Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sen Gülerken
Sen Gülerken

Sen Gülerken

Ayşe Özmen

Hülya, üç-dört yaşlarından beri bir hayalin peşinden koşmaktadır. Tam hatırlayamadığı ama zihninden de bir türlü atamadığı bir hayalin… İlkokul yıllarında bu hayal, tesadüfen resmini…

Hülya, üç-dört yaşlarından beri bir hayalin peşinden koşmaktadır. Tam hatırlayamadığı ama zihninden de bir türlü atamadığı bir hayalin… İlkokul yıllarında bu hayal, tesadüfen resmini gördüğü küçük besleme Havva’yla ete kemiğe bürünüverir. Hülya, Havva’nın ardından çıktığı upuzun yolculukta kendisiyle yüzleşir; kahkahaların, şarkıların, süslü anlatıların arkasında kıvrılmış yatan bir aile sırrına ulaşır. Ne var ki bilincine vardığı şey, görmek ve duymak istemeyeceği kadar can yakıcıdır.

Ayşe Özmen, Hülya’nın öyküsünün peşinden, mutlu aile yuvalarının duvarları arkasına götürüyor okuru. Aile içi cinsel şiddetin nasıl gizlendiğini, sokakta değil evlerinde; yabancılar tarafından değil yakınları tarafından tacize uğrayan küçük çocukların nasıl olup da başlarına gelenleri anlatamadıklarını, duydukları utanç ve suçluluk duygusunun bu olayların açığa çıkmasını nasıl engellediğini, yaşadıkları şeyle yüzleşmenin zorluğunu gözler önüne seriyor.

**

s. 9-18

Rüzgârdan her an yıkılacakmış gibi duran derme çatma tahta kulübenin, yüzlerce toprak yığınına bekçilik ettiği o uzak mezarlıkta dört-beş kişiydiler. Keskin soğuktan ötürü öylesine sarınıp sarmalanmışlardı ki, yüzleri bile doğru dürüst görünmüyordu. Zaten birbirlerine bakmaya da çalışmıyorlardı. Birkaç yaşlı akraba, soğuğa ve rüzgâra dayanamadıkları için, mezarlığın yanında, nereye uzandığı belirsiz dar yola park ettikleri arabalarında, onları izliyordu.

Fırtına şiddetlenirken, rüzgâr, tek tük yağmur damlalarını sağa sola savurmaya başladı. Henüz kazılmış çukurun çevresinde, başları önlerinde, dalgın, umursamaz ifadeleriyle bekleyen kavruk mezarlık işçileri, sabırsızca kürekleriyle oynadılar. İmam hızla bir-iki dua mırıldandı. Sarıldığı kütleyi neredeyse bütün hatlarıyla belli eden kefen, öbür dünyadan çok bu dünyaya ait korkulu şeyleri hatırlatırcasına, tam o anda ortaya çıktı. Anneannesi mezara koyulurken Hülya, onun son isteğini de yerine getiremediğini düşündü: Tabutla gömülmek istemişti. Ancak güneşsiz, kasvetli havanın da etkisiyle tablonun en çarpıcı unsuru olarak görünen beyaz şekil, geç kalındığını vurgulamak istercesine, tanımadığı birkaç adamın elleri arasından alelacele mezarın içine kayıverdi.

Şehrin dışındaki bu ıssız mezarlık, üstünkörü defin töreni, bir an önce evlerine ya da işlerine dönmeyi bekleyen, yüzü gözü örtülmüş insanlar, olan biteni adeta gizemli bir hale sokmuştu. Bu gizemi yaratan unsurlar tesadüfi görünse de, neredeyse yüz sene sürmüş bir yaşamı ören sırların bu son sahneyi hazırlamış olduğunun bilincindeydi Hülya. Bu sahnenin apaçık ortaya koyduğu şifrelerde, yaşam bilmecesinin tüm çözümlerinin yattığını bilmek, onda olağanüstü bir ruh hali yaratıyordu.

Mezarın başında dururken, geçmişin, geleceğin üstüne gölgesini nasıl böyle ustalıkla düşürebildiğini merak etti.

Duyduğu acı ya da üzüntü değil, yalnızca bu düşüncenin verdiği şaşkınlık başını döndürdü. Sendelememeye çalışarak mezarın üstüne bir avuç toprak attı. Mezar, diğerleri gibi toprak yığını haline gelince, “rahat uyu” diye fısıldadı. Nedense aklına başka bir şey gelmemişti.

Söylediği şeylerin diğerleri tarafından anlaşılacağından endişe etti bir an. Bu sözler yalnızca anneannesiyle onun arasında kalmalıydı. Ölmeden önce konuştukları, yalnızca ikisinin bildiği ve yalnızca ikisinin dile getirme cesaretini gösterdiği diğer şeyler gibi…

Elindeki karanfilleri, sarıldıkları jelatinle birlikte toprağa gömmek için eğildi. Çiçeklerin şiddetli rüzgâr yüzünden oraya buraya dağılması engellenmiş olacaktı böylece. Karanfiller kısa bir an, onda başka mezarlık anılarını uyandırdı. Kırmızı karanfiller almış olduğunu aslında tam o an fark etti. Gerçi bu uzak ve yabancı semtte fazla seçeneği de yoktu.

Rahat hareket edebilmek için çantasını mezarlığın çamurlu toprağına bıraktı. Bu davranışı imamı şaşırtmıştı. Yüksek sesle duaya devam ederken yüzündeki ifadeyi yakaladı göz ucuyla. Bu mimik rahatsız edici bir dünyevilikteydi ama aceleye getirilen cenazeyle uyum içindeymiş gibi göründü Hülya’ya…

Çiçekleri toprağa gömmeye çalışırken, mezarın başına gelemeyen akrabaların kendisini seyrettiklerinin farkındaydı. Buna rağmen, sanki orada tek başınaymış gibi davranmayı başardı. Ne var ki kısa bir süre sonra, mezarın başında yapayalnız olma isteği dayanılmaz hale gelmişti. “Hepiniz gidin buradan,” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu; “bu benim törenim, benim ayinim, benim oyunum. Bu sahnede iki oyuncu var. Biri mezarda, diğeri de benim.” Yüzündeki öfkeli ifadeyi kim bilir neye yormuşlardı; ama buna aldırmadı. İşçilerin gelişigüzel kürek darbeleriyle düzelttikleri kabarık, koyu, çamurlu toprağa her dokunuşunda rahatladığını hissediyordu. Bu rahatlama kısa sürede delice bir coşkuya dönüştü. İsterik denebilecek çılgın, uygunsuz bir sevinç, hızla yayılan hastalıkları gösteren öğretici filmlerin animatik görüntülerini yansılarcasına vücudunu ele geçirdi. İstem dışı gülüşünü gizlemek için yüzünü sıkıca sardı. Davranışlarındaki aşırılığın belli olmaması için mümkün olduğunca az hareket ediyor ve ruh halindeki bu değişikliği anlamaya çalışıyordu…

Ellerini, ayaklarını kaskatı eden soğuk, hareketsiz kalmasına yardımcı oluyordu gerçi, ama duyduğu ferahlamayı saklamak giderek güçleşiyordu. Derken, bu rahatlamayı yaratan şeyin, mezarlıkta bulunabilmek olduğunun ayırdına vardı. Bir avuç toprakla o mezarı mühürlemek… İsteriye kapılışı kadar hızlıydı bu kavrayış…

Hülya, kıpırtısız dururken, mezarın başındaki küçük grup, birbirine sessizce başsağlığı dileyerek ayrılmaya başlamıştı. Kimisi gelip veda niyetine omzuna dokundu. Hepsi, çamur içinde kalmış şık, deri eldivenlerine baktılar, onları çamurlu toprağa daldırıverişinden rahatsız olmuş gibi… Anneannesiyle olan ilişkisine yakışmayacak kadar abartılı bulmuşlardı belki bu davranışını.

Annesinin yaşlı ve bekâr teyze kızı, veda niyetine kendisine sarılınca Hülya karşılık veremedi. Annesini soruyordu. Annesi yoktu. Her zamanki gibi yüzleşmekten kaçınmıştı. “Rahatsızlandı,” demek istedi; sesi çıkmadı. Bu halini üzüntüsüne yormuş olmalı ki, üstelemedi kadın.

Şimdi durduğu yerden, hepsinin, yolda bekleyen arabalara yöneldiğini görüyordu.

Hızla, çamura bata çıka yürüyorlardı.

Hülya, unutulmuş bir eşya gibi, birinin kendisini alıp götürmesini bekleyerek orada durdu. Mezarlıkta kimse kalmayınca, dönüp bir kez daha çevresine baktı. Taşsız, mermersiz toprak kümeleri, üstünde numaralar yazılı tahta parçalarından başka ayırt edici işaret taşımaksızın yan yana sıralanıyordu. Bu haliyle mezarlık, hafızasından film karelerini, dehşet verici başka görüntüleri çekip alıyor ve toprağa verilen kişinin kaderini yalnızca hayal dünyasında da olsa, kaçınılmaz biçimde başka ölülerinkiyle birleştiriyordu. Ama ölüm de bir çeşit hayal değil mi? Peki ya kader öldükten sonra da bize hükmedecek kadar güçlü mü?

Sır

Her şeyin başladığı bir an var mı? Her şey böyle başlamıştı cümlesini gönül rahatlığıyla kurabileceği bir an; bir anı, bir hayal, zihinden gelip geçiveren anlık bir düşünce.

Ateş başında oturan yaşlı bir falcı gibi geçmişin küllerini karıştırıyor şimdi Hülya ve zamana karşı nasıl adil olacağını düşünüyor. Aslında her şeyin nasıl başladığını artık biliyor. Ama bugünden çalınmış, koparılmış şeyleri geçmiş, geride kalmış zamanın ellerine teslim etmeden nasıl anlatabileceğini bilmiyor. Bugünün tuzaklarından nasıl kurtulabileceğini de…

Zihnini yokladığında sadık, kararlı hep aynı imge beliriyor; güvercin kanatları gibi çırpınan beyaz eller bunlar. Kıvrak bir hareketle silkeleniveren bir çarşafın ardından mis gibi bir kokuyla birlikte, bir görünen, bir kaybolan güvercin eller…

Sonra, bu ellerin sihirli bir hareketiyle çocukluğu kukla tiyatrosu gibi perdelerini açıyor; hayaller, hakikatin hiçbir zaman gösteremediği cömertlikle, zamanın arkasına gizlenmiş görüntüleri ortaya çıkarıyor; ikinci kattaki yatak odasının penceresinden içeriye sarkan ağaç dallarının, çarşafın üstünde bir sürü tuhaf şekle bürünen gölgeleri. Ahşap evin her iniş çıkışta gıcırdayan merdivenleri, kırmızı taşlarla döşeli mutfak. Köşede mutfağın en önemli eşyası, kocaman beyaz kuzine. İkinci kattan zemin kattaki mutfağa inen merdivendeki küçük pencere.

Kendisine oturma ve hayal kurma yeri olarak seçtiği yer, bu pencerenin önüydü. Akşam işinden dönen babası, ağaçların arasından gizlice pencerenin önüne gelir, onu şakacıktan korkuturdu.

Alt katın neredeyse bütün pencerelerini saran yaseminler, mutfak kapısının hemen önündeki küçük avluda nar ağacı, az ilerdeki kara dut… Bahçeye hırsızlama giren komşu çocuklarından korumak için meyve verdiğinde altında nöbet tuttukları erik ağacı, dut lekeleriyle dolu beyaz fanilasıyla ağacın üstünden el sallayan erkek kardeşi. Ağaç dallarından süzülüp, annesiyle babasının odasındaki kocaman yatağın içine yavrulayan kediler… Mahinur teyzenin nar ağacının altında bir dal parçasıyla sıkıştırdığı akrep. Hülya, o zamana kadar kendisi için gizemli bir hayvan olan akrebin, toprağın üstündeki o zavallı haline bakarak, böyle açığa çıkarılmaya izin vermesine şaşırmıştı en çok. Ama bütün gizemler eninde sonunda açığa çıkarılmayı beklemez mi?

Damağında hâlâ serin bir lezzet bırakan Tatlı Limon yokuşu… Boynu bükük duran birkaç tanesi dışında çoğu bakımlı eski ahşap evler, sanki aralarında gizli bir dayanışma varmışçasına birbirine yaslanmış olarak yokuş boyunca sıralanırdı. Bu evler, envai çeşit bitki ve ağaçla dolu arka bahçelerini, gelen geçen yabancılardan ortak bir sır gibi saklardı. Ağaçların ve yabani yeşilliklerin arasından dimdik bir kedi kuyruğu, bu gizemli krallığın bir parçasıymışçasına görünüp, kaybolurdu. Sanki her ev, arka bahçesinde kendi iç yaşantısına kapanmıştı. Böyle bir yerden bayağı betimlemelere kaçmadan nasıl söz edilebilir? Yıllar sonra belediye tarafından yıkılması istenen evi, son kez görmek için çıktığında, yokuş, hiçbir acımayı kabul etmeyecek kadar gururlu görünmüştü ona. Orada, eskiden artakalan ne varsa, şehrin bu tür mahallelerine reva görülen şeyi, nostalji malzemesi olmayı reddediyordu. Ve belki de geriye kalan yalnızca hışırtılardı. O sıcak günde kuru otların arasına hızla dalıveren gizemli bir yaratığın hışırtısı… Bu ses, neredeyse çocukluğundaki berraklığıyla kulağına çarpınca, gülümsemişti. Yokuş, her gün tepedeki ahşap evden çıkıp neredeyse kendisi büyüklüğünde kösele çantasını güçlükle taşıyarak okula gidip gelen küçük kızı tanımıştı.

Çocukluğunun geçtiği bu eski ahşap ev, eşyaları, kuytuları, girinti çıkıntıları, gıcırtıları, kısaca bütün renkleri, kokuları ve sesleriyle hafızasında kayıtlıydı.

Yalnızca o… Çok uzun bir zaman öncesinden Hülya’ya gülümseyen; geçmiş günlerin bütün sırları gizleyen perdesinin ardında, eller ve kokular dışında hiçbir sırrını vermeyen o… Güvercin ellerin sahibi Hülya’dan kaçıyor.

Bağda, kocaman bir salkım üzümü, sularını akıtarak yiyen bir kadın anımsıyor. Aslında onun kadın olduğundan bile emin değil. Islanmış, gülümseyen dudaklardan başka bir şey göremiyordu çünkü. Bu dudaklar dışında yüz seçilmiyor. Bu dudaklar kadın dudakları mı? Çocukların, kadın ve erkek dudağını ayıramadığı bir zaman var mı? Varsa, o kadar eskiden mi olup bitmişti bütün bunlar?

Tıpkı yıkanmış çarşaf kokusunun güvercin kanadı ellere eşlik etmesi gibi, bu görüntüye de toprak kokusu eşlik ediyor. Kimi zaman bu kokuların; toprak kokusunun ve belki üzüm kokusunun başka bir kokuyu sarıp sarmaladığını hissedebiliyor. Ateşli rüyalar içinde hiç duymadığı bir ismi sayıklıyor. Neyi hatırlaması gerektiğini bilmeden hatırlamaya çalışıyor. Ama boşuna… Anılardan kopmuş başıboş görüntüler, kendi iç bağlantılarını kaybetmişlerse, hatırlamamızı sağlayamazlar…

Yine de, karanlıkta belirip kaybolan bu parçacıklar, umutsuzca aradığı şeyi anımsayabilmesini sağlamasalar bile, unutulmuş olanı işaret etmiyorlar mı?

Bir zamanlar var olanı… Hayatının sürüp gittiği zaman parçasının içinde, olması gerektiği halde olmayan, gizlenen, kendini ele vermeyen şeyi… O, her kimse ya da her neyse, Hülya’ya hem yabancı, hem de aşinaydı.

Çabasının ne kadar beyhude olduğunu, daha sonra anlamıştı Hülya. Hatırlamanın, bu parçacıklara beden kazandırmanın, onları yap-boz gibi yeniden birleştirmenin, anlık yanıp sönmelerle esrikleşmiş, dalgın arayışların değil, bilinç gerektiren acı ve uzun bir yolculuğun ürünü olabileceğini… Hatırlamak –ve ne tuhaf ki unutmak– için gerekli olan buydu.

Büyük bir sırrı saklamak mümkün mü? Uzak bir geçmişte yaşanmış ve gizli kalması istenen şey, bildiğimiz sade, sıradan insanların hayatlarını derinden etkilemişse, onu gizleyebilir; olan her neyse hiç yokmuş, hiç yaşanmamış gibi davranabilirler mi? Bu soruya olumlu yanıt vermesi imkânsızdı. Saklanmak istenenin hamura katılan maya gibi sessiz sedasız kabardığını, magma gibi için için yandığını biliyordu…

Yetişkinlerin çocuklardan sır saklamak için kullandıkları yöntemler oldukça basit görünüyordu ona. Kâğıtları gizlerler, elbiseleri kaldırır, kelimeleri sakınarak kullanırlardı. Oysa çocuklar ne okuyarak, ne işiterek öğrenirdi. Çocuklar eşyaları koklar, gölgeleri izlerdi. Küçük bir hayvan gibi. Ne olup bittiğini, yetişkin insanların tanımladığı insan dünyasına yabancı gelen bir biçimde anlarlardı; dokunaçlarla, kokularla… Isı değişikliğine, sesteki küçük bir incelmeye duyarlıydılar. Sevgisizliği ve mutsuzluğu nasıl hissederlerse, diğer şeyleri de öyle hissederlerdi.

Aslında saklanan şey, orada, herkesin gözünün önünde dururdu. Apaçık ortadaydı.

O evde yaşayanları içinde bulundukları zaman parçasından koparırdı. Tıpkı masallar ya da efsanelerdeki gibi; başka evlerde olmayıp kendi evlerinde olan şeyin işaretini yalnızca çocuklar görürdü. Eve sinen bu dokunaklı gizlilik havası, hemen her konuda aşırı duygusallıkla kendini gösterirdi.

Konuşulmayan, anlatılamayan ve kendi başına varlığını sürdüren şey, Hülya’yla birlikte büyüyordu. Evde her geçen gün daha çok yer tutuyordu. Bunu fark eden yalnızca kendisiydi. Bir de kediler. Çünkü kuytu köşeleri tırmıklayıp kurcaladıklarını, esrarengiz şeylere tısladıklarını görüyordu.

Bu sanki havaya sinmişti. Arkasında sırlı bir işaret bırakarak gitmişti. Halbuki kokular kaybolmuş olmalıydı. Gözlerden başkalarının yüzleri silinmiş olmalıydı. Her şey unutulmuş olmalıydı. Ama silinmemişti, unutulmamıştı; orada duruyordu. Demek ki, unutulması kolay olmayan bir şeydi. Unutulması mümkün olmayan bir şey belki…

Annesinin güzel sesiyle söylediği şarkılara, babasının durmaksızın yaptığı şakalara, misafirlerin eksik olmadığı özenle hazırlanmış sofralara, hiç susmayan müzik sesine, kahkahalara, danslara rağmen, bu soru kafasına daha o yaşlarda yerleşti; neşe hangi kederleri gizler?

Bahçede kim bilir hangi eski mevsimde gezinmiş birinin adımları… Yaprağa değen çiğ gibi hafifti bunlar. Kulakla duyulması mümkün değildi belki. İnsan, kulağıyla pek az şeyi işitebilir zaten…

Geceleri, ahşap evin pencerelerine vuran rüzgâr, bir sır verecekmiş gibi fısıldayıp dururdu. Küçük kızların uçarı zihniyle karanlık el ele verince, eşyalar büyür, duvarlar çoğalırdı. Böyle gecelerde o da, meraklı bir ev hayvanına dönüşüp, evin rutubetli kuytularına, karanlık köşelerine, eşyaların arkasına doluşmuş toz yumaklarına aniden peydahlanan bıyıklarıyla dokunup geçer, yere değmeden yürüyebilmenin ayrıcalığını tadardı.

Gündüzleri, aynı evde yaşayan ama parka, sinemaya gittiklerinde onlarla gelemeyen birinin, perdenin arkasından, allahaısmarladık bile demeden çıkıp gidişlerini izlediğini hissederdi.

Bu duygu ne tuhaf ki hâlâ sürüyor. Bu sessiz, acınası, tuhaf, akışkan yaratık, yarı bilinç, yarı gölge, varolanla-olmayan arasında sıkışıp kalmış mahluk Hülya’dan adalet istiyor. “Ben vardım,” diyor; “Buradaydım, yanı başında… Yaşıyordum, senin elini tutuyor, yanağından öpüyordum.” Bir kucaklaşmadan aktarılan sıcaklığın, kokunun, belli belirsiz bir hareketin, uzak bir gülüşün oluşturduğu bu biçimlenmemiş hayat, ölüm ve anı karışımı, küçük işaretlerle bir şeylerin karşılığını istiyordu. Hatırlanmak istiyordu.

Küçük çocukların bellekleri olmadığı söylenir. Anıları da yoktur. Bellekten üç buçuk-dört yaşından sonra söz edilebilir. Ondan önce her şey karanlık bir boşluktan ibarettir. Her şey anımsanmayacak kadar eski bir zamanda olup biter. Bunlar doğru olabilir ama tümüyle değil. Çünkü adı bellek olmasa da, beynin kıvrımları arasında bir yer, karanlık aslan payını aldıktan sonra artakalan parçaları saklar, korur, sarar sarmalar. Anlama dönüşmeden kalmış koku, ses ve görüntü kırıntılarıdır bunlar; bir zamanlar yaşanmış olandan geriye kalanlar, –belki hatırlamak kelimesini karşılamayacak biçimde– zaman zaman saklandıkları yerden çıkarlar; rüya, hayal ya da halüsinasyon olarak… Onlar, anıların bir sepete koyup zaman nehrinin sularına salıverdikleri kayıp çocuklardır, mevsimsiz kelebeklerdir; yakaladığınız anda yok olurlar. Buna o yaşlarda ad verebilmek zordur. Buna ad verebilmek her zaman zordur.

Çocukluk büyük bir karanlıktır. Anlamlandırılamayan şeylerin çorak ülkesi. Yalanların elinizden tutmadığı, saçlarınızı okşamadığı soğuk çöl. Çünkü yalana inanmak için de bilinç gerekir. Yalanı bilmek, anlamak, kabullenmek gerekir; onunla avunabilmek için…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıSen Gülerken
  • Sayfa Sayısı135
  • YazarAyşe Özmen
  • ISBN9789753423816
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviMetis Yayınları / 2002

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kuru Su ~ Engin GeçtanKuru Su

    Kuru Su

    Engin Geçtan

    Engin Geçtan’dan iklimin altüst olduğu 2012 yılının Aralık ayında geçen bir İstanbul romanı: Kuru Su. “Fırtına durmuş, kar yağışı sürüyor, tanecikler giderek incelerek. Şehrin...

  2. Eski Sevgili ~ Leyla ErbilEski Sevgili

    Eski Sevgili

    Leyla Erbil

    “Leylâ Erbil’in ilk novellası olan Eski Sevgili’deki aynı adlı uzun metin 1973-76 tarihlidir. Novella biçimi, hayat kısıtlanır ve olasılıklar teker teker sönerken bile bu...

  3. Benim Çiçeklerim Ateşte Açar ~ Ahmet Günbay YıldızBenim Çiçeklerim Ateşte Açar

    Benim Çiçeklerim Ateşte Açar

    Ahmet Günbay Yıldız

    Edebiyatımızın ilklerinden Ahmet Günbay Yıldız; kendine özgü üslubuyla yine farklı ve çarpıcı bir konuyla çıkıyor okurunun önüne: Güzel İstanbul`un taptaze umut çiçeklerinin yeşerdiği üniversitelerini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur