Nefes kesen öpücüğü aklından çıkmıyordu…
Lykae klanından Bowen MacRieve, eşinin ölümüyle yıkılmıştır. Acımasız savaşçı kalpsizleşmiş ve o günden sonra hayatına kimseyi sokmamıştır… ta ki düşmanı Mariketa, içindeki en karanlık arzuları uyandırana dek. Şeytani güçler kıza karşı birleştiğinde, Bowen onu hayatta tutmak için tüm gücünü kullanacaktır.
Yavaş, ateşli dokunuşları dayanılmazdı…
Geçici bir süreliğine güçlerini kaybeden Mari, ezelî düşmanına güvenmek zorunda kalır. Bowen’ın taşlaşmış kalbini kimsenin yumuşatamayacağı söylenmektedir ama aralarında tutku alevlenmeye başlamıştır. Birlikte olmaları mümkün olmasa da, Bowen’ın Mari’yi bırakmak gibi bir niyeti yokmuş gibi görünmektedir.
Mari ve Bowen dört bir yanlarını saran kötülükten kurtulmayı başarabilecek midir? Mari, bedenini ve ruhunu isteyen Bowen’ı reddedebilecek midir? Yoksa ateşli düşmanı için her şeyi riske mi atacaktır?
“Büyü ve tutkuyu birleştirme işini Muhteşem Cole’a bırakın. Kitaplığınızda yer açın!”
***
GİRİŞ
Three Bridges Ormanı 1827 Kışı
Bedenimi işaretlemek istiyor… Dolunay karla kaplı zemini ve çorak ağaçları aydınlatıyor, Mariah’nın sarıya çalan yeşil elbisesini peşindeki canavar için bir işaret fişeği kadar belirgin kılıyordu.
Dişleriyle beni işaretleyecek, diye çılgınca düşündü, buzlanmış derenin üstünden sıçrayarak geçerken. Canavarın öfkeli kükreme sesi ormanda yankılandığında kız toprak sete takıldı. Ayağa kalmak için çılgınca çabaladı ve eve doğru koşturmaya devam etti.
Huş ağacının dallan saçlarını yoldu ve soğuktan uyuşmuş yüzünü çizdi. Dallardan kurtulduğunda tekrar yağmaya başlayan kar görüşünü engelledi. Karanlığın içinden gelen bir diğer haykırış gece yaratıklarını susturdu, kesik kesik soluklanma sesleri sağır edici bir hal aldı.
Bovven, genç kızlığından beri sevdiği adam, dolunay hakkında onu uyarmış, buna hazırlamıştı. ‘Değişeceğim, Mariah. Bunu kontrol edemiyorum. Ve sen hâlâ savunmasızsın…”
Bu gece Bowen’la buluşmak için ısrar etmişti, çünkü bu dönemin onun için ne kadar önemli olduğunu biliyordu ve adamın isteklerini sürekli reddetmesini telafi etmek istiyordu. Ama bu son saat içinde cesareti kırılmıştı. Sevgilisinin yüzüne bakmış ve ay ışığı onun yerine bir canavarı gözler önüne sermişti.
Yaratık, kızın dehşete kapıldığını anlamıştı. Işıl ışıl parlayan buz mavisi gözleri anlayışla kısılmadan önce hayvani bir arzuyla doluydu. “Kaç… Mariah,” diyerek kulağa yabana gelen bir sesle hırlamıştı. “Şatoya git. Benden… uzaklaş…”
Kız, onun hızla kendisine doğru geldiğini duyabiliyordu, hiç olmadığı kadar yakındı ama Mariah neredeyse gelmişti. Ormanın kıyısına geldiğinde aşağısındaki karlı ovada krallıklarının üç büyük nehrinin kesiştiği yerde yükselen şatoyu, evini gördü. Çok yakın.
Mariah, onu aşağıya götürecek kıvrımlı yola doğru hızla koştu. Yola girer girmez gözlerinin önünde bir hareketlenme oldu. Etrafı bir anda kanatlarını uyuşmuş yüzüne çarpan kuzgunlarla dolup taşmıştı. Önünü göremeden elini kolunu sallarken tökezledi ve buzlu kaygan zeminde dengesini yitirdi.
Yer çekimi yok oldu… Düşüyordu… Vadiden aşağı yuvarlanıyordu… Düşmenin etkisiyle ciğerlerindeki tüm hava boşalınca gözleri karardı. Hâlâ düşüyordu…
Yere indiğinde midesine saplanan, şiddetli bir darbeyle gelen berbat, ıslak bir sesle karşılaşmıştı, içine doğru inanılmaz bir acı yayıldı. Vücudundan çıkan keskin kütüğü algılayamayarak nefesini tuttu. Hayır… Hayır… olamaz.
Acı, içinde dondurucu bir baskı bırakarak azaldığında, krallığının oduncularından birinin kestiği huş ağacının kalıntılarına güçsüzce tutundu.
Her nefesinde ağzından kan geliyordu. Gözyaşları kadar yumuşak bir şekilde yüzünden akarak karın içine damlıyordu.
Three Bridges’ın Mariah’sı kendi evinde, ayın gölgesinde ölecekti.
Sersemlemiş bir halde gözlerini gökyüzüne dikmiş, canavarın kan kokusunu almjş gibi inanılmaz bir hızla kendisine doğru gelişini dinliyordu. Yanına ulaşmadan önce, Mariah artık yalnız olmadığını hissetti.
Başının üzerinde dönüp duran kuzgunları gördükten hemen sonra buz gibi dudaklar, dudaklarıyla buluştu. Boşluk ve kaos duygusu bir hastalık gibi içini sarmıştı. Boş yere kıvranırken Mariah’nın beyninin içindeki ses, iç karartıcı bir şekilde konuştu.
“Öl,” diyen ses, Mariah’nın kanlı ağzına doğru fısıldadı. Kız birdenbire kalbinin hareketsizliğini fark etti. Ciğerleri görevlerini bırakmış ve yüzündeki acı dolu ifade dinmişti.
Varlığı gitmiş ve yerini bir başka şeye bırakmıştı. Mariah’nın en son gördüğü şey, aya doğru hüzün içinde kükreyerek delicesine bir üzüntüyle göğsünü pençeleyen canavardı.
1.
Bölüm
Günümüz
İfritler’in Mezan, Guatemala Ormanları Tılsım’a Hücum’un Üçüncü Günü Ödül: Her biri yedi puan değerinde dört maya başlığı
Beklenen Mariketa arkasına dönmeden, “Sinsi sinsi beni mi izliyorsunuz, Bay MacRieve?” diye sordu peşindeki Lykae’ye. Bowen MacRieve mezar odasına giden karanlık koridorda onu sessizce takip ediyordu. Ancak kız -tıpkı üç gece önce Tılsım’a Hücum toplantısındaki gibi- onun kendisini süzdüğünü hissetmişti.
“Mümkün değil, cadı.” Bir İskoç’un anlaşılmaz aksanla gürlemesi nasıl bu kadar tehditkâr olabiliyordu? “Yalnızca almak istediğim şeyin izini sürüyorum.”
Mari her zaman giydiği kırmızı pelerinin kapüşonunun altından, adamın göremeyeceğini bilmesine rağmen ona yandan bir bakış attı. Omzunun üzerinde asılı duran fener sayesinde adamın yüzünü görebiliyordu ama kendi beğeni dolu bakışlarını gizleyebiliyordu.
Derin derin iç geçildi. Lykae erkekleri yakışıklı olmalarıyla nam salmışlardı ve gördüğü birkaçı da bu şöhreti hak ediyordu ama bu adam kalp atışlarını hızlandıracak kadar seksiydi.
Gür siyah saçları, oldukça pahalı görünen gömleğinin yakasına değiyordu. Son birkaç gündür sürekli olarak düşünmekten kendini alamadığı vücudu muhteşemdi. Boyu bir seksenin üzerindeydi ve koridor normal ölçülerdeki iki kişinin durabileceği kadar geniş olmasına rağmen adam omuzlan ve iri yapısıyla boşluğu dolduruyordu.
Ancak birçok çekici özelliğine rağmen onu oldukça özgün kılan özelliği gözleriydi. Gözleri, içinde fesat bir ışık barındıran parlak kehribar rengindeydi ve bu da kızın hoşuna gidiyordu.
Kendisi de birazcık fesattı.
“Bakmaya doyamadın mı?” diye sorarken adamın sesi iğneleyiciydi. Evet, o seksi bir adamdı ama ne yazık ki cadılara olan nefretiyle bilinirdi.
“Seninle işim bitti,” diye cevaplarken ciddiydi. Bir ölümsüz leşçi avı olan Amazing Race1 yani Hücum’u kendi türünde kazanan ilk kişi olmayı planlıyorsa kaba saba kurtadam savaşçılarına göz süzecek zamanı yoktu.
Kendi kendine omuz silkerek bir başka mezar odasına doğru devam etti. Burası onun ve diğer rakiplerinin sonu olmayan Maya mozolesinin derinliklerinde incelediği onuncu mezardı.
Adamı kaba tavrıyla şaşırtmış olmalıydı çünkü yeniden kadının peşine düşmesi biraz zamanını aldı. Boşlukta yankılanan tek şey, adamın artık gizlemek için zahmet etmediği güçlü ayak sesleriydi. Aralarındaki sessizlik işkence gibiydi.
Hemen arkasından gelen adam, “Mozolenin taş levhasını kim açtı?” diye sordu sonunda.
“Üç okçu elf ve iki iblis.” İki erkek ve bir kadın okçu yıldırım hızına sahip, ölümcül nişancılardı; inanılmaz derecede güçlü olan erkek Öfke iblisleriyse fiziksel kuvvetleriyle Lykae’lerden sonra ikinci sıradaydılar. Ancak onlar için bile mozolenin girişine çakılmış demir parmaklıkları yerinden oynatmak neredeyse imkânsızdı.
Zamanla ve depremler sonucunda kayan piramit şeklindeki yapının, demir parmaklıklar üzerinde tonlarca ağırlığıyla durduğunu fark etmişlerdi. Bunu yerinden oynatmak hepsinin işbirliği yapmasını gerektirmiş ve iki iblis kaldırırken, okçular altındaki devasa kaya parçasını iterek açmışlardı.
“Ve onca zahmetten sonra senin girmene izin mi verdiler?”
Durdu ve tekrar adama baktı. “Ne yapmaları gerekirdi. Bay MacRieve?” Diğerleri onun sadece içeri girmesine izin vermekle kalmamışlardı. Hiçbirini doğru dürüst tanımamasına rağmen dört ödül olduğu için birlikte çalışmayı onlar istemişti. İblislerden biri olan Cade, dışarıdaki geçitten onlarca metre aşağıya, ilk antreye inmesi için ona yardım bile etmişti. Daha sonra labirentteki odaları kontrol etmek için dağılmışlar ve bulduklarında diğerlerini uyaracaklarına dair irfan adına yemin etmişlerdi.
MacRieve, dudaklarını zalimce kıvırarak gülümsedi. ‘”Ben olsam ne yapardım, kesinlikle biliyorum.”
“Ben de nasıl misilleme yapacağımı kesinlikle biliyorum.” Adam kadının, kendisinden korkmamasına şaşırmış görünüyordu ama işin aslı kadın, -yükseklik ve büyük böceklerle karşılaşmadığı sürece- zaten kolay kolay korkmuyordu. Ayrıca Hücum’daki yarışmacıların ödül kazanmak için dünyanın dört bir yanında koştururken ne kadar tehlikeli olabildiklerini de iyi bilirdi.
Yalnızca yirmi üç yaşında olmasına rağmen Mari’nin Cadılar Evi tarafından yarışmaya gönderilmesinin nedeni Hücum’daki bu acımasızlıktı. Cadıların miskin Hayvan Evi olan gizli Ne w Orleans meclisinden çağrılarak yarışmaya gönderilmişti. Üstelik henüz ölümsüz bile olmamıştı.
Ancak Mari hileye başvurmaktan çekinmezdi ve çoğu cadının aksine hak ettiği takdirde birine zarar vermek için büyü yapmaktan kaçınmazdı; tabii taktirde istikrarsız güçleriyle bunu başarabilirse.
MacRieve neredeyse iki metrelik kurtadam boyuyla iyice yakınına geldi. Mariketa’dan en az otuz santim uzun ve yüzlerce kat güçlü olsa da kız dimdik durmak için kendini zorluyordu.
“Adımlarına dikkat et, küçük cadı. Benim gibi birini öfkelendirmek istemezsin.”
Hücum’un finaldeki ödülü Thrane’in Anahtarı denilen bir nesneydi ve bu anahtar, sahibinin geçmişe -yalnızca bir kez değil, iki kez- gitmesini sağlardı. Mariketa, adamın böylesine bir araç için kendisini y arışma dışı bırakmaya hazır olduğunu biliyordu. Bu yüzden bunu yapmasının mümkün olmadığına onu ikna etmek zorundaydı.
“Aynı şekilde, senin de beni öfkelendirmemen gerekir.” Başını kaldırıp adama bakarken ses tonu sakindi. “İstersem kanını aside dönüştürebileceğimi unutma,” diyerek açık açık yalan söyledi.
“Evet, gücün hakkındaki söylentileri duydum.” Gözlerim kıstı. “Doğrusu mozolenin kapısını parmağının bir fiskesiyle neden açmadığını merak ediyorum.”
Evet yoğunlaşırsa, eşi benzeri görülmemiş şanslı bir günündeyse ve başı ağrımıyorsa demir parmaklıkları kaldırmayı başarabilirdi. Ah, tabii bir de ölümcül bir tehlike içindeyse.
Gücü ne yazık ki adrenaline bağlıydı ve bu da gücünün sınırsız olduğu kadar kontrolsüz olmasına neden oluyordu.
“Kapıyı açmak için benimkine benzer bir büyü kullanmam gerektiğini mi düşünüyorsun?” diye sordu Mari küçümser bir ifadeyle. Blöf bahçesi devreye girdi. “Bu seni bir tüyü kaldırmak için çağırmaya benzerdi.”
Adam başım bir yana eğerek onu inceledi. Bir saat gibi gelen bir süre sonunda tekrar yürümeye başladı.
Mari rahatlamışçasına sessizce iç geçirdi, İrfan’daki herhangi biri gerçekte ne kadar hassas olduğunu anlarsa mahvolurdu. Bunu çok iyi biliyordu ama ne kadar uğraşsa da kayda değer bir gücü salıverip gözler önüne serdiğinde her şey bir patlamayla sonlanıyordu.
Şaşkın akıl hocası Elianna, “Atların güçlü bacakları vardır ama bu onların mükemmel birer balerin olacakları anlamına gelmez,” diye açıklamıştı. Kadim Elianna, büyülerinin tahrip edici doğasını kontrol etmek için her gün Mari’ye eğitim verirdi çünkü ince tasarlanmış büyülerin düşmanlarının içine daha büyük korku yayacağına inanırdı.
Ve Cadılar Evi korku simsarıydı.
Koridor nihayet korkunç yüzler ve hayvan oymalarıyla kaplı, geniş ve yüksek bir duvarla sonlanmıştı. Mari fenerini kaldırınca kabartmalar karanlığın içinde hareket ediyor gibi göründü. Buraya konulmalarının nedeni belli ki yana açılan ve sivri dişleriyle açık bir ağza benzeyen tüneli korumaktı.
Lykae’ye gelmesi için işaret etti. “Güzellerden önce yaşlılar. Bay MacRieve.” önce adamı, sonra da bir metrekareden daha geniş olamayacak girişi inceledi. “Sığabileceğini sanıyorsan.”
Adam hiç kıpırdamadan öylece durdu, harekete geçmek üzere olmadığı her halinden belliydi. “Bana sadece insanlar Bay MacRieve diye hitap eder.”
Kız omuzlarını silkti. “Ben insan değilim.” Annesi bir druiddi ve babası da ölmeden önce şaibeli şöhrete sahip bir büyücüydü. Bu yüzden arkadaşları Mari’ye cadı peri ya da bücür büyücü diye takılırdı. “Öyleyse sana Bowen ya da kısa haliyle Bowe diye hitap etmemi mi istiyorsun?”
“Bana arkadaşlanm Bowe der, yani sen bu adı kullanamazsın”
Ne kadar da gıcık… “Sorun değil. Sana uyan daha bir sürü isim biliyorum.”
Adam sözlerine aldınş etmedi. “Tünele önce sen git”
“Sence senin önünde ellerimin ve dizlerimin üzerinde gitmem uygunsuz olmaz mı? Ayrıca karanlıkta görmek için fenerime ihtiyacın yok ve önce sen gidersen beni atlatıp ödülü ilk alan olmayı garantilersin.”
“Arkamda bir şeyin ya da birinin olmasından hoşlanmam.” Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu ve bir omzunu taş duvardaki hırlar gibi ağzını açmış bir yüze dayadı. Kız, bir Lykae’nin tepeden bakan kurtadam şekline dönüştüğünü daha önce hiç görmemişti ama görenlerden öğrendiğine göre bu erkek gerçek ya da hayal ürünü her tür canavardan ürkütücü olabilirdi. “Aynca üzerinde o şirin pelerinin var,” diye devam etti adam. “Dolayısıyla sana dair… uygunsuz sayılabilecek herhangi bir şey göremeyeceğim.”
“Sözlerimi çarpıtıyor musun? Bilmeni isterim ki son derece şirin biriyim…”
“O halde neden pelerinin altına saklanıyorsun?”
“Saklanmıyorum.” Aslında tam olarak yaptığı şey buydu. “Aynca bunu giymekten hoşlanıyorum.” Nefret ediyordu.
Doğumundan önce bile, asırlar boyunca Cadılar Evi’nde doğanların en kuvvetlisi, Beklenen Kişi olacağı tahmin edilmişti ancak aynı zamanda dört yıl önce İrfan’daki bir erkeğin onu görüp sahipleneceği söylenmişti. Onu hapsederek hiçbir büyünün karşı koyamayacağı bir gaddarlıkla koruyacak ve Ev’i onun güçlerinden yoksun bırakacaktı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Bestseller Dizisi Edebiyat Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞehvetin Kölesi
- Sayfa Sayısı400
- YazarKresley Cole
- ÇevirmenAydan Şanlısoy Özbek
- ISBN9786053432135
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2014-02
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nefes Almadan ~ Gerard van Gemert
Nefes Almadan
Gerard van Gemert
Joey ve arkadaşları sahada maç yaparken, tanımadıkları bir çocuk kenarda oturmuş, onları izlemektedir. Joey onu maça davet edince çocuğun adının Adil olduğunu, sahanın yakınındaki...
- Kör Nişancı ~ Kurt Vonnegut
Kör Nişancı
Kurt Vonnegut
HEDEFİNİ TAMON İKİDEN VURANBİR ROMAN.Hiçbir şeye nişan almamıştım. Merminin herhangi bir şeye çarpmış olabileceğini düşündüysem de şimdi hatırlamıyorum. Muhteşem nişancıydım ne de olsa. Hiçbir...
- Değersiz Bir Hayat ~ Hanya Yanagihara
Değersiz Bir Hayat
Hanya Yanagihara
Üniversiteden tanışan dört erkek arkadaş: Nazik, yakışıklı ve oyunculukta kariyer yapmak isteyen Willem. Sanat dünyasına hızlı bir giriş yapmak isteyen, zeki ama bazen kalpsiz...