilesine giderek alışır; bir heykel sergisi gezer gibi taş taş çevremi saygıyla izlerdim.
Mahallenin en renkli çocukları, en deli çocuklarıydı. Onlara yanaşmam yasaktı. Halamın korkusundan onlar da bana bulaşmazdı. Kaynaşabildiğim grubun tek heyecanlı eylemi, beşerden iki takımla kolasına maç yapmaktı. Beni kaleye geçirmeye kalkıştıklarında küser, personel kapısından besmeleyle mezarlığa dalardım. Kavisli yokuşu tırmanırken, ilahi bir sınav için huzura çıkmanın tedirginliğini duyardım. Tepedeki beşyolda nefeslenir, lunaparka giren olgun çocuklar gibi içimden sevinirdim. Aynada kendisiyle sohbet eden ve eski terliklerden kovboy kenti kuran bir yetenek için, mezarlıkta tek kişilik oyun kurgulamak sorun değildi.
En heybetli selvi, en şirin hayrat derken coşup, en çekici mezar taşı ve kaidesini aradığım safariler başlattım. En uzun ve en az yaşayan, adı en güzel ve soyadı en komik mevtaları saptadım, garip taşları eleyerek, yarıştırarak. Geometrik taşlarda anlam ve kafiye yoksulu beyitlerden çok; doğum tarihinin hicri, ölümün miladi takvime göre yazıldığı mezarlara sinirlenirdim. (Maazallah bir gâvur görür, 650 yaşında öldüğünü hesaplayıp güler diye korkardım.) Ünlü işadamı ve sanatçıların bakımsız mezarları için çocuklarına mektup yazma projemden neden vazgeçtiğimi unuttum.
Bulvara yakın parsellerde sanal S harfleri çizerek dolaştığım o gün, taze bir mezar gözüme çarptı. Kaidesi ciltli kitap şeklindeydi ve üzerindeki süslü listede, herhalde özel kitap ve yazar adları sıralanmıştı. Ortadan ikiye ayrılmış defter şeklindeki yatık mezar taşında “Selçuk Alten” yazıyordu. Rahmetlinin bir yazar değilse kitapsever olduğunu düşündüm. Cılız toprağa gücü yeten bir rüzgâr çıkınca, mezarın etrafında nedense ağır ağır yürüdüm. Sağ çaprazda, bu kez kesmeşeker beyazlığında bir mermer kaide dikkatimi çekecekti. Sol üst köşesinde, ince yastığı andıran mermer kütlede yalnızca ASLI yazıyordu. Birden ayaklarımın yere yapıştığını duyumsadım. Daha doğrusu narin ama reddedilemez bir güç sanki bana sarılıyordu. İçim titredi. Başımın ağrımaya başlamasından hoşnuttum. Yorulduğumu duyumsadım. Besmeleyle Aslı’nın ayak ucuna otururken, kentin üç bin camiinden yükselen ezan bitene dek başımı önüme eğdim. O dört harfle göz göze gelme gücünü kendimde bulduğumda, kalbim daha hızlı atarken içim ısınmıştı. Boyutundan mezarın akranım bir kıza ait olduğu açıktı. İlk göz ağrıma ulaşmanın gururuyla doğruldum.
O gece Aslı’nın, kar beyaz tuvaletiyle düşüme gireceğini biliyordum. Yüzünü bir peçe gibi saklayan ışın perdesini umursamadım. “Sabırla beklemelisin Kemal” demesi yeterliydi. Sabah ezanıyla kalkıp, Aslı adında bir melek yaşamıma girene dek, ruhsal sevgilim Aslı’ya sadık kalmaya ant içtim. İlkokul dördün tüm ileri gelen oğlanları, sınıf öğretmeni Nimet Hanım’a âşıktık. Son derse girerken onlara rekabet alanından çekildiğimi muştuladım. Asla göremeyecekleri, Aslı yengelerinin varlığına inanmamaları umurumda değildi.
Rakipsiz kahramanım Fareli Köyün Kavalcısı’ydı. Ney, flüt veya kanun sesi duyarsam büyülenmiş gibi olduğum yerde kalırdım. Bir süre, inançla gökyüzünü kollarsam uçuşan nağmeleri izleyebilirim sanmıştım. Müziğin zerresini ziyan etmemek için gözlerimi kapar, bedenimdeki körpe hücreleri alarma geçirirdim. Bilumum bariton ve soprano, yanık ezan ve seyyar satıcı sesleri, kuş cıvıltısı, arı vızıltısı hatta ritmik eşek anırmasına bile dayanamazdım. Sanal oyuncaklarla geçiştirilen çocukluğumun düşü, bir transistörlü radyo sahibi olmaktı. Ödevlerimi denetleyen babam hantal radyosuna dokunmama izin verirse, “En doyurucusu kendi bestelediğin müziktir” derdi. “Beş bin metrede sesin hızını katlarken, gökyüzünü yırtan uçak uğultusundan daha derin müzik olamayacağı” safsatasını bir süre şiirsel bulmuştum.
İngilizce kurslarında yanımda oturan tombik Nafiz’i severdim. Teneffüslerde kulaklı radyosunu dinlemem karşılığında, ödevlerini benden kopya çekerken bile yanlış yapardı. İlkokul bitince, dayısının müzikevinde bana çıraklık ayarladı. (Babam Yüksekkaldırım’da çalışmamı onaylarken, aylığımın yarısına el koyacaktı.) Dingin yaz sabahları besmeleyle kalkar, sevinçle, Z.’nin önündeki otobüs durağına koşardım. Klasik ve dünya müziğinde uzman Cisum Music’te, uyurgezer altı kişi çalışırdı. Görevim, yıllık izine çıkan personelin açığını kapatmaktı. Kısa sürede loş müzikevinin maskotu oluvermiştim. İlk sezon, müşterilere bakmak dışında her işe koşturdum. Elvis Presley’le başlayarak, nice küresel şarkıcının unutulmaz parçalarını hafızama kaydettim. Engelbert Humperdinck adını telaffuz etme şeklime, klasik müzik sorumlusu Aret bile gülerdi. Çıraklık sürecimin gerçek ödülü, mesai boyunca susması yasak kasetçalardan kopmamaktı. Müzik tutkumu ilk fark eden takma kollu Aret Kamburyan’dır. Çaykovski veya Wagner çalıyorsa, “Yüzünü buruşturma çaylak, bunları ıskalarsan reel müziksever olamazsın” demişti.
Yalçın Bey dükkândaysa, herkesi azarlamak için bulduğu bahanelerden ürkerdim. Aret, “Patron gelince albüm kapaklarındaki bestekârlar, yüzlerini asıyor” derdi. Odasına çağrıldığımda, “reel” sözcüğünün anlamını soramadan atılacağım için de üzülmüştüm. İşimi yitirmediğim gibi Temmuz maaşımı da beş gün erken aldım. Yalçın Bey önümüzdeki yaz ve hatta sömestr tatillerinde Cisum’da çalışabileceğimi muştuladı. “Kemal’ciğim” dedi, “dolar cinsinden bahşiş ve ara sıra canlı müzik dinlemek istersen, bu akşam kankam Hayri’ye uğra.”
Dört katlı binanın, patronun kendinden yaşlı Rum karısına miras kaldığını duymuştum. İkinci kattaki depoya en çok ben girer çıkardım. Kapısındaki Fransızca levhayı kimsenin deşifre edemediği üçüncü katın, neden kapalı tutulduğu bilinmezdi. En üstteki kanka Hayri’ye fingirdek kızlar gelince, Yalçın Bey peşlerinden seğirtirdi. Sonra dükkânın koro halinde kikirdeşmesine bir anlam veremezdim.
Mozartların arasına tıkıştırılan Sezen Aksu ve Adamo CD’lerini yerleştirip, Ispilandit Apartmanı’nın kallavi kapısını iki hamlede araladım. Birden merdivenleri saran hüzünbaz müzik dalgası beni mıknatıs gibi çekiverdi. Sihirli kemanların sanki düello ederek salgıladığı nağme çavlanının, genzimi yakan küf dokusunu yok ettiğini duyumsadım. Elim kuşkuyla kapı ziline giderken; çocukluğumun kahramanı Hayri Abi’den önce, yaşamımın anlamı barok müzikle, böyle tanıştık.
Müziğin kısılıp çelik kapının açılması beş saniye sürünce, garip bir işe koşturulacağımdan işkillendim. Karşımda beliren uzun saçlı, nobran ve otuzluk adam tipine kovboy filmlerinde, hem iyi hem de kötü rollerde rastladığımı düşündüm. Tiknaz bedenindeki tek giysi, bir paçası kırmızı diğeri mavi şorttu. Bana kayısı suyu getirirken, salonu şaşkınlıkla izlememden hoşlandığını duyumsadım. Duvarları gri, tabanı kırmızı böyle bir odayı daha önce filmlerde bile görmemiştim. Camlı masadaki siyah gitar olmasa, çizgi filmlerdeki gökdelenleri andıran müzik setinden de etkilenebilirdim. Soylu alete ilk bakışta, gerçekte bir müzisyen olmak istediğimi anladım. Para biriktirip radyo alabilirdim ama gitarım olabilmesi için bir önkoşul yaratmam gerektiğini düşündüm.
Beni hasır divana oturttu. (Kendisine “Hayri Abi” diyecekmişim.) Müzik setine bir Chris Rea kaseti koydu. (En etkileyici erkek sesiymiş.) Sorumluluklarımı fısıldarken, sipariş verir gibi konuşmasından ikirciklendim. Ayrılırken bana “Kemo” dediğinde, sanki kod adı bahşedilmiş fedai gibi onurlanmıştım.
Gün aşırı ve bazen günde iki kez, kentin varsıl semtlerindeki adreslere, içine bakmamam gereken torbalar taşımaya başladım. Beni görünce rahatladıklarını duyumsadığım gergin gençlerin verdiği zarfları açmadan Hayri Abi’ye götürüp, “aferin” ve “beş dolar” alırdım. Adres detayını ezberleyip verdiği listeleri derhal yırtıyor, zinhar tanıdık taksilere binmiyordum. Aret’in, “Pezevenk sana seks kaseti dağıttırıyor” uyarısını dinlemezdim. Hayri Abi’yse, “Aret otuzbir bile çekemediği için Eros onun sağ kolunu kopartarak cezalandırmış” der, kendi kendine gülerdi. İngilizce olmadığını bildiğim dillerde telefonda bağırmıyorsa, “Kemo sana mini-konser vereyim mi?” demesi için can atardım. Gitarı sol eliyle çalması şirindi ve repertuarı değişmezdi. “Sana dünyanın en güzel on aşk şarkısını sunacağım” der, belki beşini tamamına erdirirdi. Over the Rainbow’u ilk kez söylerken, “Kapat gözlerini Kemo” demişti. Sıra yine ona gelmişse, sevinsin diye gözlerimi y-a-v-a-ş-ç-a kapatırdım. Sanki mızıkasını daha iyi çalar, Moon River ve Autumn Leaves’i icra ederken o da gözlerini kapardı. En güzel aşk şarkılarının neden acıklı olduğunu düşümde Aslı’ya sormaya karar verir, L.’nin beni her akşam öcü gibi karşılamasından mıdır, sonra unuturdum.
Birbirimize tek soru sormamanın güzelliği. (Soyadımı bile bilmezdi.) Telefonda ilk kez bağırmazken, Türk-Arnavut kirması olduğunu diklenerek vurgulaması komikti. Aret onun, sonbahar ve kışı güney yarımkürede geçiren, serseri bir denizci olduğunu iddia ederdi. Kazancımın yarısına el koymaması için babama ek işimden bahsetmemiştim. Nitelikli bir radyo alacak fon oluşana dek bahşişlerim Hayri Abi’de birikti. Orta ikiye geçtiğim yaz, Cisum’da yeniden işbaşı yaptım. Her şey bıraktığım gibiydi, “Sen bayağı uzamışsın” denilince suçluluk duygusuna kapılacaktım. Ertesi ay, üç dalgalı ve kulaklıklı minik bir radyom oldu. Yaşamımda daha çok sevindiğimi anımsamiyordum. Onu babamdan saklamamaya karar verdim. Komşu dükkânın çırağından taksitle, kelepir radyo aldığım yalanını duyunca, futbolcu oğlu ilk kez gol atmış bir baba gibi acemice sevinmişti. Geceleri, meçhul istasyonlardaki dost müziklerle sızarken, Aslı’nın gücenmemesi için dualar bestelerdim.
Boyalı gazete bulmacalarını yarım saatte çözer olduğum o yaz, klasik caza yönlendirildim. Sarah Vaughan dinlediğimi gören Hayri Abi’nin, “Müzikal damak tadın oluşuyor” demesini unutamam. Yirmi sekiz yıllık yaşamımın ilk yarısında, aldığım en anlamlı aferindir. “Anlamak değil, duyumsamak için müzik” derdi. “Gerçek müziğin koordinatlarında kâğıda dökülemez şiir, öykü ve resimler saklıdır” güzellemesi ona ait olmayabilir.
Müşterilere muhatap edilmesem bile ortaokulu bitirdiğim yaz, Cisum’a yine dönerdim. Çünkü Hayri Abi, beni klasik müzik oryantasyonuna tabi tutacaktı. Ona oryantasyon’un anlamını soramamak, heyecan katsayımı artırmış olabilir. Video kasetten ünlü şeflerin yönettiği filarmoni orkestralarını izlediğimiz akşamlar babam fazla mesai yaptığımı sanırdı. Penguenler gibi giyinmiş o asik suratlı şefler obua veya viola için solo izni vermişse, derhal…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSenelerce Senelerce Evveldi
- Sayfa Sayısı216
- YazarSelçuk Altun
- ISBN9786254297083
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- not: seni sevmiyorum ~ Vefa Enver
not: seni sevmiyorum
Vefa Enver
Büyürken benim “ben” olmama olanak sağlayan inancı, desteği ve ifade özgürlüğünü karşılıksız sunan aileme teşekkür ederek bu kitabımı onlara ithaf ediyorum. Siz olmadan hiçbiri...
- Cumhuriyet Çocuğu ~ Hekimoğlu İsmail
Cumhuriyet Çocuğu
Hekimoğlu İsmail
Cumhuriyet Çocuğu, Hekimoğlu İsmail´in, Osmanlı´nın son döneminden Cumhuriyet sonrasına uzanan batılılaşma sürecini anlattığı son romanı. Alim bir dedenin terbiyesinde yetişen Yahya´nın yaşadığı olaylar çerçevesinde...
- Döner Ayna ~ Halide Edib Adıvar
Döner Ayna
Halide Edib Adıvar
“Kader insanın kafasına hep vura vura mı iniyor? İndiği zaman bazen öyle bir eziyor ki, insan zavallı bir solucana dönüyor; fakat bazen de galiba...