Bütün savaşlarda hep aynı şey olur; askerler savaşır, gazeteciler şamata koparır; o milliyetçi nutuklar atanların hiçbiri kısacık propaganda gezileri dışında cephedeki siperlerin yanından bile geçmez.Selam Olsun Katalonya’ya, 1936 yılından beri yazdığı her satırı demokratik sosyalist düşüncesi için yazdığını söyleyen George Orwell’in İspanya İçsavaşı’nda bir milis olarak çarpışma deneyimlerini anlattığı bir tanıklık.Savaşa dair izlenimlerini bir gazete için kaleme alma düşüncesiyle 1936 sonunda Barcelona’ya gelen Orwell, General Franco’nun zulmüne karşı bir araya gelen İspanyolların ve dünya vatandaşlarının arasına katılır. Cumhuriyetçilerin yanında Aragón Cephesi’nde savaşır, Barcelona’da mayıs olaylarına bizzat şahit olur ve Huesca’da yaralanana kadar siperlerden ayrılmaz.1984’te ve Hayvan Çiftliği’nde totaliter rejimlerin ve tek adamların çorak dünyasını hikâye eden Orwell, vicdanının, entelektüel ve siyasi düşüncesinin şekillendiği bir dönemi anlatıyor. Selam Olsun Katalonya’ya, 20. yüzyılın seyrini değiştirmiş olsa da neredeyse tamamen unutulmuş bir savaşa ve modern siyasete dair eşi olmayan bir belge.
BİRİNCİ BÖLÜM
Milis güçlerine katılmamdan bir gün önce, Barcelona’daki Lenin Kışlası’nda subay masasının önünde dikilen bir İtalyan milis görmüştüm. Kızıla çalan sarı saçlı, güçlü kuvvetli, yirmi beş-yirmi altı yaşlarında bıçkın bir delikanlıydı. Siperli deri kasketini bir gözünün üstüne indirmişti. Onu yandan görüyordum, çenesini göğsüne yaslamış, subaylardan birinin masaya serdiği haritaya somurtarak bakıyordu, kafası karışmış gibiydi. Yüzünde beni derinden etkileyen bir şey vardı. Arkadaşı için cinayet işleyebilecek ve hayatını feda edebilecek bir adamın yüzüydü – büyük bir olasılıkla komünistti, ama bir anarşistte görmeyi bekleyeceğiniz bir yüzdü. Hem içtenlik hem de gaddarlık vardı bu yüzde; aynı zamanda da cahil insanların kendilerinden üstün saydıkları kişilere duydukları o hazin saygı. Belli ki, haritadan hiçbir şey anlamıyordu; belli ki, harita okumayı müthiş bir düşünsel uğraş olarak görüyordu. Nedendir pek bilemiyorum, ama kanımın çabucak ısındığı birilerine –yani herhangi birine– çok sık rastladığım söylenemez. Masanın çevresinde konuşurlarken biri bir laf edince benim yabancı olduğum ortaya çıktı. İtalyan, başını kaldırıp çabucak, “Italiano?” dedi.
Ben de kötü İspanyolcamla yanıtladım: “No, Inglés. Y
tú?”
“Italiano.”
Dışarı çıkıyorduk ki odayı adımlayıp geldi, elimi sımsıkı tuttu. İnsanın kendini bir yabancıya bu kadar yakın hissetmesi ne garip! Sanki ruhlarımız aramızdaki dil ve gelenek uçurumunu ortadan kaldırmayı ve katıksız bir içtenlikle buluşmayı başarmıştı. Umarım o da benim ondan hoşlandığım kadar hoşlanmıştır benden. Ama onunla ilgili ilk izlenimimi koruyabilmem için onu bir daha görmemem gerektiğini de biliyordum; tabii onu bir daha hiç görmediğimi söylememe gerek yok. İnsan İspanya’da her zaman bu tür ilişkiler kurabiliyordu.
Bu İtalyan milisten söz etmemin nedeni, belleğime olanca canlılığıyla kazınmış olması. Benim gözümde, partal üniforması ve acımasız ama acınası yüzüyle o dönemin kendine özgü ortamının tipik bir örneğidir. O dönemle ilgili tüm anılarımın ayrılmaz bir parçasıdır – Barcelona’daki kızıl bayraklar, çapaçul askerlerle tıklım tıklım dolu olarak cepheye doğru ağır ağır ilerleyen iç karartıcı trenler, cephe hattının ilerisinde savaşın yıkımına uğramış kurşuni kasabalar, dağlardaki çarılçamur, dondurucu siperler.
1936 Aralık ayının sonlarıydı, şu satırları yazmaya başlamamdan en çok yedi ay kadar önceydi, oysa sanki üstünden çok uzun bir zaman geçmiş. Daha sonraki olaylar karşısında ise 1935 ya da 1905’ten de hızlı bir biçimde unutulup gitti. İspanya’ya gazete makaleleri yazma düşüncesiyle gelmiş, ama çok geçmeden milislere katılmıştım, çünkü bu o sırada ve o ortamda yapılabilecek tek akla uygun şey gibi görünmüştü. Anarşistler Katalonya’nın denetimini hâlâ fiilen ellerinde tutuyorlardı ve devrim hâlâ en civcivli günlerini yaşıyordu. Gerçi devrimci dönem başından beri orada bulunanlara daha aralık ya da ocakta bile sona eriyormuş gibi görünüyor olabilirdi; ama İngiltere’den doğruca oraya gelen biri için Barcelona’nın görünüşü afallatıcı ve olağanüstüydü. Hayatımda ilk kez işçi sınıfının yönetimde olduğu bir kentteydim. Hemen hemen tüm binalar işçiler tarafından ele geçirilmiş, kızıl bayraklar ya da anarşistlerin kırmızı-siyah bayraklarıyla donatılmıştı; bütün duvarlara orak çekiçler ve devrimci partilerin inisyalleri çiziktirilmişti; hemen bütün kiliseler tahrip edilmiş, tasvirleri yakılıp yıkılmıştı. Çevredeki kiliselere işçi güruhları tarafından sistemli bir biçimde zarar veriliyordu. Bütün dükkânlar ve kafelerin üstünde kolektifleştirildiklerini belirten yazılar okunuyordu; lostracılar bile kolektifleştirilmiş, boyacı sandıkları kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Garsonlar ve mağazalardaki tezgâhtarlar hiç çekinmeden yüzünüze bakıyor ve size eşitleriymişsiniz gibi davranıyorlardı. Dalkavukça, hatta sizli bizli konuşma biçimleri askıya alınmıştı. Kimse señor1 ya da don, hatta usted bile demiyordu; herkes birbirine yoldaş ve sen, buenos días yerine de salud diyordu. İlk başlarda, asansörcü çocuğa bahşiş vermeye kalktığım için otel müdüründen dersimi almıştım. Ortalıkta tek bir özel otomobil yoktu, hepsine el konulmuştu, tramvayların ve taksilerin tümü ve öteki araçların çoğu ise kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Her yer devrimci afişlerle kaplıydı, duvarlarda parıldayan bu göz alıcı kırmızı ve mavilerin yanında reklam afişleri çamur lekesi gibi kalıyordu. Kentin geniş anacaddesi Ramblas1 boyunca gidip gelen kalabalıklar durmadan sel gibi akıyor, hoparlörlerden bütün gün ve gece geç saatlere kadar bangır bangır devrimci şarkılar yükseliyordu. En tuhafı ise kalabalığın kılık kıyafetiydi. Dışarıdan bakıldığında Barcelona zengin sınıfların ortadan kalktığı bir kente benziyordu. Az sayıda kadın ve yabancı dışında “şık” insanlara rastlamak olanaksızdı. Hemen hemen herkesin sırtında kaba saba işçi giysileri, mavi tulumlar ya da farklı farklı milis üniformaları vardı. Bütün bunlar hem tuhaf hem de etkileyiciydi. Çoğunu anlayamıyordum, hatta bazı bakımlardan hoşlanmıyordum bile, ama çok geçmeden bunun uğrunda savaşılmaya değer bir durum olduğunun ayırdına varmıştım. Ayrıca anlaşılan her şey nasılsa öyleydi, burası gerçekten de bir işçi devletiydi ve tüm burjuvalar ya kaçmış ya öldürülmüş ya da bile isteye işçilerin safına geçmişti. Hali vakti yerinde burjuvaların pek çoğunun şimdilik yalnızca göze batmamaya çalıştığını ve proleter kılığına bürünerek kendini gizlediğini fark etmemiştim.
Bütün bunların yanı sıra ortalıkta savaşın uğursuz havası seziliyordu. Kentin ruh karartıcı, alan talan bir görünümü vardı, yollar ve binalar bakımsızlıktan dökülüyordu, hava akınlarından korkulduğundan sokaklar geceleri fazla aydınlatılmıyordu, dükkânların çoğu yıkık dökük ve yarı yarıya boştu. Et kıtı kıtınaydı, süt bulmak olanaksızdı, yeterince kömür, şeker ve benzin yoktu, ciddi bir ekmek sıkıntısı vardı. Böyle bir dönemde bile ekmek kuyrukları çoğu zaman uzayıp gidiyordu. Yine de insanlar mutlu ve umutlu görünüyordu. İşsizlik diye bir şey yoktu, hayat hâlâ çok ucuzdu; gözle görülür ölçüde muhtaç insanlara pek az rastlıyordunuz, Çingeneler dışında dilenci yoktu. En önemlisi de devrime ve geleceğe duyulan bir inanç söz konusuydu, birden bir eşitlik ve özgürlük dönemine girilmiş duygusu ağır basıyordu. İnsanlar kapitalist çarkın dişlileri gibi değil, insan gibi davranmaya çalışıyorlardı. Berber dükkânlarında anarşistlerin (berberlerin çoğu anarşistti) büyük bir ciddiyetle berberlerin artık köle olmadıklarını belirten duyuruları göze çarpıyordu. Sokaklarda fahişeleri, fahişelik yapmayı bırakmaya çağıran renkli afişler görülüyordu. İdealist İspanyolların devrimin bu beylik deyişlerine sözcüğü sözcüğüne uymalarında, İngilizce konuşan ırkların kaşarlanmış, tepeden bakan uygarlığından gelen biri için acıklı denebilecek bir yan vardı. O sıralar hepsi de proleter kardeşlikten ve Mussolini’nin kötülüklerinden söz eden en basitinden devrimci baladlar sokaklarda birkaç kuruşa satılıyordu. Okuma yazması kıt bir milisin bu baladlardan birini alıp sözlerini güçbela heceleyerek okumaya çalıştığına, tümünü söktükten sonra da uygun bir hava tutturup söylemeye başladığına sık sık tanık olmuşumdur.
O sıralar hep Lenin Kışlası’ndaydım, cepheye gitmek üzere sözümona eğitim görmekteydim. Milislere katıldığımda bana ertesi gün cepheye gönderileceğim söylenmişti, oysa aslında yeni bir centuria oluşturuluncaya kadar beklemem gerekecekti. Savaşın başlarında sendikalar tarafından çarçabuk kurulan işçi milisleri henüz düzenli ordu temelinde örgütlenmemişti. Komuta birimleri yaklaşık otuz askerden oluşan “müfreze”, yaklaşık yüz kişilik centuria ve çok sayıda askerden meydana gelen “bölük”tü. Lenin Kışlası bir binicilik okulu ve kaldırım taşı döşeli büyük avluların da bulunduğu görkemli taş yapılardan oluşuyordu; daha önce bir süvari birliği kışlasıymış, temmuz çarpışmaları sırasında ele geçirilmiş. Benim bağlı olduğum centuria ahırlardan birinde kalıyordu, taş yemliklerin altında hâlâ süvari atlarının adları kazılıydı. Gerçi atların hepsine el konulmuş ve cepheye gönderilmişlerdi, ama ortalık hâlâ at sidiği ve çürümüş yulaf kokusundan geçilmiyordu. Kışlada bir hafta kadar kaldım. En çok aklımda kalanlar, at kokusu, titrek borazan sesleri (borazancılarımızın hepsi de amatördü – İspanyolların asıl borazan seslerini faşist hatlarının ötesinde duyacaktım), kabaralı postalların kışla avlusundaki raprapları, kış güneşi altındaki uzun sabah talimleri, binicilik okulunun çakıllı avlusunda ellişer kişilik takımlarla oynanan çılgın futbol maçlarıydı. Kışlada bin kadar erkek ve milislerin yemek pişiren karıları dışında yirmi kadar kadın bulunuyordu. Milisler arasında çok fazla olmasa da hâlâ kadınlar vardı. İlk başlardaki çarpışmalarda erkeklerle omuz omuza savaşmışlardı. Bu, devrim döneminde doğal bir şeydir. Yine de insanların düşünceleri değişmeye başlamıştı bile. Kadınlar binicilik okulunda talim yaparken milislerin oraya sokulmaması gerekiyordu, çünkü kadınlara gülüyorlar ve dikkatlerini dağıtıyorlardı. Birkaç ay önce olsa eli silahlı bir kadın kimseye gülünç gelmezdi.
Kışlada milislerin bulunduğu bütün binalar pislik içinde ve darmadağınıktı; bu da devrimin yan ürünlerinden biri olsa gerekti. Her köşede paramparça eşya yığınları, kırık eyerler, pirinç süvari miğferleri, içi boş kılıç kınları ve çürümüş yiyecekler göze çarpıyordu. Korkunç bir yiyecek, özellikle de ekmek israfı vardı. Her yemekte yalnızca benim kaldığım koğuştan bir sepet ekmek atılıyordu – sivil halkın ekmek sıkıntısı çektiği bir zamanda utanç verici bir şeydi bu. Yemeklerimizi uzun portatif masalarda, her zaman yağ içinde olan küçük teneke tavalarda yiyor, içeceklerimizi porrón dedikleri berbat bir şeyden içiyorduk. Porrón, ağzınıza diktiğinizde sivri emziğinden şarabın incecik döküldüğü bir tür cam şişeydi; böylece dudağınıza dokundurmadan belirli bir uzaklıktan içebiliyor ve elden ele dolaştırabiliyordunuz. Porrón getirildiğini görür görmez kullanmayı reddettim ve bir maşrapa istedim. Bana kalırsa bu cam şişeler, hele içlerinde beyaz şarap varsa, idrar şişelerine çok benziyordu.
Acemi erlere üniformalarını yavaş yavaş dağıtmaya başlamışlardı, burası İspanya olduğu için de her şey karmakarışık dağıtılıyordu, o yüzden kimin ne aldığı hiçbir zaman belirlenemiyordu; en çok ihtiyacımız olan palaska ve kütüklük gibi şeyler ise bizi cepheye götürecek trenin kalkmak üzere olduğu son âna kadar dağıtılmıyordu. Milislere verilen “üniforma”dan, tektiplerden söz ettimse de sakın yanlış anlaşılmasın. Tam anlamıyla bir üniforma, tektip değildi bu. “Mültiforma”, çoktip demek belki daha doğru olur. Herkesin kıyafeti genel bir düzene uymakla birlikte birbirinin aynı olan iki kıyafete rastlamak olanaksızdı. Aslında orduda herkes fitilli kadifeden dizin altına kadar gelen pantolonlar giyiyordu, ama tektiplik buraya kadardı. Bazıları dolak, bazıları fitilli kadifeden tozluk takıyor, bazıları da deri tozluk kullanıyor ya da uzun konçlu çizme giyiyordu. Herkesin fermuarlı bir ceketi vardı, ama bunların bazıları deri ceket, bazıları yün ceketti, üstelik akla gelebilecek her renkte cekete rastlamak mümkündü. Asker kepleri ise kep takanların sayısı kadar çeşitlilik gösteriyordu. Keplerin ön tarafına genellikle parti rozeti takılıyordu, ayrıca hemen hemen herkes boynuna kızıl ya da kırmızı-siyah bir eşarp bağlıyordu. O günlerde milis birliği dedikleri, bir benzeri daha olmayan bir güruhtu. Ama giysiler şu ya da bu fabrika tarafından alelacele üretilmek zorundaydı ve koşullar göz önüne alındığında hiç de kötü sayılmazlardı. Gömlekler ve çoraplar ise berbat bir pamukludan ya…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat
- Kitap AdıSelam Olsun Katalonya’ya
- Sayfa Sayısı272
- YazarGeorge Orwell
- ISBN9789750748820
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşamak ~ Cahit Zarifoğlu
Yaşamak
Cahit Zarifoğlu
Yeni Türkçe’deki hatıra türünün en yetkin örneklerinden biri olan Yaşamak, toplumsal olarak bir ışığa dönüştürmek istediğimiz acıya, bireysel bir dünyada aydınlık sağlamaktadır. Zarifoğlu, çevremizde...
- Neden Bu Kadar Akıllıyım? ~ Friedrich Nietzsche
Neden Bu Kadar Akıllıyım?
Friedrich Nietzsche
Neden Bu Kadar Akıllıyım?, Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin otobiyografik nitelikte kurguladığı Ecce Homo’dan bir kesittir. Nietzsche’nin Ekim 1888’den buhran geçirdiği Aralık 1889’a dek üzerinde...
- İçimizde Bir Yer ~ Ahmet Altan
İçimizde Bir Yer
Ahmet Altan
Siz kendi duygularınızın kölesisiniz, herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırtıcı...