“Kararır gökyüzü bazen;
kasvetli bulutlar kaplar semayı.
Hayatın ritmi durağanlaşır, sohbetler bildikleşir,
içimizde birikir yalnızlık hissi.
Nasıl özleriz güneşi o zaman,
griler içinde aradığımız
bir tutam renk demeti.
Peri tozu gibi, inceden.
Gönülden yazılmış her roman,
her hikâye, her kelime
bir şemsparedir…
Güneş parçası…
Düşer omuzlarımıza,
kar tanesi gibi usulca,
yağmur gibi yıkar ruhumuzu, arındırır tozdan kirden tekdüzeliklerden…
Gurbet
Gurbet tuhaf bir kelimedir, söyler söylemez ağızda kekremsi bir tat bırakır. Dil üstünde bir katre kaya tuzu, kolay kolay erimeyen. Bir saklı burukluk, kendini hemen ele vermeyen. “Tarif et” deseler, edemezsin. Bir şey hep yarım kalır, bir nokta hep eksik. Kabataslak anlatır ama tam karşılığını bulamazsın. Bir kez telaffuz eder, bir an duraklarsın. Öyle kelimeler vardır ki, istesen bile hafife alamazsın.
Gurbet kelimesini öyle şıp diye bir başka dile çeviremezsin mesela. Farklı farklı kavramlar ve ifadelere başvurursun aynı anlamı yakalayabilmek için. Baktın ki doğrudan aktaramıyorsun, dolaylı anlatımı denersin: Anavatan, sıla, memleket, hasret, uzak, ayrılık, geçmiş… Hepsini kullanmaya kalkarsın bir ya da birkaç cümle içinde, gene de olmaz. Sabun gibi kayıverir avuçlarının arasından kelimenin mânâsı. Rüzgâra yakalanmış uçurtma gibi savruluverir. Tutamazsın.
Bir türlü kelimenin karşılığına denk gelemezsin Batı dillerinde. Uzun yıllardır göç veren, insanlarını ya ekonomik, ya politik, ya dinsel, ya duygusal sebeplerle uzaklara gönderen, sürgünlere yollayan, yokluğuna mahkûm eden toplumlarda bulursun ancak “gurbet” kelimesini. Göç almaya alışkın, gelişmiş ve müreffeh Batı toplumlarının sözlüklerinde yoktur böyle bir tını… Ne de böyle bir hüzün, böyle bir diken gramerlerinde.
Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ayrılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da.
Tam yirmi yedi senedir gurbette yaşayan bir Türk aileyle tanıştım. Kapılarını açtılar, yüreklerinin perdesini araladılar. Onlar anlattı, ben dinledim. Fotoğraflara baktık Uzun uzun. Artık üretilmeyen kartpostallar, nicedir hayatta olmayan akrabalar, bir gölgeden ibaret anılar, binlerce kez anlatılmış askerlik hatıraları, darbe sonrası memleketimden insan manzaraları…
Torunlar bizimle oturdu, çaktırmadan tebessüm ettiler duygusallığımıza. İngilizceyi su gibi, Türkçeyi aksanlı ve kırık dökük konuşan, anadillerinde hiç kitap okumayan, Türkiye’ye dair kallavi ve sabit fikirleri olan gençler… Türk asıllı Ingilizler. Dışarıda çayı porselen fincanda ve sütlü, evde ise muhakkak demli ve ince belli cam bardaklarda içenler.
“Bir gün döneriz” diyor babalan, sonra kaşlarıyla en genç oğlunu işaret ediyor: “Ama bunlar dönmez. Yazlan gidince bile yadırgıyorlar.”
Köşede oturan yaşlı dede inceliyor beni, konuşmuyor. Kulaklarının iyi işitmediğini, aklının ise bir gelip bir gittiğini söylüyorlar. İlk başlarda ne vakit söz alsam ona da sesleniyorum ama çok geçmeden ben de diğerleri gibi kanıksıyorum onun var ile yok arası sessiz tanıklığını. Bir tuhaf eşya gibi kenarda duruyor. Ben de görmez oluyorum. Çaylar, börekler ve kenarından tırtıkladığım incir tatlısının ardından ayrılmak üzereyken aniden arkamdan birisi sesleniyor. Dönüp bakıyorum ki dede. Yanına gidiyoruz, sesi boğuk bir hırıltı gibi çıkıyor.
Rahatsız ettim endişesiyle birkaç kelime geveliyorum. Ailenin gelini imdada yetişiyor. Yazar olduğumu söylüyor. “Edebiyatçı kısmı böyle meraklı olur” dercesine. Ama yaşlı adam ikna olmuşa benzemiyor, gözleri üzerimde; hatta hafif sinirleniyor bize, ne dediğini anlamadık diye. Tekrar ediyor. Ancak o zaman anlıyorum deminden beri ne dediğini: “Bana niye sormadın?”
Bana niye sormadın hikâyemi? Onlara sordun da bana niye anlattırmadın? Çantamı bırakıp yanına oturuyorum. Ona soruyorum bu sefer seneler evvel buralara nasıl geldiğini. Başlıyor anlatmaya. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyor, sesi bozuk bir gramofondan yükselen eski bir türkü gibi tanıdık, inip çıkıyor. Dinliyorum. Ne anladığımın, hatta ne konuşulduğunun bile önemi yok. Önemli olan onun anlatıyor olması. Ayrılırken bir cümleyi yakalayıveriyorum.
Dişsiz ağzından topladığım birkaç hece düşüyor önüme. îpi kopmuş tespih taneleri gibi.
“Taş yerinde ağırdır” diyor gülümseyerek. “Bizim bir ağırlığımız kalmadı bu dünyada.”
Sessizce çıkıyorum oradan. Kapanıyor kapı ardımdan.
Bir gurbet sahnesidir tanık olduğum; avuçlarımda, saçlarımda kelimeler…
***
Birbirine “Tutunamayanlar”
Erkek, kadını çoook sevdi. Ve çabuk sildi. Aşklarını da, ayrılıklarını da büyük çalkantılarla yaşamayı huy edinenlerdendi. Hikâyesini bana anlattığında ilgilenmedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı.
“Dinle” dedi. “Bir de benden işit şunu.”
Serseri ruhluydu, kolay kolay kimselere bağlanmaz tiplerden. “Önce bir hayatın cilvelerini göreyim, sonra kendimi keşfedeyim, derken bir kez de 80 günde devriâlem edeyim; valla ancak o zaman bir yuva kurmayı aklımdan geçirebilirim” derdi her zaman.
O daha bebekken leylek sürüleri beşiğinin üzerinden uçmuştu; yerinde duramaz, bir yastıkta kocayamaz, bir adrese bağlanamazdı. Ofisinin, evinin duvarlarında farklı diyarlardan getirilmiş onlarca resim ve eşya vardı. Güney Afrika’da, Kuzey Amerika’da, Uzakdoğu’da çekilmiş fotoğrafları süslerdi etrafı. Meditasyon yapmışlığı, hatta Hindistan’da bir aşramda bulunmuşluğu da vardı. Ama öyle el etek çekerek yaşamak ona göre değildi doğrusu.
Nefsi ona batmazdı. Tam tersine, nefsi ile ahbaptı.
Yapacak işleri vardı; gezilecek yerler, kazanılacak başarılar. Bunu hiç dile getirmese de başka kadınlar tanımak istiyordu, içlerinden birine “Karım” demeden evvel. Sadakat, yedi harfli bir kelimeden ibaretti onun için. Mümkün mertebe kullanmazdı. Kendini burjuva ilişkilerin üzerinde görür, başkaları için geçerli olan ölçütlerin onu zerre kadar bağlamayacağına inanırdı.
Zor adamdı. Kendince ilkeleri vardı. Siyasetten hoşlanmazdı. Yerli sanatçıların hiçbirini beğenmezdi. Kolay burun kıvırırdı. Yerli roman okumazdı. Caz dinler, Amerikan edebiyatı takip ederdi. Reklam sektörün deydi.
“Şemspare” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıŞemspare
- Sayfa Sayısı252
- YazarElif Şafak
- ISBN6050907995
- Boyutlar, Kapak13,5×19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gizemli Bir Dünya: Sinema ~ İslam Gemici
Gizemli Bir Dünya: Sinema
İslam Gemici
Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından...
- Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! ~ Erol Üyepazarcı
Korkmayınız Mister Sherlock Holmes!
Erol Üyepazarcı
Türkiye’de Polisiye Romanın 140 Yıllık Öyküsü (1881-2021) “Uzun yıllardan beri, okuduğum iki üç kitap arasına kesinlikle bir polisiye roman sokarım. Polisiye roman okuyunca günlük...
- Çınaraltı Kitap Sohbetleri ~ Dursun Gürlek
Çınaraltı Kitap Sohbetleri
Dursun Gürlek
“Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak, kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekanın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek, Harami...
Çok güzel bir kitap bendede var
Sizde alıp okumalısınız bence