Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şehzadenin Yüzyılı: Sultan 2. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları
Şehzadenin Yüzyılı: Sultan 2. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları

Şehzadenin Yüzyılı: Sultan 2. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları

Ertuğrul Osman

“Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu…

“Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu ve evin erkeklerinden bazıları etrafımıza toplandılar; yanaklarından akan yaşlarla bizleri kucakladılar. Sanki öpücüklerini Boğaz’ın karşısına taşıyıp hizmetinde oldukları sevgili efendilerine teslim etmemizi diliyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü Abdülhamid’in sarayında geçirmişlerdi; bize nasıl davranacağımızı, nerede oturacağımızı, ne söyleyeceğimizi, ne zaman söyleyeceğimizi öğretmeye çalışıyorlardı. Bizimle birlikte gelebilmek için canlarını verirlerdi, Abdülhamid onlar için hem başlangıç hem de sondu.”

“Şehzadenin Yüzyılı” Ertuğrul Osman Efendi’nin büyükbabası II. Abdülhamid’in son dönemi ve 1924’te hanedan mensuplarının Türkiye’den ayrılmalarıyla başlıyor. Ertuğrul Osman Efendi’nin Viyana, Paris ve New York’ta geçen yaşamı ve son yıllarında Türkiye’ye dönüşü anlatılıyor. Ertuğrul Osman Efendi, 20. yüzyılı kapsayan hatıralarında soylu sınıfın modern zamanlardaki hayat tarzını; dünyanın birbirinden şöhretli iş, sanat, spor, siyaset ve kültür simalarını esprili bir dille aktarıyor. Kitabın bazı bölümlerinde Cumhuriyet, devrimler ve özellikle Türkiye’nin temel meselelerini ele alıyor. Eşi Zeynep Tarzi Osman ise sonsöz sayfalarında hem mensubu olduğu Afganistan kraliyet ailesini hem Ertuğrul Osman ile ilişkilerini anlatıyor.

“Şehzadenin Yüzyılı”, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geçerken Osmanlı hanedanının serencamını gözler önüne seren kıymetli bir hâtırat.

İçindekiler
Takdîm
Ömer M. Koç • 7
BAŞLARKEN • 9
1. BÖLÜM: YILDIZ
II. Abdülhamid • 13
Aimée • 17
Burhaneddin Efendi • 18
Yeniköy • 23
1915 • 25
Viyana • 28
Bir Boşanma • 34
2. BÖLÜM: SÜRGÜN
Kara Haber • 39
Hilafet • 41
Bir İdam • 43
Nice • 45
Nevi Şahsına Münhasır Bazı Akrabalarımız • 46
Pasaport • 49
Çifte Düğün • 50
Paris • 51
3. BÖLÜM: YENİ DÜNYA
Amerika • 63
Elsie • 64
Şehir Işıkları • 67
Mihri Müşfik • 71
Bar Harbor • 74
Mısır • 76
Harp • 83
Gulda • 87
Acılı Bir Yolculuk • 95
McCarthy Dönemi • 98
4. BÖLÜM: LIMA’DAN ŞAM’A
New York • 107
Wells Overseas ve Latin Amerika • 111
Nâmuk Efendi • 123
Muhammed Ali • 124
Beyrut, Şam ve Kudüs • 125
Fahreddin Efendi • 131
Bitmeyen İşler, Bitmeyen Yolculuklar • 134
5. BÖLÜM: MEMLEKET
Zeynep Tarzi • 141
İstanbul • 147
Mehmed Orhan Efendi • 156
Güneydoğu • 158
Kimlik • 160
New York – İstanbul – New York • 162
BITIRIRKEN • 169
SONSÖZ
Zeynep Tarzi Osman / Hayatımın En Güzel Hadisesi • 173
EKLER
Ertuğrul Osman Efendi Tarihçesi • 197
Sultan II. Abdülhamid’in Çocukları ve Torunları • 199
Kitapta Adı Geçen Hanedan Mensupları • 200
Dipnotlarda ve Eklerde Yararlanılan Kaynaklar • 207
DİZİN • 209

Takdîm
Ömer M. Koç

Merhûm Efendi Hazretleri ile 1988 senesinin sonbaharında, daha sonra refîkası olan kadîm âile dostumuz Zeynep Tarzi’nin evinde tanıştım. Bir kokteyl sırasındaki ayaküstü sohbet ile başlayan dostluğumuz, kendisinin 2009 senesindeki vefâtına kadar artan bir samîmiyet ve harâret ile devam etti. Kâmil insan tâbiri bence Osman Efendi’yi pek güzel târif ediyor. Hoşsohbet ve nüktedân olan Efendi Hazretleri eskilerin deyimi ile tam meclis-ârâ idi. İştirâk ettiği her meclise, her toplantıya bir şey katar, her türlü ve her yaştan insan ile rahatlıkla, önyargısız bir şekilde diyalog kurardı. İnce ve zarîf bir espri anlayışı vardı. Pek çok güzel selâmlık fıkrası bilir ve bunları da gâyet hoş bir sûrette naklederdi. Anlattığı anekdotların ve fıkraların o sırada konuşulan konu ile ilgili olması da ayrı bir hoşluk katardı bu fıkralara! İngilizce ve Fransızcaya fevkalâde hâkim idi. Müşterek dostumuz Ali Tayar’ın ifâdesine göre Almancası da mükemmeldi. Eski tâbir ve kelimeler ile müzeyyen, hafiften saray lehçesine çalan Türkçesi kulağıma pek hoş gelirdi. Umûmî malûmâtı gâyet genişti. Yenilikleri, aktüaliteyi hep tâkip eder, her telden çalardı. Ve birçok konuda gâyet isâbetli tespit ve teşhisleri vardı. Frenklerin deyimi ile “la simplicité de la grandeur”, yâni hakîki ihtişâm ve azametin getirdiği samîmî mahviyet ve tevâzu mefhûmunun yaşayan timsâli idi. Almış olduğu ve hiçbir zaman terk etmediği o samîmî, fıtrî terbiyesi beni her zaman derinden etkilemiştir. Hanedânın erkek üyelerine 1974 senesinde memlekete dönme hakkı verilmiş olmasına rağmen Türkiye’ye ilk defa 72 sene sonra zevcesi Zeynep Tarzi’nin teşvîk ve telkîni ile 1992 senesinde gelen Ertuğrul Osman Efendi gerçek bir vatanseverdi. Hiçbir devletin tâbiyetine girmemiş, adına düzenlenen şahsî seyâhat evrâkı ile seyahat etmiştir.  Cumhuriyet’in kazanım ve devrimlerini her zaman gerçekçi bir yaklaşım ile değerlendirmiş ve “Cumhuriyet belki âilemiz için kötü ama memleket için çok iyi oldu” diyebilme erdem ve olgunluğunu göstermiştir.

On sekiz sene evli kaldığı Prenses Zeynep ile birlikte fevkalâde âhenkli bir çift teşkil etmişlerdi. Kocasına o kadar büyük şefkat, îtinâ ve muhabbet ile baktı ki, zevcesi sâyesinde Efendi Hazretleri’nin hayâtı en azından on sene daha uzadı diyebilirim. Ertuğrul Osman Efendi’nin inişli çıkışlı hayâtını kendi ağzından okumak umarım okurların da ilgisini çeker. Kubbede çok hoş bir sadâ bırakan, bir nevi “Mohikanların sonuncusu” olan bu müstesnâ insanı özlem ve muhabbet ile yâd ediyorum.

Temmuz 2024

Başlarken

Gençlik senelerimdeki yazı serüvenim birkaç kısa denemeden ibaret. İlk heyecanımın peşinden gidip muharrir olmadığım için kendimi şanslı addediyorum, zira bu iş için pek de münasip olmadığım apaçık ortada. O zamanlar gazete makalesi ve kısa hikâye gibi tamamıyla farklı türlerde birkaç yazı kaleme almanın verdiği cesaretle edebi kariyer fikrini bir süre kafamda evirip çevirdiğimi itiraf edeyim. Hatta bu konudaki tavsiyelerini Mary Roberts Rinehart’a1 soracak kadar ileri gittiğimi de hatırlıyorum. Rinehart, çok satanlar listesine girmiş gizemli hikâyelerin muharriri ve Tish isimli kız kurusu amatör dedektif karakterin yaratıcısıydı. Kendisinin cömertçe paylaştığı tavsiyelerine rağmen, hatıralarımı satırlara dökmeye çalıştığım şu günlere kadar başka tek bir kelime yazmış değilim. Diğer taraftan seneler geçtikçe hatırı sayılır bir edebiyat münekkidi seviyesine geldim ki bu da, şu son birkaç satır dahil, kendi yazdıklarımla alay etmeme sebep oluyor. Mamafih zaman içinde daha hoşgörülü olmayı da öğrendim ve bu yüzden yazdıklarımı silmiyorum. Önce ismimle başlayayım. İsmim Ertuğrul Osman.2 Ertuğrul ve oğlu, Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu Osman. Büyükbabam II. Abdülhamid bu iki ismi de taşımamı istemiş. Viyana’da lise talebesiyken biyoloji derslerimiz için kullanılan laboratuvar daracıktı ve içine sınıfın sadece yarısı sığabiliyordu. Öğretmenimiz bir hafta ismi M’den önceki harflerle başlayan çocukların ellerini kaldırmasını isterdi, diğer hafta da sonra gelenlerin. Böylece sınıfın yarısı laboratuvara girerken, diğer yarısına da okulumuzun bahçesindeki devasa parkta futbol oynamaları için izin veriliyordu. Ben de sürekli olarak futbol oynayan grupta kalabilmek için haftasına göre ya Ertuğrul ya da Osman ismimi kullanıyordum. Sonraları Osman’ın telaffuzu Ertuğrul’dan daha kolay geldi, en çok da telefonda. Ertuğrul’daki yumuşak g işleri iyice zorlaştırıyordu. O yüzden ismim, Türkiye’nin dışındaki her yerde, “Osman Ertougrul” oldu.

1. BÖLÜM

Yıldız

II. ABDÜLHAMİD

Babam Mehmed Burhaneddin Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in oğluydu. Büyükbabam 1876 senesinde tahta çıktı. Genç bir şehzadeyken hükümdar olacağı hiç aklından geçmiyordu, zira kendisinden iki yaş büyük bir erkek kardeşi vardı. Bir gün veliaht olsa dahi Osmanlı İmparatorluğu’nu idare ihtimalinin hayli zayıf olduğuna inanıyordu. Zamanın en kuvvetli siyasi figürlerinden Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa, bir süredir Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmeye ve onun yerine daha kolay etkileyebileceklerini düşündükleri büyük yeğeni Murad’ı geçirmeye çalışıyorlardı. Murad olacaklardan kısmen haberdar edildiyse de, Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi planı kendisinden saklanmıştı. Murad komplonun bu en karanlık tarafına dair bilgi sahibi olmadığı halde hadiselere bir şekilde destek vermiş olması sebebiyle cinnet getirdi. Sultan Abdülaziz1 1876 senesinde tahttan indirilip ardından da suikasta kurban gidince (zaman zaman söylendiği gibi intihar etmemiştir), yerine geçen en büyük yeğeni Sultan Murad2 onun öldürülmesinden duyduğu ve pek de yersiz olmayan suçluluk hisleriyle öylesine sarsıldı ki, birkaç ay içerisinde aklını yitirdi ve böylece küçük kardeşi aynı sene içinde hükümdar oldu. Murad ve Abdülhamid birbirlerine çok yakın olsalar da karakterleri bambaşkaydı. Bu iki şehzadeden Murad, hayatın zevklerini sonuna kadar çıkarmayı bilir, debdebeli davetler vermekten hoşlanır, iyi şarabı ve iyi sohbeti pek severdi. Bunun sonucu olarak da çoğu zaman meteliksiz kalır, kardeşinden maddi destek isterdi. Abdülhamid ise, Murad’ın aksine, ciddi, okumaya meraklı, genç bir adamdı. Sanat, müzik, bilim ve dünya meseleleriyle ilgilenirdi. Hesap kitap işlerinden iyi anladığı da bilinirdi, henüz tahta çıkmadan bile hayli varlıklıydı.

Sultan Abdülhamid, amcası ve babası gibi Dolmabahçe Sarayı’nda yaşamayı tercih etmedi. O tarz geniş ve muhteşem odalar kendi zevkine pek hitap etmiyordu. Büyük paralar harcanarak Avrupa üslubunda inşa edilen bu ihtişamlı sarayı babası Sultan Abdülmecid yaptırmıştı. Bilindiği gibi Abdülmecid inşaat harcamalarından dolayı çokça tenkit edilmiştir. Abdülhamid tahta çıktığında inşaatını amcası Abdülaziz’in başlattığı, daha küçük olan Yıldız Sarayı’nın tamamlanması için işe koyuldu. Sultan Abdülhamid ihtişamdan hoşlanmazdı; bilakis daha rahat, yaşanması kolay, küçük binaları tercih ederdi. Ancak hane halkı ve himayesindekilere tahsis edilmek üzere de geniş bir alana ihtiyaç vardı. Şahsi ikametgâhı ve çalışma ofisleri için büyükçe binalar yaptırırken, her bir zevcesi ve onların çocukları için küçük ve birçok başka işler için de onlarca küçük bina inşa ettirdi. İşte etrafı duvarlarla çevrili, ağaçlık arazideki bu yapı kompleksinin tamamına Yıldız Sarayı denir. Bu yapıların büyük kısmı hükümdarlığı süresince peyderpey eklenmiştir. İçlerinde tamirhane, silahhane, küçük bir porselen fabrikası, kendisi fevkalade bir marangoz olduğundan tam teçhizatlı bir marangozhane ile eğlence amaçlı inşa edilmiş bir tiyatro, suni göl ve birçok kameriye de yaptırmıştır. Yabancı devlet adamları için resepsiyonlar umumiyetle Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenir, sefirler ise Yıldız’da kabul edilirdi. Devlet başkanları fevkalade bir merasimle karşılanır, saray odalarının ihtişamına asker ve sivil paşaların göz alıcı şıklıktaki üniformaları da eklenirdi. Osmanlı merasim üniformaları renkli olmanın fevkinde, nişanlar ve altın sırma işlemelerle birlikte daha da dikkat çekiciydiler. Büyükbabamın atlara sevdası da dillere destandır. Şimdi umuma açık olan Yıldız ve Beylerbeyi saraylarındaki ahırlar, her at için bir oturma odası büyüklüğünde bölmelerin olduğu, pencerelerinin el işi oymalarla bezendiği, mimari ve estetik açıdan harikulade eserlerdi. Ahırların koridorları bile kristal avizelerle aydınlatılıyordu. Alman İmparatoru II. Wilhelm büyükbabamı ilk kez ziyarete geldiğinde3 bizzat şahsına tahsis edilmek üzere küçük bir köşk yaptırılmış, bu köşk sonrasında başka misafirler için de kullanılmıştı. Bu yapı, öyle bildiğiniz sıradan misafirhanelere hiç benzemez ama o gün olduğu gibi bugün de pek mütevazı isimle, Şale Köşkü ismiyle bilinir. Büyükbabam Yıldız’daki ofislerini gündelik işleri için kullanırdı. Her şeyi kendi yapmayı sevdiği ve başkalarına mümkün mertebe az iş emanet ettiği için de meşguliyeti pek fazlaydı. Ortalama günlük mesaisi 16 saatti ve koca bir imparatorluğu idare etmesi gerektiğinden çoğu zaman da fazla mesai yapıyordu. Araya onca marangozluk işini nasıl sıkıştırıverdiği ise bir muamma. Bıraktığı nice nadide el işine bakınca bu hobi için hayli zaman ayırdığı söylenebilir. Kayzer Wilhelm’in İstanbul’a ve dolayısıyla Yıldız Sarayı’na ikinci ziyareti, karısı İmparatoriçe Augusta’nın ve o sıralar yedi yaşında bir çocuk olan en küçük halam Prenses Refia’nın doğum günlerine rast gelmiş. Refia, Avrupa saraylarına baloya giden bir hanımefendi gibi giydirilmiş, görgü kuralları konusunda katı talimatlar verilmiş, tebrik konuşması ezberletilmiş ve uygun bir saray refakatçisi eşliğinde Şale Köşkü’ne, imparatorluk çiftinin huzuruna gönderilmiş. Halam imparator ve imparatoriçenin yan yana durdukları bir odaya götürüldükten sonra tatbikatını defalarca yaptığı reveransları sergilemiş, elmaslarla süslü altın bir fiyonga sarılı gül buketini imparatoriçeye vermiş ve ezberlediği cümleleri söylemeye başlamış. Ama o daha üç kelime bile söyleyemeden, Kayzer Wilhelm Refia’yı havaya kaldırıp iki yanağından öpmüş, ardından da eşine uzatmış. İmparatoriçe Refia’ya bir mücevher kutusundan çıkarttığı cicili bicili birkaç şeyle birlikte altın bir saat bilezik hediye etmiş. Halam Şale Köşkü’ne ‘grande-dame’ olarak girip oradan sıradan bir küçük kız olarak çıktığında hayal kırıklığı içindeymiş. Seneler geçti, o küçük kız mavi gözlü, platin sarısı saçlı, güzeller güzeli bir masal prensesi oldu, evlendi, iki çocuğu oldu ve ailesiyle birlikte sürgüne gitti.4 30’lu senelerde Nice’te misafirleri olduğumda halam bu hikâyeyi anlatıp saati gösterdi. Birkaç hafta sonra, büyükbabamın eski saray kuyumcusu Jacques halamı ziyarete geldiğinde, ona hikâyeyi anlatarak halamın saati göstermesini istedim. Yaşlı tilki saate zar zor bakıp “ah, altın kaplama” dedi. Kayzer’in saatinin eski olduğuna inanamayan eniştem daha sonra bir kuyumcuya göstermiş ve kuyumcu da yaşlı Jacques’ın teşhisini doğrulamış. Abdülhamid parlak zekâlı, büyüklü küçüklü meselelerin hallinde mahir bir adamdı. 600 küsur senelik imparatorluk tarihinde Osmanlı hükümdarları farklı dinlerin temsilcileri hariç hiç kimse için hürmeten ayağa kalkmamıştır. Fazlasıyla nazik olan büyükbabam için ise bir misafiri otururken kabul etmek kabalıktı. O sebeple, en yakınları dışında, odasına kim girerse girsin onu öylece koltuğunun yanında ayakta dururken ya da şöminenin rafında duran sigaralarıyla oyalanırken bulurdu. İran Şahı kendisini ziyarete geldiğinde5 de benzeri bir başka ufak mesele daha yaşanmış. At arabasıyla istasyondan saraya geçilirken nezaket icabı misafir hükümdar ev sahibinin sağına otururdu. Buna rağmen geçişi seyre gelen halk hükümdarlarını İran Şahı’nın solunda görmeyi istemezlerdi. Sultan Abdülhamid Han’ın bulduğu hal çaresi oğullarından birini ya da yakın bir  arkadaşını halkın görmeye aşina olduğu usulde misafirin yanına oturtması ve atları da kendinin sürmesiydi. Sürücü koltuğu soldaydı; bu sayede sultan ne şahı ne de izleyenleri gücendirmeyecekti. Gazi Osman Paşa Osmanlı-Rus harpleri sırasında askeri hünerleriyle, bilhassa yaralandığı Plevne muhâsarasında öne çıkmıştı. Büyükbabam, yakın dostu da olan paşayı cepheden dönüşünde mareşalliğe yükselttiyse de paşa halk arasında öylesine popüler bir figüre dönüştü ki, bu durum onu endişelendirmeye başladı. Bir taraftan ihtilalciler de Gazi Osman Paşa’yı kendi saflarına çekmeye çalışıyorlardı. İşte tam o sıralar büyükbabam paşayı Boğaz’da bir sandal sefasına davet etmiş. Boğaz’ın iki yakasında meraklı kalabalığın izlediği bu seyir sırasında sultan sohbeti kürek sporuna getirdiğinde paşa bu spora ilgisini ifade ederek bir türlü zaman bulamayışından dert yanmış. Bunun üzerine sultan kürekçilerden birine, yerini paşaya devretmesini emretmiş. Osman Paşa büyük keyifle küreğin başına geçmiş ve çekmeye başlamış. Kaşının üstünde birkaç damla ter beliriverince de sultan, paşanın ceketini çıkarması için ısrar etmiş. Daha önce hiç kimse, belki harp hali dışında bir sultanın önünde ceketini çıkarmaya cesaret edememiştir ve bu şanlı kürekçi sultanın ısrarları ve kendisinin itirazları sonucunda nihayet ceketini çıkarttığında muhaliflerin paşayı kendi saflarına çekme umutları da suya düşmüş. Her iki sahildeki belki binlerce kişi bu hadiseyi izlemiş ve ertesi gün İstanbul bunu konuşmuş. Halka göre yanında bu kadar rahat olabildiğine göre paşa hükümdarına çok yakın olmalıydı. Paşayı ihtilal hareketlerinin başında görmeyi hayal edenler ise, onun hükümdara yaranma derdindeki bir dalkavuktan başka bir şey olmadığını düşünüp vazgeçmişler. Paşa ise bu sandal sefasından hayli memnun, büyükbabama sadakati de misliyle artmış vaziyette ayrılmış.6 Tesadüfe bakın ki, Gazi Osman Paşa’nın iki oğlu da sonrasında benim iki halamla evlenmiş.7 Büyükbabamın meşhur Hope Elması8 dahil olmak üzere dünyanın en büyük montürlü ve montürsüz değerli mücevher koleksiyonlarından birine sahip olduğu, ziyaretine gelen kişilere paha biçilmez mücevherler bahşettiği düşünüldüğünde gerek çalışma masasında gerekse de kendi üstünde sıradan aksesuarlar taşıması garipti. Kol saati, sigara kutusu ve kol düğmeleri gibi şahsi eşyasının büyük kısmı çelikten üretilmişti.

II. Abdülhamid ABD Büyükelçisi ile değil pek sevdiği genç ataşe Lloyd Griscom ile muhatap olmayı tercih ederdi. Lloyd Griscom memleketine dönmek üzere kendisine veda ederken ataşeye hatıra olarak kapağı kendi elmas tuğrası ile işlenmiş fildişi bir sigara tabakası hediye etmişti. 1909’da büyükbabam tahttan indirilip de yerine küçük kardeşi Mehmed Reşad getirilirken, artık tecrübeli bir diplomat olan Lloyd Griscom da İran’a gitmek üzere İstanbul’a gelmiş. Sultana hürmetlerini sunmak, huzura çıkmak için olanlardan bihaber şekilde Yıldız Sarayı’na ulaşıp arabadan inerken başka bir arabaya binmek üzere olan büyükbabamla karşılaşmış. Büyükbabam Selanik’e sürgüne gönderiliyormuş ve apar topar trene yetiştireceklermiş. Büyükbabam Griscom’u fark edince ona doğru yönelerek İran’daki yeni vazifesi sebebiyle tebrik edip kendisinden bir yadigâr olsun diye cebinden çıkardığı çelik sigara tabakasını ona hediye etmiş. Seneler sonra, Lloyd Griscom’un Long Island’daki evinde, bu iki tabakayı vitrinde yan yana gördüm. Griscom ikincisinin kendi gözünde daha kıymetli olduğunu söylemişti. Sultan Abdülhamid, Ermeni sürgünlerinin galiz propagandalarında kana susamış bir despot gibi anlatılsa da, esasında tahta çıkışının ilk senesinde her ikisi de adi suçlardan olmak üzere sadece iki ölüm fermanı imzalamıştı. Sonrasında ise, hükümdar olduğu 33 sene boyunca ölüm fermanına mührünü basmayı katiyen reddetmişti. Devlete ya da şahsına bir tehdit oluşturduğundan şüphe ettiği kimselerin hemen uzak vilayetlere ya da Osmanlı sefaretlerine sürgün edilmesini emrederdi. Bunlar mütevazı makamlardan tutun da valiliğe, ataşeliğe ya da sefirliğe kadar değişirdi. Netice itibarıyla İstanbul dışındaki vilayetlerde hükümdarı temsil etmek işi kendisinden pek hazzetmeyenlere kalmış oldu. Bu durumda da haliyle Ermenilerin ve diğer düşmanların propagandalarının nasıl böyle tesir edip yayıldığına şaşmamak gerek.

AIMÉE

Türk tarihinin belirli dönemlerinde kadınlar da siyasetin gidişatını belirlemede önemli roller oynamışlardır. Mesela, Batı dünyasının Roxelana ismiyle andığı Hürrem Sultan. Hürrem Sultan her şeye kadir kocası Kanuni Sultan Süleyman üzerindeki muazzam etkisiyle, imparatorluğun idaresinde bazen alçakça da olsa önemli bir rol oynadı. Sultan Süleyman’ın en büyük oğlu Mustafa’ya tamamen haksız suçlamalarda bulunarak, kocasını oğlunu öldürtmeye bile ikna etmiş, böylece kendi vasıfsız evladını Osmanlı tahtının vârisi yapmayı başarmıştı. Bana kalırsa, Aimée du Buc Rivéry de böyle kadınlardan biri. Aimée on iki yaşındayken Fransa’ya gönderildi. 1786’da, on altı yaşındayken, Nantes’taki okulunda başrahibe tarafından mükemmel bir hanımefendi ilan edilerek, La Martinique’e dönüş yolculuğuna çıktı. Yola çıkar çıkmaz gemisi fırtınada battı ve bir İspanyol gemisi tarafından kurtarıldı. Ne var ki bu gemi de Cezayirli korsanların baskınına uğradı. Aimée Cezayir Beyi’ne verildi, Cezayir Beyi de genç kadını I. Abdülhamid’e hediye etmeye karar verdi. Ancak gemi yoldayken I. Abdülhamid vefat etti ve Aimée amcasının yerine tahta oturan III. Selim’in9 haremine girmiş oldu. Genç kadın harem hayatıyla Cezayir’de tanışmış olsa da Topkapı Sarayı başka bir âlemdi. Üstelik I. Abdülhamid yaşlıyken III. Selim henüz genç ve yakışıklıydı. Aimée haremde kara haremağalarından başka erkek görmemiş olsa da nihayet tesadüf eseri sultanla karşılaştıktan sonra onun hususi dairesinde yaşamaya başladı. Patrona Halil ayaklanmasından sonra II. Mahmud reşit olana kadar imparatorluk Aimée ve Alemdar Mustafa Paşa ikilisi tarafından idare edildi. Ta ki Alemdar Mustafa Paşa yeniçeriler tarafından öldürülene kadar. Aimée, II. Mahmud dizginleri eline aldıktan sonra bile imparatorluk meseleleri üzerinde büyük bir tesire sahip olmuştur. Mahmud, Fermân-ı Hümâyun ile Aimée’ye resmi Valide Sultan unvanını verdi ve onun İstanbul’a gelişiyle ilgili arşivlerdeki vesikaları itinayla yok ettirdi.

BURHANEDDİN EFENDİ

Sultan Abdülhamid’in en gözde oğlu olarak bilinen babam Mehmed Burhaneddin Efendi,11 erkek kardeşler içinde cuma namazlarına giderken makam arabasında hükümdarın yanında oturmasına müsaade edilen tek oğluydu. O sultanın yanında otururken büyük kardeşleri at üstünde arabanın arkasından eşlik eder, küçükler de evde kalırdı. Bu yüzden de, Ermeni ihtilalcilerin bombalı saldırıyla birçok masum insanı ve arabayı havaya uçurduğu gün babasıyla beraberdi.12 Bomba tertibatı, babam ile büyükbabam tam arabaya bindiği anda infilak edecek şekilde ayarlanmıştı. Talihe bakın ki, baba-oğulun o gün mutlak bir ölümden kurtulmalarının yegâne sebebi, imamın çatıdaki sızıntıdan şikâyet etmek için onları cami çıkışında durdurması ve meseleyle ilgili ricada bulunmasıdır. İmamın şikâyetini dinlemek bomba patlayana kadar onları oyalamıştır… Kaderin cilvesi olsa gerek, bu dünyadaki varlığımı o caminin çatısındaki bir sızıntıya borçluyum. Babam gençliğinde, önceki kuşağın İngiltere ve Fransa’da yetişmiş romantik şairlerine sadece hayranlık duymuyordu; pek çok eski fotoğraftan da görüldüğü gibi kendisi ve giyim kuşamı da onlara benziyordu.13 Babam fevkalade bir piyanist, tam tekmil bir müzisyendi ve hayatında müziğin çok mühim rolü vardı. Hatta en çok ilgilendiği mevzu müzikti, ömrü boyunca da bu böyle kaldı. Şayet bir hükümdarın oğlu olmasaydı, zamanının en büyük piyanistlerinden biri olabilirdi. Hayatımız kendimi bildim bileli hep müzik ve müzisyenlerle dolu oldu. Babamın müzisyenlere yüksek alaka gösterdiği kadar, onlar da babama derin bir hürmet gösterirler, virtüözlüğüne, müzik bilgisine ve sevgisine hayran olurlardı. Viyana’da bulunduğumuz dönemde Viyana Operası’nın yıldızları ile Viyana Senfoni Orkestrası üyeleri müzik odamızı sıklıkla provaları için kullanırlardı. Sonraki senelerde Paris’te ve New York’ta birçok solist ve opera sanatçısı evimizde sabahlara kadar aryalar söylemişlerdir. Bunların içinde Viyana’da Leo Slezak (meşhur aktör Walter Slezak’ın babası), Maria Jeritza, Lucie Weidt, Piccaver gibi isimleri hatırlıyorum. Paris ve New York’ta ise Lauritz Melcuor, Frieda Leider, Germaine Lubin, Emanuel List, Jarmilla Novotna, Lucretia Bori ve daha nicelerini saymak mümkün. Babamın siyasi fikirlerinin bugünkü liberallerin paralelinde olduğu söylenebilir. Sultan Abdülhamid’in en sevgili oğlu olsa da, kanaatleri sultan tarafından pek anlayışla karşılanmazdı ve o nedenle aralarında bazı tartışmalar çıkması kaçınılmazdı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Hatırat Tarih
  • Kitap AdıŞehzadenin Yüzyılı: Sultan 2. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları
  • Sayfa Sayısı216
  • YazarErtuğrul Osman
  • ISBN9789750863691
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur