Arkadaşlığın zorlukları… İhmal edilmiş bir evlilik… Ve edebiyatın kurtarıcı gücü…
Julie Buxbaum aşk, aile ve kendimizden bile gizlediğimiz sırlarla dolu, bu kusursuz romanını etkileyici bir dille siz sevgili okurlara sunuyor. Ellie Lerner’ın en iyi arkadaşı olan Lucy, Notting Hill’in arnavut kaldırımlı sokağında, sekiz yaşındaki kızı Sophie’nin gözleri önünde bıçaklanarak öldürülür. Bu olay üzerine Ellie her şeyini; işini, evliliğini ve Boston’daki hayatını bırakarak Londra’ya gider. Lucy’nin kocası Greg, çareyi barlarda aramaya; kızı Sophie ise yaşadıklarını içine atarak konuşmamaya başlar.
Ellie, Sophie’ye yardım edebilmek için çocukluğunda okuduğu bir kitaba başvurur: Gizli Bahçe. Romanı okumaya başladıklarında zaman kavramı ortadan kalkar ve Gizli Bahçe, kimi zaman keder, kimi zaman bir mucize yaratarak yaralarına merhem olur. Bir gün, Lucy’nin en yakın arkadaşından bile sakladığı bir sır ortaya çıkar. Neredeyse ömrü boyunca tanıdığı bir insanın hayatını ilginçliği ile keşfederken, kendi hayatıyla da yüzleşmek zorunda kalan Ellie, her şeyi geride bırakıp Londra’ya geldiğinde, nereye ait olduğunu sorgulamaya başlayacaktır. Yakın arkadaşı olan, aşk acısı çeken ya da keşkelerle dolu bir geçmişe sahip herkesin kalbine işleyecek SENDEN SONRA, Julie Buxbaum’un ne kadar muhteşem bir yetenek olduğunu kanıtlıyor.
***
Benim sahne ışığım, Indy için
Birinci Kısım
“Eve gönderileceksin.” dedi Basil ona,
“Bu haftanın sonunda. Ve bundan çok memnunuz.”
“Ben de çok memnunum,” diye yanıtladı Mary.
“Ev neresi?”
-Gizli Bahçe-
1
Her şey farklıymış gibi davranalım. Sanki son birkaç gündür, kapalı gözlerle ve samimi bir şekilde, gecenin ilk yıldızlarına bakarak ve şu saçma sabah 11:11 ve akşam 11.11’de dilek tutan kişiye dönüşmemişim gibi. Sanki Lucy ve ailesi Daily Mail’in kapağında, Notting Hill Cinayeti başlığı altında tam boy fotoğraflarıyla ve BBC akşam haberlerindeki hikâyeleriyle magazin yıldızlarına dönüşmemişler gibi. İngiliz dilini anladığım bir yer olan, Atlantik’in sağ tarafında, evdeymişim gibi ve bugünün, günlerin ayırt edilemez olduğu geçen hafta ve ondan önceki haftadan bir farkı yokmuş gibi davranalım. Lucy’i düşündüğümde, sanki anılara başvurmaya gerek yokmuş gibi geçmişe dönelim.
Bir başka deyişle; sanki Lucy hiç ölmemiş gibi davranalım.
O şimdi olmasa da, bundan sonra hep var olacakmış gibi.
“Biraz daha ister misin?” diye sordum Lucy’nin sekiz yaşındaki kızı Sophie’ye, fakat o üzerine krem şantiden halkalar oluşturduğum gösterişli dondurma kâsesiyle ilgileniyormuş gibi görünmüyor. Dizlerini göğsüne çekmiş, kollarını da dizlerine sarmış oturuyor. Anlamsız dilekler ve ‘mış’ gibi davranmak benim için ne kadar öze dönüş demekse, bu cenin pozisyonu da onun için öyle demek. Pembe, mavi ve sarı çizgili pijaması bacaklarını çevreliyor ve üzerinde gümüş rengi yeleleri olan mor at baskılı uzun kollu bir tişört giyiyor. Çorapları, mutfak fayanslarına sürtünmekten aşınmış tabanlara ve erkek kardeşimin yatmadan önce bir bardak su isterkenki halini hatırlatan, çocukluğumdan beri duymadığım bir sese sahipti.
Kafasını hayır der gibi salladı.
“Bu iyi mi?”
Hiçbir tepki vermedi. Minicik gözlükleri burnuna düştü ve onu parmağıyla yakalayıp, etkili bir vuruşla geri yerleştirdi. Kaplumbağa kabuğu çerçevelerin dışı kahverengi, içi ise pembe kenarlı; bir göz kapağı gibi. Bu da onun zaten iri olan kahverengi gözlerini daha çok ön plana çıkartıyor ve bu yüzden o, her zaman minik ve dalgın görünüyor.
“Sophie kazadan beri pek konuşmuyor. “Kaza” bizim deyişimiz. Lucy’nin eşi Greg ve ben, olanların kazayla hiçbir alakası olmadığını bilsek de bu rahatlatıcı bir tanım. Cinayet, sekiz yaşındaki hiçbir çocuğun duymaması gereken bir kelime. Kaza kelimesini kullanmak bizi de daha iyi hissettiriyor. Yetişkinler olarak bir kazayla başa çıkabilir ve bu kelimeyi kabullenebiliriz.
Sophie’nin en son ne zaman konuştuğundan emin değilim. Perşembe günü, olayın hemen ardından polis ifadesini aldı ve nasıl olduysa Lucy’nin küçük kızı, tarif edilemeyecek bu korkunç olayı kendi kelimeleriyle anlatacak gücü buldu. Yirmi dört saatten az bir süre sonra, oraya ulaştığımda, ağlamaktan kızarmış gözleriyle bakıp, kollarını belime sarmadan ve başını tişörtüme gömmeden önce, “Merhaba, Ellie Teyze,” dedi. Fakat bundan beri, o ilk karşılaşmadan beri, canlı İngiliz aksanıyla konuştuğundan beri, sesini duyduğum son anı hatırlayamıyorum. Greg yukarı çıkıp Xanax*’ın yardımıyla kendinden geçmeden önce Sophie ona iyi geceler dilemiş miydi?
“Soph?”
Bir omuz silkelemesi.
“Bu harika tişörtü nereden buldun? Çok sevimli. Ve atın yeleleri gerçekten çok tarz.”
Bir başka omuz silkelemesi.
“Soph, tatlım, konuşmayacak mısın?”
Sophie, gözleri sessiz çığlıklar atarmışçasına sadece bana bakıyor.
Üçüncü omuz silkme. Oldukça küçük ve zayıf görünüyor. Kollarının ve bacaklarının inceliği, koton pijamasında daha da ortaya çıkıyor. Dilerim daha çok yemek yer. Onu kurabiyelerle ve şekerli tahılla beslemek istiyorum. Yarın, ilk iş, bu ikisini tam yağlı sütle karıştıracağım.
Terapist olan annem, Sophie’nin böyle bir duruma gelebileceği hakkında beni uyardı. Sevdiklerini kaybeden çocuklar genelde bir süreliğine içine kapanır. Yaşamaya devam etmek için tek çıkar yol budur.
Lucy’nin cenazesinin üzerinden sadece yirmi dokuz saat geçmişti. O kadar beklenmedik bir olaydı ki, “mış” gibi davranmak hâlâ işe yarıyor. Aynı zamanda evinin önünde durup kısa bir açıklama yapılmasını bekleyen haber kamyonetleri gibi gerçek. Sophie’ye sarılmayı ve onun, omzumda ağlamasını istiyorum, ama Sophie öyle kolayca sarılacağınız çocuklardan değil. Bunu onu değil de, kendimi teselli etmek için yaptığımı anlardı.
“Peki, tamam,” diyorum bana gerçekten cevap vermiş gibi. “Şu an benimle konuşmak istememeni anlıyorum. Ama bu sonsuza kadar sürmeyecek, değil mi? Sesini seviyorum. Hoşça kal. Hadi ayaklanalım ve tuvalete gidelim,” diyorum onu güldüren muhteşem İngiliz aksanı taklidimle.
“Benim gibi söyle, anneciğim, Ellie Teyze!” Sophie’nin eskiden Lucy’e ve bana ihtiyacı vardı. Onlara ziyarete geldiğimde ikimiz de bildiğimiz İngiliz ifadelerini haykırarak bir öne, bir arkaya gider gelirdik. Hatta Londra’da geçen on yıldan sonra ve tıpkı Kraliçe’nin ses tonuna sahip bir koca ve çocuğa rağmen Lucy, Boston aksanını korumayı başarmıştı: O daima aarabaasını Haarvaard Bölgesi’ne paark eder.
Bugün Sophie beni görmezden geliyor ve burasının kimin mutfağı olduğundan emin değilmiş gibi etrafına bakıyor. Mısır gevreği reklamlarında göreceğiniz türden Amerikan lokanta tarzı: iki çocuk, iki kâse tahıl ve iki bardak portakal suyu ile onları sağlıklı kahvaltılarından sonra kırmızı deri koltuklarından kaldırıp okula gönderen iki ebeveyn –daima gülümseyen iki ebeveyn- ile kahvaltı köşesindeyiz. Lucy’i köşeye bir kulübe kurarken, kendi evini yaşanabilir bir hale getirmenin ilk adımının bu olduğunu bilerek, resmedebiliyorum.
“İyi olacağız, biliyorsun değil mi?” diyorum ve Sophie’nin kıvırcık sarı saçlarını okşuyorum, parmaklarım buklelerine takılıyor. Sophie’yi ilk kez kucağıma aldığım anı hatırlıyorum, bir haftalık bile değildi. Keldi ve zayıftı. Nasıl da esneyerek kollarımda uyurdu. Şüphesiz süt rüyalarını süslüyordu. Ve o zamanlar ne kadar da kırılgan görünüyordu. Şimdi ise ona bakan birinin büyümüş, güzel, taviz vermeyen ve güçlü bir kız görmesi Lucy ile gurur duymamı sağlıyor. En yakın arkadaşım otuz beş yıllık hayatında çok işler başardı; Şili Hükümeti’ndeki yozlaşmayı ortaya çıkarması ona Pulitzer ödülünü kazandırmalıydı. Ama emin olduğum bir şey var: Bu yaratığı, bu yaramaz minik Sophie’yi yapmasının en büyük başarısı olduğu.
Kendi dilim olmayan bir dili ne zaman konuşmaya başlamıştım? Televizyondan öğrendiğim kalıpları tekrarlayan televizyon habercilerini reddediyorum; ‘Lütfen bu zor zamanımızda özel hayatımıza biraz saygı gösterin.’ Aptal klişelerimle Sophie’ye güven veriyorum: ‘Her şey düzelecek.’ Greg ile apar topar düzenlediğimiz cenazedeki iyi dileklerde bulunan herkese yalan söylüyorum: ‘Lucy senden hep bahsederdi.’ Sanırım dünyanız yıkıldığında, otuz bir yıldır -neredeyse bütün hayatım boyunca- en yakın olduğunuz kişiyi kaybettiğinizde, ilk yitirdiğiniz şey sözcükleriniz oluyor.
Olan şu: Birkaç gün önce Lucy, mutlu ve sağlıklı bir halde uyandı, kusursuz bir modern yetişkin hayatının klişeler çatısı altında, Amerikan gurbetçi cazibesi ile dolaşırken, bir saat otuz beş dakika sonra, Sophie’nin okuluna doğru yürürken öldü. Aniden. Hayır, o ölmedi, aniden ölmedi. Öldürüldü. Belli ki Lucy’nin iki karatlık yüzüğüyle ilgilenen bir bıçak ve tiner vardı. Lucy’nin direnmesi hiçbir şeyi değiştirmedi ve her şey bitti.
Ve, elbette, en kötüsü Sophie’nin bütün olanları görmüş olması.
Lucy’nin karşı koymasına şaşırmamıştım. İçinde her zaman insanüstü bir cesaret vardı. Ama onun o yüzük için karşı koymasına şaşırdım. Ondan nefret ederdi.
“Kim baklava biçimli elmas alır ki?” derdi Lucy hep. Greg olmadığı zamanlarda en çok söylediği şey buydu. “Ciddiyim, gerçekten baklava biçimli elmas mı? Çok gereksiz. Yemin ederim bütün erkeklerin düşündüğü tek şey büyüklük.”
Şimdi ise onun mutfağında, içinde bulunduğumuz bu yeni dünyaya alışmaya çalışarak kızının, benim de vaftiz kızımın yanında oturuyorum. Lucy’nin ardından. Çayı yudumluyorum çünkü son birkaç gündür gözlemlediğim kadarıyla İngilizler bu tür durumlarda böyle yapıyor. Sanki süt ve şeker katılmış sıcak su içmek her şeyi düzeltecek. Fakat geçici önlemler almak için çok geç. Duyduğum üzüntü bir virüs gibi vücuduma girmeye başladı, yavaş ve kararlı, benim güvensizliğimle ters orantılı olarak
“Soph, ne yapmak istersin? Benim de bir süre susmamı mı? Burada öylece oturabiliriz.”
Evet, Lütfen demek ister gibi yavaşça kafasını sallıyor. Sadece ona bakarak bile söyleyebilirim ki, ikimiz de aynı şeyi istiyoruz. Kısa bir süreliğine her şeyin durmasını.
Böylece ikimiz de aklıma gelen en mantıklı şeyi yapıyoruz. Kulübede oturuyor ve gözlerimizi dikip tam karşıya bakıyoruz. Onu daha yakınıma çekiyorum ve başını omzuma yaslıyorum.
Bir saati böyle geçiriyoruz. Sessiz ve etrafı izleyerek. Hiç gelmeyecek bir otobüsü beklermiş gibi.
2
Son on beş dakikadır Londra’da yağan yağmurdan bahsettikten sonra, “Sen iyi misin?” diye soruyor eşim Phillip telefonda. “Mış” gibi yapmak oyununun bir parçası. Benim neden burada olduğum dışında her şeyden bahsedelim.
“Bilmiyorum. Şemsiyemi unuttum. Bu benim için büyük bir sorun olacak.”
“Lucy olayını soruyorum.”
“Bilmiyorum. Hayır. Evet. Hayır.”
“Eve dön.”
“Henüz gelemem.” diyorum. “Sophie’nin vaftiz annesiyim, hatırladın mı?” Vaftiz anneliğinin ara sıra telefon görüşmeleri yapmakla, okul fotoğrafını buzdolabımın üzerine asmakla ve ilk zamanlar minicik kıyafetler, son zamanlarda da Romano Quimby kitapları, tüyler ürpertici American Girl bebekleri ve daha bir sürü hediye göndermekle sınırlandırılması fazla yüzeysel. Şimdiki işim çok daha ciddi. Vaftiz annelikte üst bir pozisyon.
“Tabii ki hatırlıyorum. Öyle demek istemedim. Bu arada, ona aldığım sahte başparmağı verdin mi? Birkaç ay önce gönderdiğim ‘Sihirbazlığa Başlangıç’ kitabında bununla ilgili bir sürü sihirbazlık numarası olduğunu söyle.” Sophie’nin sihirle arasının iyi olduğunu bildiği için Phillip de vaftiz babası rolünü oynamış oldu. Kunduz Festivali, Bastille Günü, Kanada Şükran Günü, The Sox’ın kupayı kazanması gibi anlamsız kutlamalarda ona sürpriz hediyeler göndermeyi çok sever. Çoğu zaman hiçbir nedeni yokken de hediye gönderdiği olur ve ben bunu, Sophie ile Lucy bana teşekkür etmek için telefon açtığında öğrenirim.
“Evet, verdim. Sanırım beğendi. Phillip?”
“Efendim.”
“Bana burada ihtiyaçları var.”
“Benim de sana burada ihtiyacım var.” dedi. Ama ikimiz de bunu içinden gelerek söylemediğini biliyoruz.
* * *
Stafford’ların telsiz telefonundan Phillip ile konuşurken, Lucy’nin eskiden çok sataştığım Laura Ashley çiçekli kuş tüyü yorganının üzerinde uzanıyorum. Lucy’nin, kaldırıma atılmış mobilyaları alıp cilalayarak kullanmasının gurur kaynağı olduğu Cambridge ve Massachusetts’e dayanan hippi kökenimize ihanet ederek havalı Londra eşi rolünü oynamış olduğuna dair kanıtım. Odanın her köşesi Lucy’nin Portobello Marketi’nden aldığı nadide antikalarla dolu. Bu da odaya eski zamana ait bir hava katıyor. Her şey hem pahalı hem de eski görünüyor. Yine de pahalı oldukları daha bir göze çarpar halde.
Phillip, Sharon’daki oturma odamızda bulunan kanepede oturuyor. Boston’un kıyısında kalan Sharon, şehir dışında yaşayanlar için epey uzak, Lucy ile benim büyüdüğümüz yere ise sadece yarım saat uzaklıkta bir kasaba. Pek modern olmasa da kanepemiz gayet rahattır. Hatta o kadar rahattır ki Phillip, 1.80’lik boyuyla uzanabilir. Üstelik bir o kadar geniştir de, yanındaki yastığa içeceğini dahi koyabilir. Muhtemelen şu an televizyon sessizdedir, solunda bir şişe kırmızı şarap ve göbeğinde bir yığın evrak vardır.
Lucy için üzülüp üzülmediğinden şüpheliyim… Çünkü onu hiçbir zaman tam olarak sevmedi… Phillip, onun öldürülmesinin 20/20 programını andıran rahatsız edici bir olay olduğunu düşünüyor. Lucy, onun üslûbuyla ‘ambalajı güzel biriydi’. Bana bir keresinde Lucy’nin sabah haberleri spikerini ve de komik, etkileyici, çekici, ağzı laf yapan gece yarısı talk show sunucusunu –ki öyle değil- hatırlattığını söylemişti. Evine değil de kokteyl partilerine çağıracağın türden biri. Benim için üzüldüğünden eminim. Çünkü benim Lucy’i ne kadar sevdiğimi biliyor. Ama bunu en kısa sürede atlatacağımı düşündüğünü de biliyorum. Eğer Lucy erkek olsaydı, evleneceğim ilk kişinin o olacağını anladığını sanmıyorum.
“Elektrikli su ısıtıcısı almalıyız.” diyorum Phillip’e. “İngilizler bu konuda iyi iş çıkartıyor. Suyu iki dakikadan daha hızlı kaynatması harika. Bunun evde olduğunu düşünebiliyor musun? Her gün iki dakika kazanmış olurduk. Bu her şeyi değiştirirdi. Bir tanesini getireceğim. Makarna yaparken kullanabiliriz.”
“Williams-Sonoma’da bunlardan satıyorlar.” Kocam, Williams-Sonoma’da nelerin olup olmadığını yakından takip eden tiplerdendir. Aynı zamanda Napa’da hangi restorana gitmeniz gerektiğini, doların yuan karşısında ne durumda olduğunu ve hangi balıkların PETA’nın -Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler- yenmemesi gerekenler listesinde olduğunu da bilir.
“Bu çok iyi. Artık tek eksiğimiz bir kraliyet ailesi.”
“Ellie, sen iyi misin?”
“Bunu daha önce de sormuştun.”
“Yine aynı şeyi yapıyorsun.”
“Neyi?”
“Biliyorsun. Onu işte… Bana iğneliyici laflar söylüyorsun çünkü başka ne yapacağını bilmiyorsun. Senin için endişeleniyorum. Beni sinirlendiriyorsun.”
“Seni sinirlendiriyor muyum? Benim yerimde olmayı dene. Bu evde olmayı dene. Sophie’nin gözlerinin içine bakmayı dene.” Bir anlığına sesimi yükseltiyorum ve sonra kendimi kontrol etmeyi başarıyorum. Duygularım patlamaya çok yakın… Phillip’e kızgınım, bu kesin. Fakat bu tamamen Phillip’le ilgili değil ve işte ikimizin de farkında olduğu bir şey daha.
“O nasıl?”
“Dayanmaya çalışıyor, konuşmuyor. Zor bir çocuk.”
“Annesi gibi.”
“Evet.”
“Belki de seninle gelmeliydim,” diyor şimdi Phillip. Sesinde hafif bir suçluluk duygusu var. Kendini dışlanmış ve çaresiz hissettiğini söyleyebilirim.
“Haklısın. Belki de gelmeliydin.” Gelmesi gerektiğini biliyordum ama bunu söyleyecek gücüm yok. Şu an haklı olmak için çok yorgunum. Phillip burada değil çünkü ona gelmesine gerek olmadığını söylemiştim. Tabii ki bunu denemek için söylemiştim. Ve Phillip testi geçemedi.
“Bana gelmememi sen söyledin” diyor şimdi. “Erkek kardeşinin orada olacağını ve bana gerek olmadığını söyledin.”
“O zaman gelmek zorunda olmadığını söyledim.”
“Aynı şey Ellie. Sadece üslup. ”
“Hayır aynı şey değil.” diyorum fakat bu sakin ses tonumdan nefret ediyorum ve saçma karı-koca kavgasına bir son vermeye çalışıyorum. Bu akşam Phillip’i rahatlamak, onun sesini duymak ve Atlantik’in öbür tarafında bir hayatım olduğunu hatırlamak için aradım. Neden başlattığımı bilmediğim bu gereksiz tartışmanın neticesinde suçluluk duygusu şimdi de benim ses tonuma yansıyor. “Özür dilerim. Boşver. Önemli değil. Ben iyiyim.”
“Eğer farketseydim… Demek istediğim, biliyorsun, gelirdim. Bunu biliyorsun, değil mi? Lütfen en azından bunu bildiğini söyle.” diyor Phillip. Sesi en az benimki kadar yorgun ve üzgün.
“Tabii ki gelirdin. Biliyorum.” Buna gerçekten inanıyorum. Phillip hakkında söylenecek bir şey varsa –mutfak eşyalarına duyduğu anormal ilginin dışında- o da her zaman en doğru şeyi yapmaya çalışan iyi bir insan olduğudur. Bu yüzden ona hayatımı emanet ettim. Bu yüzden beş yıl önce evlendiğimiz o gün kabul ediyorum derken en ufak bir şüphe duymamıştım.
Eğer ona yanılmasına fırsat vermeden net bir ifadeyle, ‘Londra’ya gelmeni istiyorum’ deseydim gelirdi.
3
Lucy’nin cenaze töreni, Notting Hill’deki özel bir bahçe tepesinde, eski taştan yapılma bir kilisede oldu. Kemerli pencerelerden dışarı bakınca yemyeşil bir bahçe ve rengârenk çiçeklerden oluşan muhteşem bir manzarayla karşılaştık. Lucy anılırken tulum ve ufacık Wellington botları giyen minik bir çocuk, elinde kırmızı plastik küreğiyle dışarıda oynuyordu. Etrafa zarar vermek için epey küçüktü. Küreğiyle aynı yerde oynayıp duruyor ve halinden memnun görünüyordu. Toprağın kokusu ve koyu kahve olan rengi her seferinde onu şaşırtıyor olmalıydı.
Bir cenaze yeri daha güzel olamazdı. Beni birkaç kere güldürmeyi başaran bu küçük adam ve yanımda elimi tutan kardeşim Mikey için ne büyük şans. Gerçi vaaz kısmının biraz sıkıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Hepimiz Lucy’nin bu ani ve hâlâ kabullenemediğimiz ölümüyle sarsılmıştık. Lucy’nin hoşuna gideceğini bilerek hak ettiği övgü ve saygıya coşkulu bir şekilde destek verdik. Onu ise sadece fiyatları pahalı olan, yerli hazır yemek firmasının törenden sonra eve getirdiği yemekler mutlu ederdi.
————
* Sakinleştirici bir ilaç. (e.n.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSenden Sonra
- Sayfa Sayısı357
- YazarJulie Buxbaum
- ÇevirmenGizem Torun,Sena Önvural
- ISBN9786056291227
- Boyutlar, Kapak13x21, Karton Kapak
- YayıneviOptimum Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Köle ~ Bernardine Evaristo
Beyaz Köle
Bernardine Evaristo
“Avrupalı köleler medeni insanların tutumlarını ve göreneklerini benimseme fırsatına kavuşurken, son derece korkunç ölümlerden, cezalardan, ahlaken iğrenç düşkünlüklerden ve serflikten kurtarılmıştır.” Hepimiz tarihe “Ya...
- Yanan Krom ~ William Gibson
Yanan Krom
William Gibson
“Teknoloji ile toplum ilişkisini Gibson’dan daha iyi anlatan biri yok.” –Iain M. Banks “William Gibson, bilimkurgu türünün en etkileyici yazarlarından biri. Her eserinde teknoloji...
- Sindirella Anlaşması ~ Sarah Strohmeyer
Sindirella Anlaşması
Sarah Strohmeyer
Nola’nın en büyük hayali çalıştığı dergide köşe yazarı olmaktır. Fazla kiloları yüzünden bu isteği reddedilince Nola hayali bir karakter yaratmak zorunda kalır: Belinda Apple!...