Bir ulusun doğmasını engelleyen suikast,
o suikaste uğramasa lider olacak bir asker,
gerçekleşmesi Ölüm’e bağlı bir aşk…
“Fikriye’nin bedenine girmiş ölümün yanına uzandım, ona sarılıp gün boyu bekledim. Sigara içtim bekledim. Tuvalete gidip geldim bekledim. Yeterince beklersem ölüm bedeninden çıkar, Fikriye uyanır diye bekledim. Beklemek beni onun babası yaptı, oğlu yaptı, ölüm benim bekleyişimden dev bir heykel yaptı, ben o heykelin tepesine konan kuş oldum yine bekledim. Asırlar beklemekle geçti, derken bekleyiş de geçti, cümleler büsbütün anlamsızlaşıp anlam kendisini bir kız için vurdu ve ben anladım: Bekleye bekleye onu geri getiremeyecektim.”
***
Kadın
Bir ada vardı.
“Adayı hatırlıyorsundur…” diyor babam, gül kökünden piposunu güverteyi yalayan poyrazda yakmaya çalışırken zorlanarak: “Ben ölmeden her hafta gelirdik. O fena şeyler yaşanmadan. Ada senin çocukluğunun güzel, kaygısız zamanlarının geçtiği yer. Tığ örgüsü elbisenle sahilde koşturman gözlerimin önünde. Sonra kardeşinin yakaladığı çingene kelebekleri ve geç saatlere kadar süren oyunlarınız… İnşallah oraya gitmek şimdi seni tedirgin etmiyordur.”
Tedirgin etmek mi? Ne hissettiğimi bilse, bu lafın bir ölünün ağzında bile tuhaf durduğunu anlar.
“Tedirginlik”, hislerime göre fazla sakin bir sözcük. Ona belki “adadan sağ çıkamayacağıma dair bir önsezi” denebilir; ya da “yola çıkmadan o kadar ilaç yutmama rağmen, sinsi bir sıkıntı”. İkisi de babamın sözlerinden daha doğru.
Yine de kızamıyorum: Ne de olsa bir ölü. Üstelik yirmi dört yıldır toprağın altında duran birine göre fena görünmüyor. Ölmesine neden olan darbe kafatasını kırmış, başın sağ tarafını hiyeroglife çeviren çöküntüye yol açmış. Sağlığında kartal gibi bakan gözlerinden biri aynı darbeyle fırlamış, gözün olması gereken yerde bir kanlı katman. Ama bozulmuş simetrisine rağmen, yine de yakışıklı. Özellikle sağlam taraftaki çıkık elmacıkkemikleri ve çelik mavisi göz, bir zamanlar ne çekici bir adam olduğunu ele veriyor.
Pipoyu yakmayı başarıyor ve poyraza karşı kazandığı zaferin haklı gururuyla gülümsüyor: “Ne hissettiğini biliyorum. Şu anda oraya gitmemek için her şeyi verirdin. Bir üçüncü sayfa haberine bile razı olurdun. Keşke arasalar da bu işi bırakıp, kendisiyle beraber karısını ve üç çocuğunu havaya uçurmaya kalkan tüpçüyü araştırsan, değil mi? Ama kader böyle bir şey değil Latife. Kader, binlerce görünmez ipliğin oluşturduğu, akıl sır ermez bir ağ. Ağı görmezden gelebilirsin ama ondan kurtulamazsın”
Gevezeliği canımı sıkmıyor. Hatta şu hayat kavşağında çene çalacak birinin olmasından memnunum. Öldüğünden beri çok değişti babam, üzerine bir konuşkanlık geldi. Oysa annem onun ketumluğundan şikâyetçiydi “Bu adamın ağzından laf almak, deveye hendek atlatmaktan zor.”
“Beni dinliyor musun?” diyor, yanıyor mu diye piposunu kontrol ederek.
“Evet. Ağı görmezden gelebilirsin ama ondan kurtulamazsın.”
“Aferin. Yaşlandıkça büyük sözü dinlemeye başladın. İnsanoğlu böyledir işte. Öz kızın bile olsa. sen hayalete dönüşmedikçe ne dediğini dinlemezler.”
Vapur olduğunu bilmeyen vapur, yaralı bir hayvanı andıran sesler çıkararak ilerliyor. Daha fazla konuşmasın diye babama sırtımı dönüp kulaklıkları takıyorum. Düğmeye basmamla beynimi çello sesi dolduruyor. Jacqueline du Pré’nin genç yaşta toprak olmuş elleri Schubert’in piyanosuna eşlik ederken, evleri, saat kulesi ve kızılçam ormanlarıyla gittikçe yaklaşan ada gerçeklik kazanıyor. Ona bakıyor ve içimden tekrarlıyorum: “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hayır, hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Yanılıyor babam: Aslında kader falan yok. Burada olmayı kendim istedim. Beni bu vapura bindirip şu kara parçasıyla karşı karşıya getiren silsileyi başlatan, üç kuruşluk hayatta kalma hırsımdan başka bir şey değil. Üstelik istesem her an vazgeçebilirim. Kimsenin sallamadığı bir amaç uğruna kendimi komik duruma düşürüyorum. Koridorda arkamdan güldüklerini ve kahve makinesinin önünde dedikodumu yaptıklarını gayet iyi biliyorum. Sayfa sekreterlerinin zararsız bir deliymişim gibi bakmasına artık alıştım. Alışamadığım, amacıma sadık kalmakta gösterdiğim inat.
Yakında otuz beşime basacağım. Kadının kendisini kandırmaktan vazgeçmesi gereken yaş. Hele yıllardan acı ve pişmanlık dışında bir şey alamamışsanız, en azından dürüst olmakta fayda var. Gerçek şu ki, tükenmiş bir insanım. Kocam ve oğlum ölmeden, onları uçağa bindirdiğim an bitmiştim. Rüyamda ikisini bu adanın sahilinde, meçhul bir şeyi beklerken gördüğümde. Aynı rüyayı halâ ara sıra görüyorum. İskeleye benzeyen bir şeyin önünde durmuş, başkente bakıyorlar. Ne bekliyorlar? Onları yutan denizin kabarıp hepimizi içine çekmesini mi? Sırtları niye dönük? Neden bana bakmıyorlar? Ben yokken de böyle sessizler mi? Tek başıma ne yaptığımı merak etmiyorlar mı?
“Onların seni merak etmesine gerek olmadığını biliyorsun” diyor babam, dişlerinin arasındaki pipo yüzünden heceleri yuvarlayarak: “Onlar için senin yaşayacağın her şey sadece evrendeki bir an. Saatteki kum tanesi. Bir çocuğun uykusunda aldığı nefes. Seni tekrar gördüklerinde hiç ayrılmamışsınız gibi davranacaklar ve bu sefer de sen burada yıllarca acı çekerken özlemediklerini düşünerek güceneceksin. Ama bunun için zaman var.”
“Niye? İstersem şimdi kendimi denize atarım ve mesele kalmaz. Boğulup giderim.”
“Onlar öldüğünden beri ilk defa mı vapura biniyorsun Latife? İlk kez mi sulara bakıp kendini atmayı düşünüyorsun? Bugüne kadar yapmadığını niye şimdi yapacakmışsın? Hele amacına bu kadar yaklaşmışken.. Ne kadar saçma.”
İnsanın bir babasının olmasından daha fena bir şey varsa, o da aynı babanın ölü ve düşüncelerinizi okuyabilen biri olmasıdır. Her söyleyeceğimi önceden bilmesi muhabbetimizi içinden çıkılmaz bir hale sokuyor. Daha söze başlarken nasıl bitireceğinizi bilen bir mahlukla konuşmadıysanız, dilerim bu hiçbir zaman başınıza gelmez, çünkü babanız bile olsa bir yerde insanın sabrı taşıyor.
“Sabrının taştığını düşünüyorsun. İnşallah boşboğazlık etmemişimdir.”
“Hayır. Sadece biraz kafamı toparlamaya ihtiyacım var. Birazdan adada olacağım ve işe nereden başlayacağımı bile bilmiyorum.”
“O zaman seni yalnız bırakayım.” Piposunu güvertenin küpeştesine vurarak denize silkiyor: “Ama son bir şey söylememe müsaade et.”
“Etmesem söylemeyecek misin sanki?”
“Seni buraya kadar getiren, Atilla’nın şarkıları olduğuna göre, bundan sonrasında da pekâlâ yardımcı olabilirler. İçinden çıkamadığın bir durum olduğunda şarkıları
hatırla. Biri yol gösterecektir.”
“O şarkıları sevmediğini sanıyordum.”
“Sevmiyorum. Hatta bana sorarsan müzik demeye bin şahit ister. Ama takdir edersin ki senin hikâyende şarkı olmaktan çıkıp birer mecaza dönüşüyorlar. Bu yüzden dinlemek zorundasın.”
*
Erkek
Bir kadın vardı.
İlk gördüğümde hayatımın, daha doğrusu hayat dediğiniz şu küflü zincirin kırılacağını hissettim.
Doğumumdan kırk iki, Paşa’nın mektuplarının bana gelip hayatımı değiştirmesinden on beş yıl sonraydı. Faytondan inmiş, şaşkın şaşkın bakınıyordu. Koyu yeşil bir anorak, kareli oduncu gömleği ve kot pantolon. Eski moda güneş gözlüğü takmış, kumral saçını topuz yapmıştı Güzel olduğunu söyleyemem; eğer hayatım boyunca tanıdığım kadınlarla kıyaslarsam. Ama bir şekilde Fikriye’ye benziyordu. Aynı onun belleğimdeki resmi gibi, öyle esaslı bir hüzün yayıyordu ki, kızılçamların gölgesine gizlenmiş olmama rağmen beni buldu, içime işledi.
Boktan bir CV’ye sahibim. Benimkinin yanında Elvis’in geçmişi okul-aile birliği toplantısı gibi kalır. Aslında anlatmak istediğimden emin değilim. Sadece Latife’nin, bunca yıldır saklandığım adaya ipi kopmuş uçurtma gibi gelişinden ve sonrasından bahsetmek istiyorum. Ama çırpınırken hayatımın bir parçasına dönüştü ve onu maziyi eşelemeden anlatmanın yolunu bulabileceğimi sanmam. Biliyorum; Fikriye’ye benzediğini fark edince kaçmam lazımdı. Mağarama dönmeli ve duvarlarını kanımla ördüğüm hayat müsveddesini sürdürmeliydim. Ama onun yerine birkaç dakika bekledim ve arkasından otele girdim. Despina’dan almam gereken ilaçlar vardı.
“Latife adında bir kadın…” dedi Despina, şaşkınlığını gizlemeye gerek duymadan: “Ne zamandır otelde kalanlarla ilgileniyorsun sen?”
“Kimseyle ilgilendiğim yok. Dün gece zor geçti. İlaç almam lazım. Ayrıca şu müziği kapat.”
Despina beni çocukluğundan beri tanıyordu. Kim olduğumu bilmek, yalnızca ona ve ailesine bahşettiğim ayrıcalıktı. Ruhunuzu dünyanın geri kalanından ayırıp bir mağaraya sığdırsanız bile bedenin ihtiyaçları bitmek bilmiyordu. Bu yüzden arkadaşlara ihtiyaç vardı. Kim olduğunuzu bilen, kim olduklarını bildiğiniz, ilaç ya da battaniye verecek dostlara. Benim dostlarım da Despina ve ailesiydi. Ayrıca, haklıydı kız: Ona otelde kalan birini ilk kez soruyordum.
“Bir gazeteci…” Çekmeceden çıkardığı küçük, kahverengi ilaç şişesini tam ortamıza koydu: “Üstelik kimliğini saklayabileceğini sanıyor. Adliye muhabirliği yapıyor. İstersen en kısa zamanda uzamasını sağlayabilirim.”
Despina artık Allah’ın unuttuğu bu adada kendi kendine seksek oynayan küçük kız değildi. Mavi kâkülleri, özenle inceltilmiş kaşları vardı ve yüz hatlarındaki çocuksulukla çelişen, sırtlanımsı bir gülüş edinmişti. Mesai saatlerinde beyaz gömlekle kırmızı kareli etekten oluşan üniforma, beyaz ayakkabılar giyerdi. Suç ortağına bakar gibi bakardı. Dudağının ucunda gülümsemeyi andıran, çılgın bir kıvrımla.
“Ne diyorsun Atilla? Sepetleyeyim mi?”
Oda anahtarlarını astığı dolabın yanındaki aynaya ne zaman baksam, bir yabancı görürdüm. Saçı sakalına karışmış bir herif deli gözleriyle bakardı. Düşman olduğunu bilirdim, canımı er geç alacağının farkındaydım ama korkmazdım. Birbirimize alışmıştık. İlk gördüğümdeki kadar hayret etmiyordum ama o bana aynı dehşetle bakıyordu; adadaki ilk yıllarımda avladığım tavşanları hatırlatarak. O zamanlar arkadaşım yoktu; Despina’nın ailesiyle tanışmamıştım. Kimseye görünmemek için mağaradan güneş batınca çıkar, açlıktan gebermemi önleyecek şeyler arardım. Tavşan yakalamakta ustalaşmıştım. Garibanlar gözlerine fener tutuldu mu kilitlendikleri için en basiretsiz avcının karşısında bile savunmasızdılar. Canlarını almadan önce onun gibi bakarlardı, asla anlayamayacakları bir gerçeği anlamaya çalışarak.
Bunu hatırlayınca içim aynadaki düşmana karşı merhametle doldu. Onun da korkuyor olabileceğini düşündüm. Göremediği ama var olduğunu bildiği bir şeylerden. Bizi buluşturan da paylaştığımız bu korkuydu. İnsan kendini tanımak istiyorsa, er ya da geç düşmanına bakmalı.
Elime yumuşak bir şey değince irkildim: Despina gülümsüyordu. Küçük ve pürüzsüz elleri nasırlı parmaklarımın üzerindeydi. Galiba mandalina kokuyordu. Aynadaki adam gibi, ben de korkuyordum: Despina içimde erkeksi bir şeyin kıpırdamasına yol açıyordu ve böyle bir gücü olduğunun belki de farkındaydı: “Emin misin? Ne de olsa gazeteci gazetecidir. Üstelik mesleğini saklamaya çalıştığına göre, niyeti kim bilir ne…”
“Bırak ne yapacaksa yapsın. Onlardan birine benzemiyor. Onların kokusunu bir kilometreden alırım ben.
“Öyle olsun…” Elini, elimden çekip hâlâ tam ortamızda duran ilaç şişesine götürdü: “Peki, ne oldu dün gece?”
“Aynı şey. Göğsümün üzerinde bir ağırlık… Bu seferki biraz daha uzun sürdü.”
“Ne kadar?”
“Sabaha kadar.”
“Niye daha erken gelmedin be adam?”
“İşlerim vardı.”
Dudaklarını büzdü ve yukarı doğru, mavi kâkülleri havalandıracak şekilde üfledi. Düşünürken böyle yapardı. Saç telleri havada birkaç saniye titreştikten sonra tekrar alnına döküldüler: “Bence artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor.”
Her zamanki gibi yanıtladım: “Hayır. Hiçbir şeyin değişmesi gerekmiyor.”
“Sen bilirsin delikanlı. Ama haberin olsun, böyle giderse o mağara seni öldürecek.”
“Asıl mağara sayesinde bunca yıldır hayattayım” demek geldi içimden ama Despina’nın enerjisiyle aşık atacak halim yoktu, vazgeçtim. Şişeyi cebime koydum, hem Despina’nın hem de aynadaki adamın bakışlarını sırtımda hissederek kapıya yürüdüm. Çıktığımda sonbahar güneşi gözlerimi aldı. Osmanlı’nın yüzlerce yıllık başkenti İstanbul’un gökdelenleri, denizin öte yanında gulyabanilere benziyordu. Cebimdeki ilaç şişesini parmağımla yokladım ve korkacak bir şey olmadığını, her şeyin yolunda gittiğini içimden tekrarlayarak ormana doğru ilerledim.
Bunca yıl sonra hâlâ peşimde olamazlardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSelanik'te Sonbahar
- Sayfa Sayısı288
- YazarTuna Kiremitçi
- ISBN6050901306
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mahallenin Çocukları ~ İsmet Aci
Mahallenin Çocukları
İsmet Aci
Bir gün üç arkadaş, köyün içinden akıp giden dereye yüzmeye gittik. O kadar balık vardı ki, balıklarla birlikte yüzdük… Biz oyun oynarken evden koşarak...
- İki Cihanın Bekçisi ~ Nermin Berrak Yurdakul
İki Cihanın Bekçisi
Nermin Berrak Yurdakul
“Benim efendim iki cihanın bekçisidir; kâh o âlemde kâh bu âlemde dolanır. Dilediği vakit dilediği kılığa girendir o; kâh hancı kâh yolcu olarak görünür.”...
- Rüzgâra Dokunmak ~ K. Kübra Berk
Rüzgâra Dokunmak
K. Kübra Berk
Siz her şeyi geride bıraktığınızı düşünmenize rağmen, geçmişin izlerinden kaçmak ne kadar mümkün? Rüzgâr Ulu, asistan doktor olarak çalıştığı hastanede sıradan bir hayat süren...