Amin Maalouf, Doğu´ya, İran´a bakıyor. Ömer Hayyam´ın Rubaiyat´ının çevresinde donen ıçiçe iki öykü 1072 yalında, Hayyam ın Semerkant´ında. başlayan ve 1912´de Atlantikte bitmeyen:bir serüven… Bir elyazmasının yazılımının ve yüzlerce yıl sanra okunurken onun ve İranın.tarihinin de okunuşunun Öyküsü tarihi.;.
***
Ve şimdi gezdir gözlerini Semerkant’ın üzerinde! Değil mi ki o yeryüzünün ecesi? Alıp tüm diğer kentlerin yazgı iplerini ellerine, çıkmamış mı hepsinin üstüne o mağrur?
Edgar Allan Poe (1809–1849)
Atlas Okyanusu’nun dibinde bir kitap yatıyor. Anlatacağım, işte onun hikâyesi.
Hikâyenin sonunu belki biliyorsunuz, o devrin gazeteleri nakletmişlerdi, o tarihten sonra yayımlanan kimi eserlerde de kayda geçti: Titanic 1912 yılında Nisan’ın 14’ünü 15’ine bağlayan gece, Newfoundland açıklarında battığında kurbanların en ünlüsü bir kitaptı: İranlı şair, gökbilimci, bilge Ömer Hayyam’ın Rubaiyat‘ının mevcut tek yazma nüshası.
Bu deniz kazasından fazla söz edecek değilim. Başkaları faciayı dolar cinsinden ölçtüler zaten, cesetlerin sayımını usulünce yapıp son sözlerini zapta da geçtiler. Altı yıl sonra, aklımdan hâlâ çıkmayan tek şey, kısacık bir süre naçizane emanetçiliğini üstlendiğim, damarlarında mürekkep dolaşan o varlık. Onu doğum yeri olan Asya’dan koparıp alan ben değil miydim? Ben, yani Benjamin O. Lesage? Benim valizlerimin içinde binmedi mi Titanic gemisine? Ve onun bin yıllık seyrini kesintiye uğratan, benim çağımın kibri olmadı mı?
O günden sonra dünya her gün biraz daha kana boyandı, her gün biraz daha gölgelendi ve hayat da benim yüzüme bir daha gülmedi. Geçmişin seslerinden başka bir şey işitmeyip çocukça bir umudu besleyebilmek, ısrarlı bir hayali içimde büyütebilmek için insanlardan uzaklaştım: Onun bir gün yeniden bulunacağı hayalini. Altın mahfazası sayesinde hiç zarar görmemiş, üstelik yazgısı yeni bir Odysseia ile zenginleşmiş olarak çıkacaktı denizin gün yüzü görmeyen derinliklerinden. Parmaklar onu okşayabilecek, açabilecek, içine dalabilecekti; tutsak aldığı gözler başından geçenlerin tarihçesini derkenardan derkenara kayarak izleyecek, şairi, ilk dizelerini, ilk sarhoşluklarmı, ilk korkularını keşfedeceklerdi. Ve Haşşaşinler tarikatı. Sonra gözlerine inanamayarak, kum ve zümrüt rengi bir minyatürün karşısında çakılıp kalacaklardı.
Ne tarih var, ne imza o resimde, hayranlığı veya hayal kırıklığını yansıtan şu sözler sadece: Semerkant, Dünya’nın ezelden beri Güneş’e çevirdiği en güzel yüz.
birinci kitap
ŞAİRLER VE ÂŞIKLAR
Var mı dünyada günah işlemeyen, söyle;
Yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle .
Ömer Hayyam
I
Kimi zaman, ağır ve iç karartıcı bir günün ardından inen Semerkant akşamında, işsiz güçsüz takımı baharat çarşısının yakınındaki çifte meyhane çıkmazında volta atmaya gelirdi. Amaçları güzel kokulu Soğd şarabının tadına bakmak değil, geleni gideni kollayıp çakırkeyif olmuş bir içkiciyi yakaladıklarında tepesine çullanmaktı. Kurban, toz toprağın içinde sürüklenir, yemediği küfür kalmaz ve baştan çıkarıcı şarabın yüzündeki yalazlanmasını sonsuza dek hatırlatacak cehennem ateşlerinde yanması için beddualar edilirdi.
Rubaiyat yazması, 1072’nin yaz aylarında yaşanan böyle bir olayın sonucunda doğacaktı. O sırada Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı, Semerkant’a geleli çok olmamıştı. O akşam meyhaneye mi gidiyordu, yoksa sokaklarda aylak aylak dolaşırken yolu tesadüfen mi oraya düşmüştü? Meçhul bir şehirde, sona ermekte olan günün bin bir ayrıntısına pür dikkat kesilmiş bir halde sokakları arşınlamanın o taptaze keyfini sürüyordu: Ravent tarlası sokağında küçük bir oğlan tezgâhın birinden aşırdığı elmayı sıkı sıkı göğsüne bastırarak tabanları yağlamış kaçıyor; çuhacılar çarşısında ise yerden yüksek bir dükkânın içinde kandil ışığında yine bir tavla partisi sürüyor, zarlar atılıyor, oyunculardan biri söverken öteki kahkahalarını güçlükle bastırıyordu; urgancılar çarşısının kemerleri altında bir katırcı şadırvanın yanında durmuş, birleştirerek uzattığı avuçlarını dolduran serin suyu seyrediyordu; sonra dudaklarını uzatarak sanki uyuyan bir çocuğun alnına bir buse konduracakmış gibi eğildi; susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip, şükretti mırıldanarak, yerden bir karpuz kabuğu alıp suyla doldurdu, hayvanı da su içebilsin diye götürdü ona.
Tütsücüler meydanında hamile bir kadın yolunu kesti Hayyam’ın. Peçesi sıyrılmıştı, on beşinde ya vardı ya yoktu. Tek kelime etmeden, saf dudaklarıyla bir kez bile gülmeden, Hayyam’ın biraz önce satın aldığı ve avcunda taşıdığı kavrulmuş bademlerden bir tutam alıverdi. Hayyam hiç şaşırmadı buna, Semerkant’ın bu epey eski inancından haberi vardı: Hamile bir kadın sokakta hoşuna giden bir yabancıyla karşılaşırsa hiç çekinmeden onun yemeğini paylaşmalıydı; o zaman çocuk o yabancı kadar güzel, onun gibi ince uzun olur; aynı soylu ve düzgün yüz hatlarını alırdı.
Ömer, uzaklaşıp giden meçhul kadının ardından bakarken, avcunda kalan bademleri gururla çiğniyordu ağır ağır. Bir uğultu çarptı kulaklarına, adımlarını hızlandırdı. Zincirlerinden boşanmış bir kalabalığın ortasında buldu kendini bir müddet sonra. Upuzun kolları ve bacaklarıyla iskeleti andıran bir ihtiyar yere serilmişti bile; başı açıktı, darmadağınık beyaz saçlarının arasından meşini andıran kafa derisi gözüküyordu. Öfke ve korkuyla attığı çığlıklar biteviye uzayan bir hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yalvardı yeni gelene.
Zavallı adamın çevresinde, tehditkâr sakalları, intikamcı sopaları ile yirmi kadar adam toplanmış, çevrelerini de arada biraz mesafe bırakan keyifli bir seyirci halkası sarmıştı. İçlerinden biri Hayyam’ın allak bullak olmuş yüzünü görünce, içini rahatlatmak ister gibi, “Bir şey yok canım, alt tarafı Uzun Cabir işte!” dedi. Ömer yerinden sıçrayıverdi, bir utanç düğümlendi boğazında, mırıldandı: “Cabir, Ebu Ali’nin arkadaşı!”
Çok sık rastlanan, sıradan bir addı aslında Ebu Ali. Ama bu ad Buhara, Kordoba, Belh veya Bağdat’ta, okumuş yazmış bir adamın dudaklarından böyle saygıyla karışık bir aşinalıkla döküldüğünde, kimin kastedildiği konusunda hiçbir kuşkuya yer kalmazdı: Batı’da Avicenna ismiyle meşhur, Ebu Ali Ibn Sına. Ömer onunla hiç karşılaşmamış, o öldükten on bir yıl sonra doğmuştu; ama kendi neslinin tartışmasız hocası, tüm ilimlerin sahibi, Aklın havarisi olarak büyük bir saygı beslerdi ona.
Hayyam yeniden mırıldandı: “Cabir, Ebu Ali’nin en gözde öğrencisi!” Adamı ilk kez görse de, onun acıklı ve ibret verici yazgısının her satırını biliyordu. İbn Sina tıp ve kelam ilimlerinde onu kendi devamcısı olarak görüyor, ispatlarının gücüne hayranlık duyuyordu; eleştirdiği tek nokta, fikirlerini fazla yüksek sesle ve çok dobra dobra açıklamasıydı. Cabir, bu kusuru yüzünden birçok kez hapse atılmış ve üç kez de meydan dayağına çekilmişti; bunların sonuncusunda, Semerkant’ın Büyük Meydan’ında öküz sinirinden yapılmış kamçı, tüm yakınlarının huzurunda, tam yüz elli kez inmişti bedenine. Bu aşağılayıcı cezanın ardından bir daha kendini toparlayamamıştı. Gözü karalığı ne zaman meczupluğa dönmüştü acaba? Kuşkusuz karısı öldüğünde. Artık üstü başı lime lime, ayakları birbirine dolaşarak ve küfürler ederek, zındıkça zırvalar haykırarak arşınlıyordu sokakları. Kahkahalarla el çırpan çocuk sürüleri peşini bırakmıyor, attıkları sivri taşlarla yaralıyorlardı onu, bazen gözlerinden yaşlar akacak kadar çok yanıyordu canı.
Ömer sahneyi izlerken düşünmeden edemedi: “Dikkat etmezsem, ben de böyle tükenip enkaza döneceğim.” Ayyaşlıktan korkmuyordu, kendini kolay kolay kaptırıp koyvermeyeceğini bilirdi çünkü, şarapla aralarında karşılıklı bir saygı oluşmuştu, ne şarap onu yere serer, ne o şarabı döküp saçardı yerlere. Asıl çekindiği kalabalıklardı, kalabalıkların içindeki özsaygı duvarını yıkmasıydı… Bu çökmüş, yere serilip etrafı kuşatılmış adamı seyrettikçe kendini tehdit altında hissediyor, yolunu çevirip oradan uzaklaşmak istiyordu. Ama ibn Sina’nm bir yakınını da bu güruhun insafına terk edemeyeceğini biliyordu. Ağır ve oturaklı üç adım attı, son derece rahat bir tavır takınıp hâkim bir el hareketinin eşlik ettiği tok ve kararlı bir sesle:
-Bırakın şu zavallıyı gitsin, dedi.
Çetenin başını çeken adam o sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafım karşısındakine dönüp bir hüküm açıklar gibi konuştu:
-Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!
Bu son kelime ağzından beddua okur gibi, tükürürcesine çıkmıştı.
-Biz Semerkant’ta hiçbir feylesof istemiyoruz artık!
Kalabalıktan onu onaylayan bir uğultu yükseldi. Bu insanların gözünde “filozof” lafı, Yunanların dindışı ilimleriyle ve daha genel anlamda da din ya da edebiyat alanına girmeyen her şeyle fazla yakından ilgilenen herkesi ifade ediyordu. Ömer Hayyam da genç yaşma rağmen şimdiden önde gelen feylesof lardan biri ve şu zavallı Cabir’den de çok daha büyük bir avdı.
Façalı Surat onu tanımamıştı herhalde, çünkü Hayyam’ı bırakıp yeniden ihtiyarın üzerine eğildi; sesi soluğu kesilen Cabir’i saçlarından yakaladı, başını üç dört kez sarstı, sanki en yakındaki duvara vurup parçalamak istiyormuş gibi yaptı, sonra birdenbire bıraktı. Çok hoyratça davransa da yine de temkinliydi; kararlılık gösterisini cinayete dek vardırmayı göze alamıyor gibiydi. Hayyam da tam bu ânı kollayıp yeniden araya girdi.
-Bırak şu ihtiyarı, dul bir adam o, hasta, meczup, görmüyor musun, dudaklarını bile zor kımıldatıyor.
Elebaşı bir sıçrayışta doğruldu, Hayyam’m üstüne yürüdü, işaretparmağmı neredeyse sakalının içine kadar soktu:
-Madem bu kadar iyi tanıyorsun onu, söyle bakalım sen kimsin? Semerkantlı değilsin! Seni bu şehirde daha önce hiç görmemiştik!
Ömer karşısındakinin elini tepeden bakan, ama sertlikten de sakınan bir hareketle kendisinden uzaklaştırdı; adamın saygısında gedik açıp kavgaya çanak tutmak istemiyordu. Adam bir adım gerilese de sorusunda ısrar etti:
-Adın ne yabancı?
Hayyam duraksadı, kimliğini açıklamak istemedi, sığınacak bir yer aradı, gözlerini ince bir bulutun hilalin üzerini örttüğü göğe kaldırdı. Bir an sessizlik, bir iç çekişi. Kendini bu temaşaya kaptırıp unutmak her şeyi, yıldızların adlarını saymak teker teker, kalabalıklardan uzakta, güvende olmak!
Güruh çevresini sarmıştı bile, bazı eller üzerine sürtünmeye başladı, kendini toparladı.
Adım Ömer, Nişapurlu İbrahim’in oğluyum. Peki, sen kimsin?
Soru havada kaldı, adamın kendini tanıtmaya hiç niyeti yoktu. O kendi şehrindeydi ve soruları o soracaktı. Daha sonraları Ömer lakabını öğrenecekti onun: Façalı Suratlı Softa diye nam salacak, elinde sopası, ağzında Kuran’dan ayetler ve hadislerle Semerkant’ı tir tir titretecekti. Şimdilik nüfuz alanı, çevresini saran ve ağzından çıkan her söze, her hareketine dikkat kesilen şu gençlerle sınırlıydı.
Gözleri parladı birden. Çömezlerine doğru döndü. Sonra muzaffer bir edayla kalabalığı süzdü. Haykırdı:
-Hay Allah, Nişapurlu İbrahim Hayyam’ın oğlu Ömer’i diyarının nasıl oldu da tanıyamadım? Horasan’ın yıldızı, İran’ın ve iki Irak’ın* dehası, feylosofların şahı Ömer!
Sözde yerlere kadar eğilip alaylı alaylı selamladı onu, parmaklarıyla kanat çırptı sanki, sarığının iki yanında ve etrafına toplanmış aylakları kahkahadan kırıp geçirdi bu hareketleri.
-Bir dindarlık ve iman örneği sayılabilecek şu rubainin yazarını nasıl oldu da tanıyamadım:
Şarap testimi kırdın Allah’ım
Zevk yollarımı bağladın Allah’ını
Yere saçtın lal rengi şarabımı
Tövbeler tövbesi, yoksa sen sarhoş musun Allah’ım?
Hayyam öfke ve kaygıyla dinledi. Böyle bir kışkırtma oracıkta cinayete davetiye çıkarmak demekti. Kalabalıktan hiç kimse bu kışkırtmaya alet olmasın diye, bir an bile yitirmeden yüksek ve berrak bir sesle cevabını patlattı:
-Ben bu rubaiyi ilk kez senin ağzından duyuyorum. Ama bak, şunu ben yazdım gerçekten:
Hiç, bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç,
Bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine dünyanın,
Onlardan değilsen şayet kâfir derler adama
Boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna.
Ömer’in “bak da gör” derken küçümseyici bir el hareketiyle hasımlarını işaret etmesi hataydı. Uzanan eller giysisini yakalayıp çekiştirmeye başladı, üstü başı yırtılıyordu. Sendeledi. Sırtı önce arkasındaki bir dize çarptı, sonra da yerdeki düz döşeme taşlarına yapıştı. Saldırıya geçen kalabalığın altında ezilirken ellerinden kurtulmak için çırpınmaya kalkışmadı, giysilerinin parçalanmasına ve bedeninin lime lime edilmesine boyun eğecekti tevekkülle, gırtlağının kesilmesini bekleyen kurbanın o gevşek uyuşukluğuna bırakmıştı bile kendini, hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyordu, kendi içine kapanmış, surlarını bulutlara dek yükseltip kapılarını sıkı sıkı örtmüştü.
Kurban törenini durduran on silahlı adamı da nereden çıktığı bilinmeyen davetsiz misafirler gibi seyretti. Keçe külahlarının üzerine ahdâs’ın, Semerkant şehir milisinin soluk yeşil alametlerini takmışlardı. Saldırganlar onları görür görmez Hayyam’dan uzaklaştılar; ama davranışlarını haklı çıkarmak için, kalabalığı da tanık göstererek haykırmaya başladılar:
-Simyacı! Simyacı!
Yetkililerin gözünde feylesofluk suç değildi, ama simya ile uğraşmak idam cezasını bile gerektirebilirdi.
-Simyacı! Bu yabancı, bir simyacı!
Ama devriye komutanının tartışmaya hiç niyeti yoktu.
-Eğer bu adam gerçekten simyacıysa, diye hükmünü açıkladı, o zaman onu Kadı Ebu Tahir’e götürmek gerek.
Herkesin unuttuğu Uzun Cabir sürüne sürüne en yakındaki meyhaneye varıp, bir daha asla dışarıda bela aramayacağına ant içerek, kapıdan içeri süzülürken Ömer de kimseden yardım almadan ayağa kalkmayı başarmıştı. Dimdik ve sessizce yürüdü; etrafındakileri hiçe sayan o asık yüzü, paramparça olmuş giysilerinin ve kan içindeki çehresinin üstünü, edebini koruyan bir peçe gibi örtüyordu sanki. Önünde yürüyen meşaleli milisler yol açıyorlardı. Arkasından saldırganlar, onların ardından da aylak takımı geliyordu.
Ömer onları görmüyor, işitmiyordu. Ona göre sokaklar ıssız, Dünya gürültüsüz, gökyüzü bulutsuz ve Semerkant da birkaç gün önce keşfettiği o rüyalar diyarıydı hâlâ.
Üç haftalık bir yoldan şehre gelmiş ve hiç dinlenmeden, geçmiş zaman seyyahlarının öğütlerini adım adım takip etmeye karar vermişti. Kuhandiz’in, eski kalenin taraçasına çıkın, diyorlardı, bakışlarınızı göz alabildiğine çevrenizde dolaştırın, sulardan ve yeşillikten, çiçek tarhlarından ve en zevkli bahçıvanlar tarafından öküz, fil, dizüstü çökmüş deve, karşı karşıya duran, birbirlerinin üzerine sıçramaya hazır panterler gibi şekiller verilerek budanmış servi ağaçlarından başka bir şey göremezsiniz. Gerçekten de Ömer’in gözüne surların içinde bile, batıdaki Manastır kapısından Çin kapısına varıncaya kadar, sık meyve bahçelerinden ve şırıl şırıl akan sulardan başka bir şey çarpmamıştı. Bir de şurada burada upuzun boyuyla tuğla bir minare, sanki gölgelerin içinden oyulup çıkarılmış bir kubbe, bir cihannümanın ak pak duvarı. Ve salkım söğütlerin kuytusundaki bir su birikintisinin kenarında, saçlarını kavurucu rüzgârın altına serip kurumaya bırakmış, çırılçıplak yıkanan bir kadın.
Çok daha sonraları Rubaiyat yazmasını minyatürlerle süslemeye girişen, adı belirsiz nakkaşın da canlandırmaya çalıştığı böyle bir cennet görüntüsü değil miydi? Semerkant’ın kadılar kadısı Ebu Tahir’in ikamet ettiği Asfizar mahallesine götürülürken, Ömer’in aklından çıkmayan görüntü de bu değil miydi? İçinden yineleyip duruyordu: “Benim yıkanan kadınım sadece bir serap olsa da… Gerçeğin asıl yüzü o Façalı Surat olsa da… Bu serin gece ömrümün son gecesi olsa da… Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”
II
Kadı’nın geniş divanında, uzaktaki şamdanlardan vuran ışıkta Hayyam’m teni fildişine dönmüştü. İçeri girer girmez yaşları ilerlemiş iki milis, sanki tehlikeli bir deliymiş gibi onu omuzlarından sıkı sıkı kavradılar. Kapının yanında bu halde beklemeye başladı.
Salonun öteki ucunda oturan Kadı onu fark etmedi önce, bir davayı halletmek üzereydi, davacılarla tartışıyor, birini ikna etmeye uğraşırken ötekini de paylıyordu. Çok eskiye uzanan bir komşu kavgasıydı anlaşılan, temcit pilavı gibi yinelenen hınçlar, saçma sapan ayrıntılar… Sonunda Ebu Tahir bıkkınlığını gürültülü bir biçimde dile getirdi, iki aile reisine oracıkta, kendi önünde sanki aralarında hiçbir ihtilaf yaşanmamış gibi kucaklaşmalarını emretti. İçlerinden biri bir adım attı, ama öteki, dar alınlı bir yarma karara karşı koyuyordu. Kadı ona var gücüyle öyle bir şamar aşk etti ki davayı izleyenlerin dizlerinin bağı çözüldü. Çam yarması yüzüne tokat atabilmek için ayak uçlarına basıp yükselmek zorunda kalmış bu topaç gibi, bodur ve şişman, öfkeli adama dikti gözünü bir an, sonra başını eğdi, yanağını ovuşturdu ve karara uydu.
Ebu Tahir herkesi dışarı çıkardıktan sonra, milislere yaklaşmalarını işaret etti. Milisler rapor verdiler, birkaç soruyu yanıtladılar, sokaklarda böyle bir kalabalık birikmesine nasıl olup da göz yumduklarını açıklamaya uğraştılar. Sonra söz sırası Façalı Surat’a geldi. Davranışını haklı gösterebilmek için, onu uzun süredir tanıdığı anlaşılan kadıya doğru eğildi ve heyecan…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Doğu Klasikleri Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi Roman
- Kitap AdıSemerkant
- Sayfa Sayısı320
- YazarAmin Maalouf
- ÇevirmenAli Berktay
- ISBN9789750810039
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2012-1
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çıplak Babalar ~ Margit Schreiner
Çıplak Babalar
Margit Schreiner
Kızın babaya olan sevgisinin dokunaklı öyküsü “Çıplak Babalar”da, orta yaşlarındaki anlatıcı çocukluk yıllarıyla bugünü arasında usulca salınarak bilincin sınırlarında geziniyor...
- Incarceron ~ Catherine Fisher
Incarceron
Catherine Fisher
BU HAPİSHANE CANLI… Bir hapishane hayal edin: Öyle büyük ki içinde hücreler ve koridorlar, ormanlar, şehirler ve denizler var. Bir mahkûm hayal edin: Belleği...
- İntihar Cinayet ~ Keith Ablow
İntihar Cinayet
Keith Ablow
Ümitsiz bir adam… Tek kurşun… CİNAYET mi İNTİHAR mı? Deneysel bir beyin ameliyatına girmeden bir saat önce, bilim adamı John Snow, Massachusettss Hastanesi’nin dışında...