“Kapımı rüzgâra, çatımı bulutlara açtım. Haber gelsin, bana uğramadan gitmesin.”Bilgin’in en büyük kâbusuydu sayılar.
Sayılar ve kendisinden sürekli ‘adına yakışır’ başarılar bekleyen bakışlar. O bakışların karşısında silikleşmek, bir salyangoz gibi kabuğuna çekilmek isterdi Bilgin. Hislerini sadece babaannesi anlıyordu sanki. Bir gün, sınıfına yeni bir çocuk geldi. Savaşı yaşamış, evinden ve ailesinden uzaklara düşmüş, bakışlarıyla hayat dolu Musa. Yanı başındaki ailesinden bile kendini uzakta hisseden Bilgin ile nerede olduğunu bilmediği ailesini her an yanında taşıyabilen Musa’nın dostluğu, hayatlarına bir denge getirebilecek miydi?
Çocuk edebiyatının en sevilen yazarlarından Sevim Ak, kendimizi tanımaya ve sevebilmeye olanak sağlayan sımsıcak arkadaşlıkların öyküsünü anlatıyor romanında. Bir yanda insanları yuvalarından eden savaş gerçeği, diğer yanda ailelerinden gelen beklentilerle yorgun düşen çocuklar ve nesiller arası kırgınlıklar… İhtiyaç duyulan yakınlık sohbetlerde, sorularda, dünü bugünle buluşturan hikâyelerde saklı.
*
Karın yağdığı pazar
günü, sokakta
Bilgin tabanı tırtıklı botlarıyla karı yara yara yürüyordu. Gece boyunca sessizce yağan kar, sokakları beyaz, tülsü bir örtüyle kaplamıştı. Kaygan yollar ulaşımı aksatmış, evde düzenli okunan gazetenin bırakıldığı kapı koluna asılı torba boş kalmıştı.
Anacaddedeki, apartmanlarına 200 adım uzak gazete bayisine gitmeyi çocuk kendi istemişti. “Boş durma, içsesinle sürekli adımlarını say; ağaçları, arabaları say,” diye öğüt veren babasıyla yürüdükleri, içinden bolca sayı geçen bir günden aklında 200 sayısı kalmıştı. 200 bilmem kaç küsur adımı bu sabah, bayinin yanındaki fırına bitişik kırtasiyeciye kadar sayabildi ancak.
“Karda düşmemek için küçük adımlar atınca adım sayım arttı. Adım sayısı uzunluk ölçüsü olur mu? Babamın savunduğu gibi adım uzunluğum her zaman boyumun yüzde 42’sine eşdeğer mi acaba? Bu hesap beni aşar. Bacaklarımı açıp kaya kaya yürüsem adım sayımı azaltabilirim. 200 yerine 180 adım beni buraya getirebilir.”
Kulakları çın çın çınlamaya başladı. Off… Yine kâbus çın çınlar! Konu değişsin diye tek ayağının üzerinde fır fır döndü.
“Dönen şeyleri dönen başka şeyler durdurabilir ancak. Babamın diliyle konuşursam, bu benim varsayımım. Sayı demesinler bana… Sayı dendi mi, ne baş ne de göz kalıyor bende!”
Gazete bahaneydi, aslında Bilgin sevdiği dergi Fırtına Çocuklar’ın bugün çıkacak son sayısının peşindeydi. Üç boyutlu gözlük armağanını tam zamanında, bu sayısında veriyorlardı. Geçen hafta eski gözlüğünün üstüne yanlışlıkla basmış, çatur çutur kırılışını çaresizce seyretmişti. Neyse ki, şansına dergi yetişti.
Sokaklarda in cin top oynuyordu. Soğuk beyazlık çevreye alışılmadık bir dinginlik salmıştı. Kimsenin işi, kursu veya çarşı pazarda dolanası yoktu. Mahalleliye çöken tembellik uykulara bal katmıştı. Pencereler, perdeler bir türlü açılamıyordu. Evler boşalmış, komşular başka diyarlara göçmüştü sanki!
“Film platosuna dönüşmüş sokağımız. Bir yönetmenin çıkmasını, ‘Sağdan sen gir delikanlı, yerde bir şey ararmış gibi bakın, soldan bir at arabası gelecek,’ demesini bekliyoruz. Bir çift paten bulup kaysam şimdi! Ohhh! Perdelerin gerisinden onlarca gözün beni izlediğini düşünsem ama hiçbirini görmesem…”
İçinden bir ses Bilgin’e habire, ‘Beyaz sessizlik sisinde kaybolmaya var mısın?’ diye fısıldıyordu. Basılmamış kar örtüsünde ayak izi bırakmanın keyfi kadar heyecan verici bir şey yoktu şimdi ona.
Dergiyi ve gazeteyi almış, fırının vitrininden az önce pişmiş cevizli, zeytinli ekmekleri süzüyordu. Kahvaltıdan yeni kalkmıştı ama buram buram kabarmış ekmek kokusu başını döndürdü. Soğuk hava, dumanı tüten sıcacık hamur işlerini çağırmaz mı?
Cebindeki bozuk paraları ağzının suyu akarak sayarken, sırtına inen kartopları dengesini bozdu. Birileri arkasından kurşunla tarıyordu sanki. Tak, tak, tak…
Dili damağı kurudu, kalbi hızlandı. Dizleri gevşedi, yere doğru yavaş yavaş çöktü, neye uğradığını şaşırmıştı.
Üç çocuktan biri, “1, 2, 3, 4, 5…” diye sayarak, ikincisi, “1, 3, 5, 7, 9…” diyerek, sonuncusu, “5, 4, 3, 2…” diye geri sayarak, peş peşe indirdiler topları. O arkasını dönene kadar gülüşerek kaçıştılar.
Bilgin sırtına çarpınca parçalanmamış, içi buzlu bir topu yerden aldı, “Beş,” dedi sadece. Gözleri bulanmıştı. Sayılar gözünün önünde fır dönüyordu.
“Ahmaklar! Akılları sıra beni bombaladılar. ‘Arkadan vurmak adiliktir,’ diyen de Murat, vuran da.”
Dazlak kafalı fırıncı kapıya çıktı, buruşuk gri bir bezle cama çarpan topların izlerini söylene söylene sildi. Bilgin’in dili damağı kurudu. Çekinerek buz topunu gösterdi.
“Ne vahşilik! Sizin camınızı, benim kafamı kırar bu,” dedi.
Adam topa bakmadan, “Aranızdaki hesaplaşmaları vitrinlerden uzakta yapın,” dedi, kızgın sesiyle. “Kırılsa kim ödeyecekti? Ucuz kurtulduk sabah sabah.”
“Haklısın amca ama… benim kimseyle çekişmem yok. Bizim sınıftan bunlar, yine de arkadaşım sayılmazlar. Çete kurmuşlar aralarında. Alınlarına annelerinin rujuyla şimşek çiziyorlar. ‘Korkun bizden!’ mesajı veriyorlar. Akılları sıra tiye aldılar beni.”
Adam aşırı ısınmış çaydanlık gibi poflayarak içeri girdi. Başına yün kep, eline eldiven, yüzüne çarpık bir gülüş takıp, çıktı. Kartopu izlerinin üstünden eldivenli elleriyle yeniden geçti. Suspustu Bilgin. Suçlu gibi, utangaç.
Fırıncı vitrinde duran kepeklisinden, zeytinlisine, bol tahıllısına kadar ekmek çeşitlerini gösterdi.
“Hangisinden vereyim?”
Çocuk içinden, ‘Zeytinli mi, cevizli mi?’ diye sordu. İki gün önce bol cevizli simit almıştı buradan. Tadını unutmamıştı. Avcundaki paralara bakıp cevizli ekmeği işaret etti.
Adam, “6 lira ver yeter,” dedi.
Bilgin’in gözleri ânında buğulandı. Sisler arasında kolkola girmiş sayılar yumağı dans ediyordu önünde. Gözlerini yumdu, on beş saniye kadar bekledi. Sonra umursamaz bir tavırla açtı gözlerini, elindeki bozuk paraların tümünü tezgâha bıraktı. Adam 6 lirayı sayıp ayırdı, ekmeği kesekâğıdına sardı.
Çocuğun omzundaki karları küçük vuruşlarla montundan temizlerken, “Asma suratını,” dedi. “Bizim gençliğimizde bile karla böyle eğlenirdi çocuklar. Çekingen davranayım deme haa, sakın! Ceplerini toplarla doldur, ödeşmeye bak! Yoksa zayıf, beceriksiz görür, fırsatını buldukça ezerler seni.”
Çocuk suskun dinledi. Yutkundu sadece.
İçinde fırtınalar esiyordu şimdi. Gözleri yaş içinde, evine doğru bu kez karşı kaldırımdan yürüdü. Dışarı çıkarken ayak değmemiş karda yürümenin, bir arkadaşa rastlayıp kardan heykeller dikmenin, buzda özgürce kaymanın, ağzını yağan kara tutup tanecikleri yutmanın hayalini kurmuştu. Fırıncı onu tanımadan yaptığı şu kısacık gözlemde bile ne kadar haklıydı!
Yıldızının barışmadığı bazı sınıf arkadaşları zayıf yönünü biliyor, zalimce, kabak tadı veren saldırılarda bulunuyorlardı!
Karın yağdığı pazar
günü, eve dönüş
Bilgin’in kâbusudur sayılar. Ne taklalar attı, gene de sayılarla arasını hoş edemedi!
Sayıları ikişer, üçer, beşer sayarken karıştırır. Teker teker bile hatasız sayamadığı anları aklına getirince sırtından ter iner.
Hele çarpım tablosu kara belasıdır. Elinden düşürmez, yine de eksiksiz ezberlemeyi başaramaz. Cebinde taşıdığı, lime lime olmuş tabloyu tuvalette bile okur. Hatta en güzel tuvalette ezberler.
Ah, bir de orada rahat verseler!
Okulda tuvalet sırasında kıpırdaşanları bekletmemek için acele ettiği gün, klozetin yanına düşürdüğü ıslak kâğıdı Murat bulup tahtaya asınca, yerin dibine girmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) 9+ Yaş Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıSen, Ben, Elma Ağacı
- Sayfa Sayısı224
- YazarSevim Ak
- ISBN9789750749001
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Çocuk / 2024