New York Times çoksatan yazarı Colleen Hoover’dan muhteşem bir roman daha…
Bu yürek parçalayıcı ama umut dolu hikâyede talihsiz genç bir anne kefaretini ödemek için yeni bir şans arıyor.
Trajik bir hata yüzünden beş yıl hapis yatan Kenna Rowan, dört yaşındaki kızıyla yeniden bir araya gelme umuduyla her şeyin yanlış gittiği o kasabaya geri döner. Ancak Kenna’nın yaktığı köprüleriyeniden inşa etmek imkânsızdır. Kenna kendini kanıtlamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kızının hayatındaki herkes, onu dışlamaya kararlıdır.
Ona kapıları tamamen kapatmayan tek kişi, yerel bar sahibi ve Kenna’nın kızıyla geriye kalan bağlardan biri olan Ledger Ward’dur. Ancak Ledger’ın yavaş yavaş Kenna’nın hayatının önemli bir parçası hâline geldiğini öğrenen biri olursa ikisi de kendileri için önemli olan herkesin güvenini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. İkili, etraflarını saran tüm bu umutsuzluğa rağmen aralarındaki büyük etkileşimden kaçamazlar, ancak aşkları büyüdükçe risk de artar. Ne var ki her şeyden önce Kenna, umutla ve iyileşmeyle dolu bir gelecek inşa etmek için geçmişindeki hataları affetmenin bir yolunu bulmalıdır.
“Duygu dolu ve muhteşem olay örgüsüyle kalbe dokunan bir hikâye.”
-New York Post
“Hoover, keder ve suçluluk duygusunun derinliklerine inerek büyük bir sevgiyle savaşan karakterler için çok yönlü bir kefaret hikâyesi yaratıyor. Hayranlarını hüzünlendirecek, onları hayal kırıklığına uğratmayacak yeni bir yolculuk daha.”
-Publishers Weekly
BÖLÜM BİR
KENNA
Yolun kenarında yere çakılmış, üzerinde ölüm tarihi yazılı küçük bir tahta haç vardı.
Scotty bundan nefret ederdi. Bahse girerim bunu buraya annesi koymuştu.
“Kenara çekebilir misin?”
Sürücü yavaşlayarak taksiyi durdurdu. Arabadan inip haçın olduğu yere geri yürüdüm. Sağa sola sallayarak çevresindeki toprağı gevşettim, çekip topraktan çıkarttım.
Tam bu noktada mı ölmüştü? Yoksa yolda mı ölmüştü? Ön duruşma sırasında detaylara dikkat etmemiştim. Sürünerek arabadan birkaç metre uzaklaştığını duyduğumda, savcının diğer söylediklerini duymamak için mırıldanmaya başlamıştım. Daha sonra davanın mahkemede görülmesi hâlinde ayrıntılara girmek zorunda kalmamak için suçumu kabul etmiştim.
Çünkü teknik olarak öyleydim.
Onu eylemlerimle öldürmemiş olabilirdim ama kesinlikle eylemsizliğimle öldürmüştüm.
Öldüğünü sanıyordum, Scotty. Ama ölüler sürünemez. Elimde haçla taksiye geri yürüdüm. Arka koltuğa oturup yanıma koydum ve sürücünün yola koyulmasını bekledim ama yapmadı. Dikiz aynasından ona bakınca şüpheli bir ifadeyle beni incelediğini fark ettim.
“Yol kenarındaki anıtları çalmak bir çeşit kötü karma olmalı. Bunu almak istediğinden emin misin?”
Bakışlarımı çevirerek yalan söyledim. “Evet. Bunu oraya ben koymuştum.” Tekrar yola çıkarken bana hâlâ dikkatle baktığını hissedebiliyordum.
Yeni dairem buradan yaklaşık dört kilometre uzaklıktaydı ama eskiden yaşadığım yerin tam tersi yöndeydi. Arabam yoktu, bu yüzden bu sefer işe yürüyerek gidebilmek için şehir merkezine daha yakın bir yer bulmaya karar vermiştim. Tabu, bir iş bulabilirsem. Geçmişim ve tecrübesizliğim yüzünden zor olacaktı. Ayrıca taksi şoförüne göre, muhtemelen şu anda yanımda taşıdığım kötü karma yüzünden de.
Scotty’nin anıtını çalmak kötü bir karma olabilirdi, ancak yol kenarındaki anıtlara duyduğu nefreti dile getiren biri için anıt bırakmanın da kötü karma olabileceği düşünülebilirdi. Şoförün arkadan, bu dolambaçlı yoldan geçmesini bu yüzden istemiştim. Grace’in muhtemelen kaza yerine bir şey bıraktığını biliyordum ve onu kaldırmayı Scotty’ye karşı borç biliyordum.
-Nakit mi, kredi kartı mı?” diye sordu şoför.
Taksimetreye bakıp çantamdan para ve bahşiş çıkardım, park ettikten sonra ona verdim. Bavulumu ve az önce çaldığım ahşap haçı alarak taksiden inip binaya yürüdüm.
Yeni dairem büyük bir kompleksin parçası değildi. Bir tarafında terk edilmiş araba parkı, diğer tarafta bir marketle çevrili tek başına duran bir binaydı. Alt katta bir pencere kontrplakla kapatılmıştı. Çürümenin çeşitli aşamalarındaki bira kutuları mülkü çöplüğe döndürmüştü. Bavulumun tekerleklerine sıkışmasın diye birini ayağımla kenara ittim.
Bina internettekinden daha kötü görünüyordu ama bu kadarını bekliyordum. Boş yerleri var mı diye aradığımda ev sahibi adımı bile sormamıştı. “Her zaman boş yerimiz vardır. Nakit getir, bir numaralı dairedeyim,” demişti. Sonra da telefonu kapatmıştı.
Bir numaralı dairenin kapısını çaldım. Pencerede bir kedi bana bakıyordu. O kadar hareketsizdi ki heykel mi diye merak etmeye başlamıştım, ama o sırada gözlerini kırpıştırarak çekip gitti. Kapı açıldı, yaşlıca, ufak tefek, kendinden hoşnutsuz bir kadın dikkatle bana bakıyordu. Saçları bigudiliydi, burnuna ruj bulaşmıştı. “Sattığın hiçbir şeye ihtiyacım yok.”
Ağız çevresindeki kırışıklara bulaşmış ruja baktım. “Geçen hafta bir daire için aramıştım. Müsait bir daire olduğunu söylemiştiniz.”
Kadının kuru erik gibi yüzünde bir tanıma ifadesi belirdi. Beni baştan aşağı süzerken hmm diye bir ses çıkardı. “Böyle görünmeni beklemiyordum.”
Yorumuna ne anlam vereceğini bilememiştim. Kotumla tişörtüme bakarken kadım birkaç saniyeliğine kapıdan uzaklaştı. Fermuarlı bir cüzdanla geri döndü. “Ayda beş yüz elli. İlk ve son ayın kirasının bugün ödenmesi gerekiyor.”
Parayı sayıp ona verdim. “Kira kontratı yok mu?”
Kadın gülerek parayı cüzdanına koydu. “Altı numaralı dairedesin.” Parmağıyla yukarıyı işaret etti. “Benim tam üstümde, bu yüzden sessiz ol, ben erken yatıyorum.” “Hangi yan hizmetler dahil?”
“Su ve çöp ama elektriği sen üstleniyorsun. Şu anda açık… Kendi üstüne alman için üç günün var. Elektrik şir ketine depozito iki yüz elli. “
Lanet olsun. İki yüz elli dolar bulmak için üç gün mü? Bu kadar erken geri dönme kararımı sorgulamaya başlamıştım ama geçici barınaktan serbest bırakıldığımda iki seçeneğim vardı: Tüm paramı o kentte yaşamaya çalışarak harcamak ya da yaklaşık beş yüz kilometre yol katedip tüm paramı burada harcamak.
Bir zamanlar Scotty’yle alakalı olan herkesin yaşadığı kentte olmayı tercih etmiştim.
Kadın dairesine bir adım geri attı. “Cennet Apartmanı’na hoş geldin. Yerleştikten sonra sana bir kedi yavrusu getireceğim.”
Kapıyı kapatmaması için elimi hemen kapıya dayadım. “Bekle. Ne? Kedi yavrusu mu?”
“Evet, kedi yavrusu. Kedi ama daha küçük.”
Sanki beni az önce söylediklerinden koruyacakmış gibi kapıdan uzaklaştım. “Hayır, teşekkür ederim. Kedi yavrusu istemiyorum.”
“Bende çok var.”
*Kedi yavrusu istemiyorum,” diye tekrarladım. “Kim kedi yavrusu istemez ki?”
“Ben.”
Sanki yanıtım son derece mantıksızmış gibi ofladı. “Seninle bir anlaşma yapalım,” dedi yaşlı kadın. “Bir kedi vavrusu alırsan elektriği iki hafta açık bırakırım.” Burası ne biçim bir yerdi böyle? “Pekâlâ,” dedi, sessizliğime sanki bir pazarlık taktiğiymiş gibi karşılık vererek. “Bir ay. Eğer bir yavru kedi alırsan bütün ay elektriği açık bırakacağım.” Eve girdi ama kapıyı açık bıraktı.
Kesinlikle bir yavru kedi istemiyordum, ancak bu ay elektrik depozitosuna iki yüz elli dolar harcamak zorunda kalmamak birkaç kedi yavrusuna değerdi.
Kadın küçük siyah-turuncu bir kedi yavrusuyla geri gelerek yavruyu ellerimin arasına bıraktı. “Al bakalım. Bir şeye ihtiyacın olursa benim adım Ruth, ama bir şeye ihtiyacın olmamasına çalış.” Tekrar kapıyı kapatmaya girişti. “Bir dakika. Nerede ankesörlü telefon bulabileceğimi söyleyebilir misin?”
Kadın kıkırdadı. “Evet, geçmişte 2005’te.” Kapıyı tamamen kapattı.
Yavru kedi miyavladı ama tatlı bir miyavlama değildi. Daha ziyade bir yardım çağrısı gibiydi. “Sen ve ben ikimiz,” diye mırıldandım.
Bavulum, çantam ve… kediyle birlikte merdivene yürüdüm. Belki de buraya geri dönmeden önce birkaç ay daha dayanmalıydım. Iki bin doların biraz üzerinde para biriktirmeye çalışmıştım ama büyük kısmı buraya taşınmak için harcanmıştı. Daha fazla biriktirmeliydim. Ya hemen iş bulamazsam? Şimdi bir de yavru kediyi hayatta tutma sorumluluğuyla görevlendirilmiştim.
Hayatım düne göre on kat zorlaşmıştı.
Bluzuma yapışan yavru kediyle daireye gittim. Anahtarı kilide soktum, kapıyı çekip anahtarı çevirmek için iki elimi de kullanmam gerekiyordu. Yeni dairemin kapısını iterek açarken nasıl kokacağından korkarak nefesimi tuttum.
Elektrik düğmesini çevirip etrafa bakınırken yavaşça soluğumu bıraktım. Pek fazla koku yoktu. Bu hem iyi hem de kötüydü.
Oturma odasında bir kanepe vardı ama hepsi bu kadardı. Küçük bir oturma odası, daha da küçük bir mutfak, yemek odası yoktu. Yatak odası yoktu. Bir dolap ve tuvaleti küvete değecek kadar küçük banyosuyla tek odalı bir daireydi.
Ev bir mezbelelikti. Kırk beş metrekarelik berbat bir yer olsa da benim için terfi demekti. Bir oda arkadaşımla on metrekarelik bir hücreyi paylaşmaktan, altı oda arkadaşımla geçici barınakta yaşamaya, oradan kendi evim diyebileceğim kırk beş metrekarelik bir daireye geçmiştim.
Yirmi altı yaşındaydım ve ilk kez resmen bir yerde yalnız yaşayacaktım. Bu beni hem korkutuyor hem de özgür hissettiriyordu.
Bir ay dolduktan sonra burayı madden karşılayabilir miydim bilmiyordum ama uğraşacaktım. Bu, rastladığım her işe başvurmak anlamına gelse bile.
Kendi evimin olması davamı Landrylere savunurken yardımcı olabilirdi. Artık bağımsız olduğumu gösterecekti. Bu bağımsızlık bir mücadele olsa bile.
Yavru kedi aşağıya inmek istiyordu, onu oturma odasında yere koydum. Etrafta dolanıyor, aşağı katta bıraktığı bir şey için ağıt yakıyordu.
BÖLÜM İKİ
LEDGER
Kamyonetimi barın arkasındaki ara sokağa çektiğimde sağ elimin tırnaklarında hâlâ oje olduğunu fark ettim. Kahretsin. Dün gece dört yaşında bir çocukla süslenme oyunu oynadığımı unutmuştum.
En azından mor iş gömleğime uyuyordu.
Kamyonetten indiğimde Roman çöp torbalarını çöp kutusuna atıyordu. Elimdeki hediye paketini görünce kendisi için olduğunu anlayarak elini uzattı. “Dur tahmin edeyim. Kahve kupası mı?” İçine baktı.
Kahve kupasıydı. Hep öyleydi. Teşekkür etmedi. Hiç etmezdi.
Bu kupaların ayıklığı simgelediğini itiraf etmiyorduk fakat ona her cuma bir kupa alıyordum. Bu ona aldığım doksan altıncı kupaydı.
Muhtemelen buna bir son vermeliydim çünkü dairesi kahve fincanlarıyla doluydu ama artık vazgeçemeyecek kadar yol almıştım. Neredeyse yüz haftadır ayıktı ve ben bir süredir elimde yüzüncü dönüm noktası kupasını tutuyordum. Bir Denver Broncos kupasıydı. Roman’ın en sevmediği takım.
Roman barın arka kapısını işaret etti. “İçeride diğer müşterileri rahatsız eden bir çift var. Onlara göz kulak olmak isteyebilirsin.”
Bu garipti. Normalde akşamın bu kadar erken saatlerinde serkeş insanlarla uğraşmamız gerekmezdi. Saat daha altı bile değildi. “Nerede oturuyorlar?”
“Müzik kutusunun yanında.” Gözleri elime ilişti. “Güzel tırnaklar dostum.”
“Değil mi?” Elimi kaldırıp parmaklarımı oynattım. “Dört yaşındaki bir kıza göre oldukça iyi iş çıkardı.” Barın arka kapısını açtım ve hoparlörlerden Ugly Kid Joe tarafından katledilen en sevdiğim şarkının kulak tırmalayan sesiyle karşılaştım.
Kesinlikle olamaz.
Mutfaktan geçip bara gittiğimde onları hemen gördüm. Müzik kutusunun üzerine eğilmişlerdi. Yavaşça yanlarına gidince kadının defalarca aynı dört numaraya bastığını gördüm. Yaramaz çocuklar gibi kıkırdarlarken omuzlarının üzerinden ekrana baktım. “Cat’s in the Craddle” arka arkaya otuz altı kez çalacak şekilde ayarlanmıştı.
Boğazımı temizledim. “Bunun komik olduğunu mu düşünüyorsunuz? Beni önümüzdeki altı saat boyunca aynı şarkıyı dinlemek zorunda mı bırakacaksınız?”
Babam sesimi duyunca arkasına döndü. “Ledger!” Beni çekip kucakladı. Bira ve motoryağı kokuyordu. Ve limon, belki? Sarhoşlar mıydı?
Annem müzik kutusundan geri çekildi. “Düzeltmeye çalışıyorduk. Bunu biz yapmadık.”
“Elbette, siz yapmadınız.” Onu kucakladım.
Ne zaman geleceklerini hiç bildirmezlerdi. Sadece geliverirler, bir, iki ya da üç gün kalırlar, sonra yine karavanlarıyla yola koyulurlardı.
Ama sarhoş olmaları yeni bir şeydi. Omzumun üzerinden göz attım, Roman şimdi barın arkasındaydı. Annemleri işaret ettim. “Onlara bunu sen mi yaptın, yoksa bu şekilde mi geldiler?”
Roman omuz silkti. “İkisinden de biraz.”
“Bu bizim yıldönümümüz,” dedi annem. “Kutluyoruz.” “Umarım buraya arabayı kullanarak gelmemişsinizdir.” “Kullanmadık,” dedi babam. “Arabamız karavanla birlikte dükkânda rutin bakımda, bu yüzden Lyft’ten bir…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıKitap Kurtları
- Sayfa Sayısı440
- YazarEmily Henry
- ISBN9786254144158
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tom Sawyer ~ Mark Twain
Tom Sawyer
Mark Twain
Tom Sawyer, ünlü Amerikalı yazar Mark Twain’in kendi hayatından izdüşümleri taşıyan bir macera romanı. Olaylar, genellikle “İç Savaş” öncesi Amerikası’nın Mississippi Irmağı kıyısındaki bir...
- Böyle Bitti ~ Eva Dolan
Böyle Bitti
Eva Dolan
Üç yüz kişiydiler. Geriye sadece altısı kaldı… Bir zamanlar ailelere, arkadaşlara, çocuklara, sevgiye ve hayata ev sahipliği yapmış bu bina şimdilerde kaderine terk edildi....
- Çalı Horozu ~ Michel Tournier
Çalı Horozu
Michel Tournier
“Yazarın görevi mitleri ölümden kurtarmaktır” diyen Michel Tournier, Fransa’nın en yaratıcı yazarlarından biri. İlk bakışta birbirinden uzak görünen nesneler ve olgular arasında bağlar kurarak;...