Benim Dergâh dergisinde yazdıklarım ihtiyaca mebnidir. Yani esasen ben bir münekkit değilim. Bir okuyucunun intibalarıdır yazdıklarım. Yayımlanan şiir, hikâye, roman gibi eserler üzerine gerçekten tenkit yazıları dergimize ulaşmış olsa sütunları bu yazılara bırakacağım.
Elbette ki bu iş belirli bir ısrar ve çaba gerektiriyor. Ayrıca nankör bir meslektir. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilirsiniz.
Dergicilik yapmaya soyunduğumuz için üzerime düşeni (düşmüyor ya) yapmaya çalışıyorum.
Tanpınar’ın özlediği “münekkit” yok tabii. Yani yeter sayıda yok. Hele bizim çevreler bu alanda hayli çoraktır. Elbette bunun başta gelen sebeplerinden biri de “sözü edilmeye değer” edebî eserin kıtlığıdır. Bana göre edebiyat ortamı eseri, eser edebiyat ortamını besler.
Ben, söylediğim gibi, “hakkında yazmaya değer” bulduğum eserleri ele alıyorum. Öncelikle menfi veya müspet bir kıymet gerekiyor. Belli eğilimleri, yenilikleri, bazen “ilk eserleri” kolluyorum. Okuduğum eser beni yazmaya zorlamalı. Bunda isimle eser arasında kalite açısından bir rabıta bulunsun isterim. Tersi de doğrudur. Yani kof bir eser propaganda ile şöhret kılınmaya çalışılıyorsa buna karşı yazıyorum.
Elbette eser sahipleri “olumlu” şeyler yazılsın isterler. Bu gayet tabiidir. Kimse “ayranım kara” demez. Taraf tutma, takım tutma işinde yokum. Kendi inanç, görüş ve eğilimlerime yakın eserleri sevmeye, övmeye hakkım vardır. Tabii, eğer eser de bunu hak ediyorsa.
Bir daha tekrar edeyim: Yazdıklarım öznel şeylerdir. Ben bir okuyucuyum, bir münekkit değil.
İÇİNDEKİLER
9 ÖNSÖZ YERİNE
11 Mustafa Kutlu ile Tenkit Üzerine / Konuşan: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
17 EDEBİYAT YAZILARI
19 ŞİİR
21 Zorbe
22 Gri Divan
24 Ay Dervişleri
26 Hızır ve Roza
27 Süreyya Berfe’nin “Şiir Çalışmaları”
29 Aranıyor
32 Hakan Albayrak Kitabı
35 Dağ İnsana Ne Söyler
36 Şiirin Klibi Olur mu?
37 Her Şiire Bir Ayna
39 Aydoğan’ın Şiirleri
40 Sufi ve Şiir
41 Solak Boksör
42 Peltek Vaiz
43 Rüyalarımızın Sarışın Buğdayı
44 Naz Bitti
45 Yıldız Sayan Ağaç
46 Kuşun Ölümü
47 Gençölmek
48 Bir Kereden Ne Olur?
49 Kar
50 Bakış Talimi
52 Izdırabın Boyutu
54 Fena
56 Devamsızlık Bilgisi
57 Karal ile Sarıtaş
61 HİKÂYE
63 Geç Kalmış Bir Kitap: Gün Dağların Ardında
65 Tanımsız
66 Tomris Uyar’ın “Sekizinci Günah”ı
67 Ulak ile Sadrazam
69 Bir Yer Göstericinin Hayatı
70 Saklı
72 “Üç İhtilal Çocuğu” Yahut Başörtülü Kızların Hikâyesi
75 Merdivenaltı
77 İki İlk Esere, Dile ve Biçime Dair
79 Son Büyülü Günler
80 Şevket Bulut İçin
81 Öykümüzün Hikâyesi
82 Aşk Nedir?
84 Derin Siyah
85 Aynalı Barikatlar
86 Balık ve Tango
87 Uzayan Gölgeler
88 Biçim ile Muhteva
90 Kıyı
93 ROMAN
95 Tanpınar’ın Yalan Dünyası
100 Hocaefendi’nin Sandukası
100 Kara Kitap
103 Esrarengiz Bay Kartaloğlu
105 Konuştuğumuz Gibi Uzaklara
107 Dünyayı Dolduran Kiraz
109 Kâmil ile Meryem’e Dair
110 Atlıkarınca
113 Ağır Akan Su
118 Kılavuz
120 Yalnızlığın Özel Tarihi
123 Yenik Ordunun Subayları
127 Ak Liman
129 Şapkadan Tavşan Çıkarmak Yaygınlaşıyor
132 Kurtlar
136 Romanımla Sana Bir Ses
140 Peygamberin Son Beş Günü
146 Evlilik, Mutluluk ve Özgürlük
150 Küçük Turuncu Bir Adam
153 İsyanın Bin Yüzü
156 Dar Alanda Tufan
158 Bağdat Yollarında
161 Şeffaf Kanatlı Zaman
161 Şampiyon ‘Yeni Hayat’…
163 Safiye Erol
164 Bana Uzun Mektuplar Yaz
165 İsimle Ateş Arasında
166 Uzak Ülke
169 KÜLTÜR
• SANAT YAZILARI
171 Edebiyat Bitti mi?
172 Edebiyatın İpi
173 Hayat ve Edebiyat
174 Kiraz Fiyatları ile Kitap Fiyatları
176 Kitaba ve Okumaya Dair – I
177 Kitap ve Okumaya Dair – II
178 Tanpınar, Türküler ve Şiirimiz
179 İşte Şiir
181 Çakma Bunalım veya II. Yeni
183 Bir Eski İstanbul Fotoğrafı
184 Mazi Cenneti
187 Vitrinde Yaşamak
190 Kendini Bileyen Bıçak
191 Güller Kitabı
193 Haluk Şahin’in II. Ağrı Seferi
194 “Söze Zulmeylemek”
197 Ses, Söz, Şiir
198 Bu da Geçer Yâ Hû
199 Sille İzlenimleri
200 Sakarya Şairleri
201 Bozgunda Fetih Rüyası
202 Çiçek ve Kültür
203 Çiçek Dili
204 Kırklar
206 Kaşgar
207 Semaver
208 Bir Başka İstanbul
209 İki Dergi
210 Bir Albüm İki Kitap
211 Hece’nin Gayreti
212 Arapgir Hasreti
213 M. Seyfettin Özege
215 Kırk Yıl Sonra
216 Roman Diliyle İktisat
219 SİNEMA • TELEVİZYON • MÜZİK
221 Temâşa-Televizyon ve Gelenek
222 Televizyon Yasakları
224 Mayıs Sıkıntısı
225 Kaç Para Kaç
226 Beyazcamda Yeşilçam
227 Rüzgâr Bizi Sürükleyecek
228 Önce İnsan Sonra Bina
229 Senaryo: Bülent Oran
230 Komedi Dükkânı
232 TRT Nağme
233 Yaşayan Efsane
234 Göstermelik Müzik
236 Televizyonda Dinî Program
239 HAYAT VE SANAT
241 Sanatın Kilosu
242 Hayatı Tanımak
243 Turgut Hoca’yı Dinlerken
244 Konuşan Gözler
245 Sözün Sureti
246 Yazma Korkusu
248 Yalan Dünya
249 Halka Ne Oldu?
251 Sanatta Metafizik Eğilimler
253 ESER VE İSİM DİZİNİ
ÖNSÖZ YERİNE
MUSTAFA KUTLU İLE TENKİT ÜZERİNE
Edebiyat eserlerinin hiç gündeme gelmediği, konuşulmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Eskiden eli kalem tutmayanlar bile bir araya geldiğinde edebiyat –özellikle şiir– konuşurken şimdi eli kalem tutanların bile edebiyat dışı konuları tercih ettiğini görüyoruz. Canlı edebiyat ortamları yok artık. Dergi çevreleri bile bunu yaşatmakta güçsüz kalıyor zaman zaman. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun pek çok sebebi var. Bu pek çok sebebi Türkiye’de son otuz kırk yıl içinde değişen dengelerde bulabiliriz. İktisadi, içtimai, siyasi, kültürel vb. gibi pek çok alanda Cumhuriyet uygulamalarının koyduğu ve korumaya çalıştığı dengeler bozulmuştur. Dayatılan kimlik bol gelen elbiseye dönmüştür.
Sosyal ilimler mühendislik hizmetlerine yenik düşmüştür. 1970’lerde ortalama beş bin basılan kültür kitapları üç bin baskıya düşmüştür. Basın krize girmiştir. Yoz TV yayıncılığı ve bayağılık her bir yanı tutmuştur, vesaire, vesaire. Medya frapan tutumu ve saldırgan tavrı ile iletişim kanallarından edebiyatı kovmuş, şairleri reklamcı kılmış (nasıl oluyorsa!) eğitim alanında fevkalade bir zafiyet belirmiş, okuma neredeyse son bulmuştur. Edebiyatın sükûnete, tefekküre, hasbi ilişkilere, ruh iklimine ihtiyacı var. Bir kavga ortamında yeşerse bile orada dahi edebe ve asalete ihtiyaç duyar. Sahih bir kalp ve hassas bir kulak ister. Herhâlde bütün bunlarla bir atmosfere ihtiyacımız olduğunu kastediyorum.
Yazarlar, günü gününe eleştiri yazılmamasından şikâyet ediyorlar. Bir insan üç dört yıl emek sarf ederek bir eser kaleme alıyor fakat bir kere bile eser hakkında bir eleştiri çıkmıyor. İyiydi, kötüydü… Hiç ses yok. Memet Fuat Adam-Sanat’ın Eylül sayısında, yazarların “Bizde münekkit yok.” şikâyetlerini onlar Ataç’sızlıktan şikâyet ediyorlar, diye değerlendirmişti. Yani günü gününe eleştiri yazan biri yok diye. Siz, Dergâh’ta her sayı en az bir eseri tenkit ediyorsunuz. Sizi yoran, üzen tarafları neler? Benim Dergâh dergisinde yazdıklarım ihtiyaca mebnidir. Yani esasen ben bir münekkit değilim. Bir okuyucunun intibalarıdır yazdıklarım. Yayımlanan şiir, hikâye, roman gibi eserler üzerine gerçekten tenkit yazıları dergimize ulaşmış olsa sütunları bu yazılara bırakacağım. Elbette ki bu iş belirli bir ısrar ve çaba gerektiriyor.
Ayrıca nankör bir meslektir. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilirsiniz. Dergicilik yapmaya soyunduğumuz için üzerime düşeni (düşmüyor ya) yapmaya çalışıyorum. Sizin bu eleştirilerinizi Tanpınar’ın deyişiyle “sanatkârlara mahsus tenkit” nev’inden saymak pek yanlış olmasa gerek. Tanpınar da bizde münekkit yetişmediği görüşünü kabul eden- lerden: “… Hakikatte her memlekette olduğu gibi bizde de her yeni eserin müsbet ya da menfi kendisinden evvel gelenlerle bir yığın münasebeti, alakası vardır… Benim yokluğundan bahsettiğim münekkit, bu devamı sabrıyla arayacak münekkittir.” Tanpınar’ın bahsettiği münekkit hâlâ yetişmedi diyebilir miyiz? Tanpınar’ın özlediği “münekkit” yok tabii. Yani yeter sayıda yok. Hele bizim çevreler bu alanda hayli çoraktır. Elbette bunun başta gelen sebeplerinden biri de “sözü edilmeye de- ğer” edebî eserin kıtlığıdır. Bana göre edebiyat ortamı eseri, eser edebiyat ortamını besler. Karşılıklı bir ilişki var. Münekkit bu ortamda parlar. Arada bir rastladığımız güzel yazılar, emek mahsulü çalışmalar da maalesef bazı eserler gibi bir yankı uyandırmadan nisyana terk ediliyor. “Falanın kitabından bahsetti, benimkinden bahsetmedi” türünden şikâyetler alıyor musunuz? Derkenar sütununa giren eserlerin ortak özellikleri neler? Ya da neden onlar kritik ediliyor da başkaları edilmiyor. Açıktan olmasa dahi dolaylı olarak böyle sözler işitiyorum. Biz dergide “Derkenar” sütun- larını açarken bu sütunları okuyucuya, eli kalem tutanlara tahsis etmek istemiştik.
Hâlen de öyledir. Dergâh dergisinin belli bir kadrosu yok. Bir cilt içinde 108 imza oluştu. Fakat bana sorarsanız, yukarıda işaret ettiğim gibi tenkit cihetinden hâlâ bu sütunlar sahibini bulmuş değil. Başlangıçta Nihat Hayri Azamat bir süre şiir kitapları ile ilgili yazılar yazdı, ilgi de gördü. Ancak nedense devam etmedi. Yazarlar genelde kritik deyince olumlu şeyler söylensin istiyorlar. Bu özellikle sağda daha yaygın. Olumsuzluklar dile getirilmeye başlandığında hiç de hoşnut olunmuyor. Olumsuz- lukların dile getirileceğine hiç söz edilmemesini tercih ediyorlar. Neden? Sizin, adı solda anılan yazarların eserlerini tenkit etmenizin bununla bir ilgisi var mı? Ben, söylediğim gibi, “hakkında yazmaya değer” bulduğum eserleri ele alıyorum. Öncelikle menfi veya müspet bir kıymet gerekiyor. Belli eğilimleri, yenilikleri, bazen “ilk eserleri” kolluyorum. Okuduğum eser beni yazmaya zorlamalı. Bunda isimle eser arasında kalite açısından bir rabıta bulunsun isterim. Tersi de doğrudur. Yani kof bir eser propaganda ile şöhret kılınmaya çalışılıyorsa buna karşı yazıyorum. Elbette eser sahipleri “olumlu” şeyler yazılsın isterler. Bu gayet tabiidir. Kimse “ayranım kara” demez. Taraf tutma, takım tutma işinde yokum. Kendi inanç, görüş ve eğilimlerime yakın eserleri sevmeye, övmeye hakkım vardır. Tabii, eğer eser de bunu hak ediyorsa.
Bir daha tekrar edeyim: Yazdıklarım öznel şeylerdir. Ben bir okuyucuyum, bir münekkit değil. Sol tandanslı kitapları söz konusu ettiğime gelince, bunun anlaşılır bir sebebi var: Çünkü orada yayımlanan eser sayısı çok. Dokuzunu görmeseniz onuncu dikkatinizi çekiyor. Keşke bu durumdan şikâyetçi olanlar (kimlerse) peş peşe dikkate değer kitaplar çıkarsalar da biz haklarında güzel yazılar yazmış olsak. Ayrıca edebiyat dünyasına, yayın ortamına bir bütün olarak eğilmekte fayda vardır. Neticede hepimiz bir geminin içindeyiz.
Yazarlığınız münekkitliğinizden daha eski. Yanılmıyorsam Derkenarlarda süreklilik kazandı kitap tenkidi. Bir yazar olarak, sizin bir eseriniz eleştirildiği zaman neler hissediyorsunuz? Bakın yine bana “münekkit” dediniz. Ben de bir kez daha “değilim” diyorum. Her okur gibi okuduğum şeyler hakkında olumlu olumsuz fikirlerim oluyor. Bunları bizzarure yazıyorum. Kendi yazdıklarım üzerine başkalarının kritiklerini gördüğümde, öncelikle yazdığımı kavramış mı, anlamış mı diye endişelenirim. Yeterince anlaşılmamak hatta yanlış anlaşılmaktan korkarım. Üzerinde en çok konuşulan kitabınız herhâlde “Ya Tahammül Ya Sefer” oldu. O kitapla ilgili eleştirileri okurken ilk düşündüğüm şu oldu: Yakın geçmiş içinde herkesin kendisini bula- bileceği bir kitaptı o. O eleştirilirken biraz da “biz böyle değiliz” şeklinde bir isyandı ortaya konan. Yani insanlar aynadaki “ben”i görünce biraz huzursuz oldular. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Sizi en çok etkileyen eleştiri nasıldı? Doğrusu kitaplarım üzerine yazılanların pek azı bir kıymet ifade ediyor.
Burada bir kibirlilik aramayın. Kendi çevremizde bu işin erbabı ve geleneği yok. Uzak çevre de sizi yeterince kavramıyor. Benim genel olarak Türk hikâyesine getirdiğim bir katkı varsa (ki vardır) bu nedir? Pek yazılmadı bu. Övgüler ve tanıtmalar oldu. En iyi yazı yine Beşir Ayvazoğlu’nun İslâm Estetiği ve İnsan’a aldığı kısımda. Özellikle bu kitaba mahsus değil o yazı ama ne yapmak istediğime işaret ediyor. Ya Tahammül Ya Sefer kederle yoğrulmuş bir kitaptır. Saklı yanlarımızı deşer. Bir muhase- bedir. Her hesaplaşma gibi acıtır ruhumuzu. Tamamen yeni bir teknik kullanıyorsunuz hikâyelerinizde. Sizden sonra bu tekniği kullanan- lar oldu. Hikâyelerinizdeki tekniğin başlı başına konu edildiği bir yazı hatırlıyor musunuz? Kurduğum ve geliştirdiğim hikâyenin yapısal özelliklerini ele alan (etraflıca) olmadı. Tuhaf ama ne yaptığımı, ne yazdığımı yine sorulunca ben söyledim. Acı bir durum. Yazarlar eser- lerini şerh etmemeli oysa, değil mi? Bize has, yerli bir şey üretmeye çalıştım ben. İnsanlar beğenilerini dile getirmekten korkuyorlar. Tek başına kendi beğendiğine sahip çıkma yerine hiç beğenmediği, en azından bir şey anlamadığı bir eseri başkaları beğeniyor diye sahip çıkmaya çalışıyor. Medyanın etkisiyle bir kitap tek tek insanlar tarafından kabul edilmek yerine bir grup tarafından kabul edilip bu kabulün derecesine göre insanlara empoze ediliyor. Yazarın bu çemberi kırıp geçmesi mümkün mü? Nasıl?
Ben korkmam, sevinirim. Sevinç Çokum’un “O Çocuk” hikâyesini okuduğumda hemen telefona sarılmıştım. Sonra bir de yazı yazdım o tek hikâye hakkında. Medyanın etkisi inkâr edilemez. Ona karşı durmak için sağlam yere basmak, kül yutmamak gerekiyor. Bu da bir donanım işi en başında. Moda her zaman vardır ama geçer. Sansasyonu sevmiyorum. Burada izninizle İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu adlı kitabının başında yer alan Puşkin’in bir şiirinden bazı mısraları (Sefer Aytekin çevirisi) zikretmek istiyorum. Şiirin adı: “Şaire”
Ey şair: Kulak asma, sevgisine sen halkın
O cânım meth ü senâ, anlık gürültü geçer;
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol; boşver.
Sen çarsın, yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü,
Yürü hür vicdanının seni çektiği yere…
Gençler kendi beğenilerini dile getirip bir eser hakkında bir yerde bir şey yazmaktan korku- yorlar. Hatta bunu yazarına saygısızlık olarak görenler bile var. “Ben kimim ki o eser hakkın- da bir şey söylemek bana düşsün” tavrı. Oysa edebiyat ortamının canlanması için amatör münekkitlerin varlığı da çok önemli. Bu anlayışın doğması için ne yapılabilir? Amatör münekkitler bir yana, ben asıl bu işin kotarılacağı yere işaret etmek istiyorum. Burası başta Edebiyat Fakülteleridir. Yani önce fakülte kadrolarının eğitim-öğretim fa- aliyetleri yanında memleketin edebiyat ortamına dâhil olmaları gerekiyor. Onların ilmî tavırları, ciddiyetleri, çalışkanlıkları, isabet kaydeden hükümleri, ilgileri gençlere rehber olabilir. Lakin esefle söyleyelim, Edebiyat Fakültelerimizin 1928’den bu yana geçmemekte direnmeleri, latife olarak darbımesel hâline gelmiştir: Bizde “balık Ankara’dan kokar” diye bozulmuş bir deyim var. Hocaların “yazma korkuları”, öğrencilere sirayet etmiştir denebilir. Münekkitlerin birkaç kişiyle sınırlı kalmasının sebeplerinden biri de zaman zaman tenkit edilen yazarların çok kırıcı olabilmelerinden kaynaklanıyor. “Ne olamadın da eleştirmen oldun” tavrı hâlâ devam ediyor.
Canlı bir eleştiri ortamının oluşabilmesi için sizce yazarlara ne gibi vazifeler düşüyor? Çünkü bu ortamın yokluğundan en çok zarar gören onlar. Ülkemizde hemen her ortamın öncelikle hoşgörüye ihtiyacı var. Hoşgörü sahibi olmak için belli bir olgunluk gereklidir. Olgunluk donanıma, donanım okuyup çalışmaya, çalışma belli dengelere ve ortama falan bağlanır. Yani her şey birbiri ile irtibatlı. Tanpınar, Namık Kemal’in münekkitliğini eleştirirken onun felsefi temelinin ve hayat sezi- şinin olmadığından bahseder. Felsefi temeli olanlar ise münekkitliğe pek yanaşmıyor. Yani bizde yadırganan, bir sanatçıya sahip çıkarak birlikte yükselme. Hâlbuki Batı’da bu çok iyi yapılıyor. Bizde ise artık hayatta olmayanlar için bu anlayış yerli yerine oturabiliyor. Mesela Tanpınar Yahya Kemal’i, Mehmet Kaplan Tanpınar’ı ve şimdi de Kaplan’ın yetiştirmiş olduğu ilim adamları, hocalarını anlatıyorlar genç nesillere. Yaşayan insanlar arasında bu tür ilişkiler niçin kurulamıyor?
Bu soruya nasıl bir cevap vereyim? En iyisi kaçmak mı? Yani şöyle: “Güzel günler geçti.” Yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri anlamak ve anlatmak için yaşanan hayata bakmak gerek. Nasıl bir hayatımız var? Bahis uzar gider… Münekkidin görevini bir eserin edebiyat dünyasında kalmasını ya da gitmesini sağlayan bir unsur olarak kabul ediyor T. S. Eliot. Fakat bu nasıl mümkün olacak? Eleştiri sahası bir kavga alanı gibi. Bir eser hakkında hemfikir iki eleştirmen bulmak mümkün değil.
En son örneğini “Kara Kitap”ta yaşadık. Kara Kitap şanslı. Hakkında yazılanlar önümüzdeki günlerde bir kitap olarak basılacak duyduğum kadarı ile. Darısı başka kitapların başına. Son yıllarda bir eser üzerine ilk kez yoğun tartışmalar oldu. Sevinilecek taraf bu eserin tartışmaları hak etmesi idi. Orhan Pamuk yaptığı işi ciddiye alan, dikkate değer eserler üreten bir romancı. Yazdıkları hakkında olumlu şeyler söyleyenler ile karşı çıkanların olması tabiidir. Münekkitlerin yaptığı bir yerde yorum. Yorum ise her an değişebilen bir şey.
Okuma faaliyeti sırasında sujenin içinde bulunduğu durum düşünülürse okuma işinin çok karmaşık bir şey olduğunu kabul etmek lazım. Belirli aralarda aynı kitabı birkaç kez okuyan bir münekkidin görüşleri birbirinin aynı olmayabilir mi? Bütün bunlardan dolayı yazarın haksızlığa uğraması sizce söz konusu olabilir mi? Olur. Yıllar sonra keşfedilen yazarlar vardır. Eğer bu keşif, bir kast-ı mahsus ile yapılmamış ise bir haksızlığı giderebilirsiniz. Bunda devrin, medyanın, modaların, yazarın ilişki veya ilişkisizliğinin, pek çok unsurun payı vardır. Mesela Tanpınar. Ünlü romanı Huzur 1949’da çıkmış. Ama ne görüyoruz? O yıllarda insanlar Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) adlı eseri ile meşguller. Tanpınar’ın yazdıklarının gündeme gelmesi için altmışlı yılları beklemek gerekmiştir. İşte tutum, işte yorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıSel Gider Kum Kalır
- Sayfa Sayısı260
- YazarMustafa Kutlu
- ISBN9786258437522
- Boyutlar, Kapak16,5 x 23,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDergah Yayınları / 2022