“Derler ki, ölümün bakışlarına müsadif olan ve hâlâ hayatlarını sürdürebilecek kadar talihli âdemoğulları, dünyevi olmayan o soğuk bakışların sahibi varlığın, fani ya da ruhani gözlerinde çoğu zaman merhametten iz bulunmadığına şahit olmuşlardır. Merhamet, ancak ihsan sahiplerine bahşedilmiş bir lütuftur. Bu haşiyede kendimle cebelleştiğim asıl sual şudur; her kim ki bir canı yaratıcısına döndürecek kadar gaddarlaşmıştır ve cezaya tabi olmamıştır, işte o âdemoğlunun, hayatın bir sonraki menzilinde dinmeyen bir azap ile cezalandırılacağını kim bilebilir?”
Şaşaalı geçmişi, heybetli yapıları, masalsı güzelliğinin yanında gizli loncaları, düzenbazları, sokaklarda kol gezen ölümü ve zulmü barındıran bir diyar Şehristan. Bizans döneminden beri nice imparatorlar, nice padişahlar görüp geçirmiş, adaletin kılıcı olmaya ant içmiş gizli bir cellâtlar loncasına kabul edilmesiyle hayatı değişen Yavuz Ali’nin, Pencüyek’in, Kara Agop’un, Ali Cengiz’in ve nicelerinin şehri.
Serhat Poyraz bu ilk romanıyla edebiyattaki örneklerinin açtığı yoldan ilerliyor. Okuru usta bir anlatıcının kelimeleriyle çevrelerken, ölümün soğuk teması karşısında insan ruhunda açılan uçurumlara dokunuyor; okuru gerçekle kurmacanın birbirine karıştığı sınırlarda gezdiriyor. Sırlarla bezeli ortak geçmişlerinin ışığında, birbirlerinin kaderini ellerinde tutan bir ustayla çırağın giriştiği kanlı mücadele yeni hesaplaşmaların kapısını aralıyor.
Tarihin karanlık sayfalarına tuhaf ve bir o kadar ilginç bir pencere açan Şehristan Rivayetleri okurunu Kostantiniye’nin tekinsiz sokaklarında, metnin sesinin peşinden koşmaya çağırıyor.
***
“Neden uyanıksın?
Birinin uyumaması gerekiyor.
Birinin nöbette beklemesi gerekiyor.”
Franz Kafka, Geceleyin
Yalancıtan
1
Derler ki, ölümün bakışlarına müsadif olan ve hâlâ hayatlarını sürdürebilecek kadar talihli âdemoğulları, dünyevî olmayan o soğuk bakışların sahibi varlığın, fani ya da ruhani gözlerinde çoğu zaman merhametten iz bulunmadığına şahit olmuşlardır. Merhamet, ancak ihsan sahiplerine bahşedilmiş bir lütuftur. Bu haşiyede kendimle cebelleştiğim asıl sual şudur; her kim ki bir canı yaratıcısına döndürecek kadar gaddarlaşmıştır ve cezaya tabi olmamıştır, işte o âdemoğlunun, hayatın bir sonraki menzilinde dinmeyen bir azap ile cezalandırılacağını kim bilebilir?
Meknûnî
Zarafet ve mahviyet ile erbaplara ihtiram eyleyerek başlarım ki, anlatacağım mükeyyif hikâye uzun zaman önce vuku bulmuştur. Bu hikâyeye kimileri inanmış, kimileri ondan ürkmüş, kimileri de gülmekten ölmüştür. Nice tarihler yaşanmış, fakat Kostantiniye ve Kayseriye dışında türlü uğraşlara ve tavsiyelere rağmen Rumiye’nin fethi henüz gerçekleşmemişken, atsız arabaların devrinde adı İstanbul diye anılacak şehrin büyük ve gizli loncaları olduğu rivayet edilmiştir. Evveliyatı bilinmeyen loncaların endamını kelimât ile izah eden bir Kostantiniye âlimi ya da kâmili çıkmamıştır. Lâkin bu loncalann hikâyeleri, mücadeleleri ve akıbetleri Kostantiniye’nin her köşesinde; neşeli bir meyhane masasında her an meye hevâperest bir sarhoş veya kıraathanelerde macera kitabı okuyarak gönülleri eğlendiren hayalperest kâtip ve hatip âdemoğlu tarafından söylenegelmiştir.
Fasl-ı zaman yavaş yavaş devrederken; neşesiz, gri bulutlar ile kapanmış Kostantiniye göğünün ardında nihan olan ve birkaç gündür küçücük bir füruzanını bile altındakilerden esirgeyen o altın küreden artık iyice ümit kesilmiş, zaten gamlı olan cefakâr âdemoğullarını son derece elemnâk kılan günler gelmişti. Hazan mevsiminin son günlerinde artık uzun sürecek bir dinlenmeye çekilecek olan bu hayat küresi, o günlerde sanki uykusu gelmiş yorgun biri gibi sabırsız davranıyor ve hayat veren sıcak, parlak saçaklarını onun sayesinde yaşayan âlemin üzerinden çekip, kendisine muhtaç fani kullarını zalim ayazlara mahkûm etmeye hazırlanıyordu.
Sandaldan henüz inmiş Agop, namı diğer Kara Agop, heybetli vücudunu hırçın denizde beşik gibi sallanan küçük sandala doğru çevirip sandalcıya birkaç kara kuruş attı, yavaşça kafasını kaldırıp yirmi dört pencereli geniş kubbesi ve yirmi dört revaklı avlusu ile önünde haşmetle dikilen, müminlerin gözlerine nişan olmuş Yeni Camii’nin üzerinden, kararmakta olan, namı gibi bulutlarla süslenmiş gökyüzüne baktı. O anda yara izleriyle bezenmiş, nursuz, esmer suratının ortasındaki hafif kemerli burnuna küçük bir yağmur damlası düştü. Yağmurun bereket olduğunu bile bile bu nimete beddua ederken, Eminönü’ndeki yedi cihana nam salmış aktarlarıyla ünlü baharat çarşısının yanındaki sokağın bağırışlarla dolu kalabalık bir köşesinde kim bilir hangi diyardan getirtilip köleler tarafından yisa mola istiflenen malların arasından geçmeye çalışıyordu. Yağmurlu havaları hiçbir zaman sevmemişti, sevemeyecekti. Zira her yağmur yağdığında, şiddetli başağrısı onu saatler boyunca rahat bırakmıyordu. Kuzeyin soğuk diyarlarındaki birbirlerini kovalayan kurtlar gibi oynaşan kara bulutlara tekrar nefretle baktı, ardından dikkatini önünde olup bitene vererek sokaklarda süren keşmekeşin içine doğru yavaşça ilerledi. Pazarın telaşlı ve daracık mahalle araları hesaba katılmazsa Eminönü’nün geniş meydanı kalabalıktan nasibini alan son günlerini yaşıyordu, zira mevsim hazandan kışa geçtiğinde yedi iklim dört bucaktan gelen ticaret gemileri azalıyor, çoğu kış uykusuna yatmaya hazırlanan mahlûkatlar gibi limanlara dinlenmeye çekiliyordu. Kara Agop dikkatle pazarın her tarafını süzdü, dişini karıştırmak için ağzında tuttuğu ot parçasını iki yana taranmış sık bıyıklarının arasından çekti, bir kenara fırlattı ve ellerini ceplerine sokup cellât mezatından ucuza düşürdüğü kadife astarlı uzun kaftanının derinliklerine gömüldü.
Önünde envai çeşit pazar tezgâhının kurulduğu iki katlı büyük bir ahşap binanın önünden geçerken durakladı ve köşede duran bir çocuğu uzun uzadıya izledi. Aslında günlerden beri buraya gidip geliyor, ilgisini çekmiş gözüken bu çocuğu da ilk defa görmüyordu. Çocuk daha eli yeni yeni kılıç tutacak, ama henüz se yek atamayacak yaşta, kendisi gibi siyah saçlı, henüz bıyıkları terlememiş, orta cüssede ve yırtık pırtık esvabından dilenci olduğu anlaşılan bir biçareydi. İlk bakışta tek bacaklı gibi gözüküyordu ki zaten dilenci loncasına bağlı bulunan -neredeyse- herkesin bedenlerinin bir uzvu eksikti.
Kara Agop, çocuğun olduğu yere bir kez daha baktı, fark ettiği teferruatları her zaman eksiksiz bir biçimde belleğine nakşeden o şahinvari keskin gözleri ile etrafta çocuğu gizlice yoklayan, gözleyen bir ustası olup olmadığını kolaçan etti ve birden yönünü değiştirip dilenci çocuğa doğru yöneldi. Aklı ona bazı işaretler gösteriyordu, bunun için -ki garipçe bir davranıştı- kendi kendine teşekkür etti. Aklı olmasaydı ne yapardı? Ağır adımlarla çocuğun önüne geldi.
Çocuk, vakit kaybetmeden dilenmek için ezberlediği sözleri içli ve yalvaran bir sesle ardı ardına, kendini acındırmayı umarak saymaya başladı.
“Ah vah demeyesin, kızanlarınla dar gün görmeyesin, gün görüp murat edesin, yaşlılıkta mihnet çekmeyesin. Elin darlık, gözün kesenin dibini görmesin. Üç gündür açım, Allah rızası için bir ta…”
Evet, vakit uygun, dedi içinden ve çocuğun sözlerini bitirmesine izin vermeden konuştu. “Ne kadar süratli koşabilirsin veledizina?”
Dilenci çocuk bu ani sual ile afallamıştı. “Açım,” diyebildi sadece ve eliyle bacağının eksikliğini gösterdi, zihni epeyce bulanmışa benziyordu.
“Tamam velet, martavalı bırak. Ne kadar süratli koşabileceğini söyle bana.”
Çocuk, soğuktan giysilerine sımsıkı sarılmış ama kendinden emin bir tavırla konuşan bu garip görünüşlü adamın yüzüne hâlâ alık alık bakıyordu. Ya onun ne söylemek istediğini pek kavrayamamıştı ya da anlamazlıktan gelmişti.
Kara Agop, kafasını sağa sola çevirip etrafını kolaçan ettikten sonra elini çarçabuk çocuğun olmayan bacağının boşluğuna attı, pantolonun arkasından sıkıca bağlanmış ipi bulup ustalıkla çözdü ve gözlerini çocuğun gözlerine dikti. Biraz önce yerinde olmayan bacak, şimdi diğerinin yanında sapasağlam, rahatça salınıyordu.
Agop dudaklarını ince bir çizgi oluşturacak şekilde gerdi. Dilenci çocuk tam kaçmak için hareketleniyordu ki, onu kolundan tutup durdurdu. Diğer elini de cebinden çıkardığında, avucunun içinde sonbaharın loş ışığında parlayan birkaç altın para vardı.
Çocuk, sarı renkli parlak madeni görünce yatışmış, hatta altınların büyüsüne kapılarak sakince Kara Agop’un suratını izlemeye koyulmuştu. Adamın suratındaki yara izi onu oldukça rahatsız ediyor gibiydi. “O altunî benim mi?”
Agop etrafına baktı. Başını çocuğun başına yaklaştırdı. “Senin olabilir. Ama hâlâ sualimi yanıtlamadın.”
Çocuk bir süredir bağlı kalmaktan dolayı uyuşmuş olan bacağını ovdu. “Of! Bilmiyorum ama senden süratli koşacağım kesin,” dedi ve sırıttı. Sırıtırken, beyaz dişleri bilerek kirletilmiş yüzünün ortasında gece bulutların arasından çıkan hilâl gibi parlıyordu.
“Âlâ,” diyerek gergin kaslarını rahatlattı Kara Agop ve çocuğun omzundan tutup yanına çekerek pazarın içine doğru yürümeye başladı. Önünde durdukları binanın köşesinden dönüp karşılıklı sıralanmış uzun bir tezgâh dizisi arasına girdiler. “Eğer söylediğim şekilde koşarsan bu altınlardan biri senin olabilir. Adın ne senin?”
“Yavuz Ali ama bizimkiler aralarında Horoz Ali derler.”
Çocuğun parlak gözleri hâlâ altınlardaydı. “Sadece koşacak mıyım?”
“Evet, Yavuz Ali,” dedi Kara Agop, birilerinin onları izleyip izlemediğini incelerken.
“Sadece omzunu sıkıp sana işaret verdiğimde olanca hızınla bu yolun sonuna dek koşup ortalıktan kaybolacaksın,” dedi. Griye çalan iki küçük şüpheci göz hâlâ etrafı tarıyordu. “Mutabık mıyız?”
Çocuk, Kara Agop’un soğuk, gri gözlerine baktı, ardından bakışları adamın elinde tuttuğu esedî altına kaydı. Bugünlerde bunun gibi bir şerifî, şahî veya sultanî altını bile insanı haftalarca idare edebilirdi. Zira dilenciler için altın, Kostantiniye’de pek de kolay elde edilebilen bir şey değildi.
“Sadece koşacaksam hayhay!”
Kara Agop çocuğu duymamıştı adeta. Gözlerini kısmış, kalabalık arasından birini seçmeye çalışıyor gibiydi. Bakışlarını kaydırmadan çocuğa cevap verdi:
“Sus ve sadece önüne bak. Sana söylediğim gibi, var gücünle koşacaksın.” Sesi adeta tehditkârdı. Aynı anda içindeki ona yol gösterdiğine inandığı ses de fısıldadı. Şimdi zamanı zaferyâb Agop! Yürü, talihin seninle!
Agop gözlerini kapadı, derin bir nefes çekti. Ardından yeni saptıkları yolun tam ortasına ilerledi. Üstten aşırtmalı beyaz keçeden yapılmış börkleri, şatafatlı kaşıkları, ökçesiz yemenileri ve kırmızı kaputları ile tam teçhizat nöbet bekleyen yeniçerilerin önünde denizin nemi yüzünden yer yer duvarlarında lekeler oluşmuş Salih Paşa Hanı’nın sokağa bakan duvarının önünden geçti. Agop oradan geçerken aynı zamanda önemli bir zat da hanın yanındaki binadan çıkıyordu. İki katlı binadan çıkan kalabalık ile pazar yerindeki insan karmaşası birleştiğinde tam bir kördüğüm olacaktı.
Kara Agop adımlarını zamanla yarışır gibi hızlandırdı. Çocuk, adamın soğuk ifadesinden ürkmüş, kendisine ne denilirse yapmaya hazır durumda onun adımlarına ayak uyduruyordu. Ona yetişebilmek için neredeyse koşuyordu. O anda Salih Paşa Hanı’nın iki katlı binasından çıkanlar ile pazardaki insanlar bir olmuş, fazla geniş olmayan cadde tam bir küçük kıyamete dönmüştü. Karmaşadan insana çok iyi faydalar gelebilirdi. Tabii bu, o insanın ne istediğine bağlıydı.
Çocuk koşarken bir an için adamın ifadesiz, sert yüzüne dikkatlice bakabildi. Adamın başının yan tarafındaki yaraları inceledi, haliyle adamın yüzünün güzel bir yanı yoktu. Çocuk bu yaraların nasıl olduğunu düşünürken aniden Kara Agop onun omzunu aniden bıraktı ve daha da hızlanarak kalabalıkta kayboldu.
Çocuk, altınları düşünerek onun peşini bırakmadı…
Kara Agop’un gözleri, avına atlamaya hazır kara bir parsınkiler gibi dikkatle ve sessizce kalabalığı süzüyordu. Arkasına gözucuyla kısa bir bakış atıp yolunca devam etti. Ağır hareketlerle elini kaftanının içine attı ve cebinden kısa saplı, ince, garip şekilli bir hançer çıkardı. Kalabalığın arasındaki önemli zatı koruyan, bellerinde âdemoğlunu tek darbede ikiye bölecek çifte su verilmiş yatağanlar kuşanmış iriyarı yeniçerilere doğru sinsice yaklaştı ve önündeki adamın geniş göğsüne yüklenirken hançeri, adamla kendi vücudu arasında sessiz, hızlı ve ölümcül bir yay çizdi. Her şey bir an içinde olup bitmişti. Hiç kimse ne olduğunu bile anlamamıştı, kimse kuşkulanmamıştı. Sadece adamın elini tutan, zümrüt yeşili gözlü, ala saçlı çocuk bir anlığına babasına yaklaşan adamın yüzünü görebilmişti. Agop bir adım geri çekilip kalabalığa karıştı. Ardından feryatlar yükseldi.
“Vay kuyumculara saldırdılar! Bre şerefsizler!” diye biri feryat etti. “Kanlı bıçaklara gelesiceler! Koşun ahali, Kuyumcubaşı İsa Efendi’ye kıydılar!” diye bir diğeri devam ettirdi.
Çocuk tam o anda Kara Agop’a yetişmişti, ama adamın yanına geldiğinde başına daha önce epeyce dert açan dilini yutuyordu. Zira tam Agop’un yanına geldiğinde, az ilerisindeki duran adamdan akan kanı görerek duraksadı ve şaşkınlıkla donakaldı. Alnındaki teri silerken Kara Agop ona doğru dönüp omzuna elini attı ve kendisine doğru çekti. Nursuz çehresi ifadeden yoksundu. Sesi bir tıslama gibi çıkmıştı. “Koş!”
Aynı anda, adamın elinden kayan parlak madenli bir nesne, koşmaya hazırlanan çocuğun cebine düştü.
2
“Hele şerefsiz kaçıyor, yakalayın!” diye yalandan nida eyledi tok sesiyle Kara Agop. Biraz önce göğsünden kan fışkıran adam şimdi köpükle beraber kan kusmaya başlamış, vücudu şiddetli titremeler ile sarsılarak etrafa toplanmış tüm ahaliyi sözlerle ifade edilmeyecek bir dehşete düşürmüştü. Kara Agop kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Buradan hızla ve şüphe çekmeden uzaklaşması gerekliydi. O an gözleri kendisine kilitlenmiş çocuğu pek de fark etmedi. Hemen önünde tebdili şaşmış bir şekilde duran genç yeniçeriyi kırmızı kaputundan tuttu.
“Çabuk onunla alakadar ol, ben o uğursuzun peşine düşeyim.”
Şaşılacak hadisedir; aklıevvel hiç kimse, o karmaşada şaşırmış yeniçeriler yerine bu garip adamın neden katilin peşine düştüğünü sorgulamayı akıl edememişti. Onu, adama doğru yaklaştığında görebilen tek kişi bir çocuktu, o da doğuştan laldi. Bu da Kara Agop’un şansıydı. Daha sonraları birkaç kişi, babası öldürülen o çocuğun her şeyi anlatıp Agop’u ele verdiğini rivayet etse de bu iddianın bizce aslı yoktur, uydurmadır.
Kara Agop çabucak kalkıp, çocuğun gittiği yöne doğru var gücüyle koşmaya başladı. Hava neredeyse kararmaya yüz tutmuştu. Yolun sonuna ulaştığında önce arkasından birisinin gelip gelmediğine baktı, ardından dikkatini geldiği yere verdi. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Sol tarafa giderse sandallara ulaşırdı, o yüzden kafasını sağ tarafına doğru hafifçe çevirdi ve Kostantiniye sakinlerinin terk ettiği, geçen seneki büyük yangından nasibini almış boş mahallelere doğru koşmaya karar verdi. Çocuk mutlaka buralarda bir yerlerde olmalıydı.
Koşarken bir yandan da işi bu kadar kolay halletmenin mutluluğunu hissediyordu içten içe. Katli gerçekleşen kethüdanın kendini koruyacak şansı olmamıştı. Kalabalıkta kimse ondan şüphelenmemişti; temiz bir iş olmuştu. Çocuk, tasarladığı gibi koşarak tüm suçu yüklenmiş oluyor, arkasından katili yakalayacağım diye seğirtmesi ise kendisini tamamen temiz kılıyordu.
Kimse göğsündeki o hançer yarasına ve ağıotu zehrine rağmen hayatta kalamaz, dedi içten içe gülerken. Ama sevinci kısa sürdü. Neredeyse Eminönü’nün, geçen yıl Çeribaşı Hadi Efendi’nin mübarek kellesinin toprakla buluşmasına neden olan yangında kül olmuş mahallelerine gelmiş ama çocuğu bulamamıştı. İnsanın içini delip geçen bakışları bu sefer yangın yüzünden terk edilmiş konakların üzerinde gezindi.
“Yavuz Ali!” diye tüm gücüyle bağırdı. “Daha fazla altın getirdim. Gel ve payına düşeni al!”
Kahrolası velet, neredesin?
Bir an çocuğu bulamamanın öfkesi ile daha onu koşarken yakalayıp öldürmenin iyi bir fikir olacağını kabul etti. Böylece onu düşünmekten ve çocuğun kendisini ele verme ihtimalinden kurtulmuş olurdu. Şansına lanet etti ve uçsuz bucaksız, ıssız mahallelerde küçük çocuğu aramaya devam etti.
~
Yavuz Ali pazarın bulunduğu sokağın sonundan sağa döndü ve olabildiğince hızlı bir şekilde Eminönü’nden arnavutkaldırımlı sokaklarını izleyerek yokuş yukarı koşmaya devam etti. Küçük kalbi, hızla geçtiği ev göğsünün içinde adeta hücum marşı çalan şanlı mehter takımının büyük kösü gibi inliyor, bu durum onu durmaya ve nefes almaya zorluyordu. Nitekim bir
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıŞehristan Rivayetleri
- Sayfa Sayısı168
- YazarSerhat Poyraz
- ISBN9786055340421
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviKırmızı Kedi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nâr-ı Aşk ~ Mine Sultan Ünver
Nâr-ı Aşk
Mine Sultan Ünver
Sultan kızı, sultan kardeşi, amcam I. Abdülhamidin en gözde yeğenlerindenim; güzelliğim dillere destan On sekiz yıllık hayatım boyunca ne arzu ettiysem yerine getirildi. İsteklerime...
- Dokuz Oda Cinayetleri ~ Ayşe Erbulak
Dokuz Oda Cinayetleri
Ayşe Erbulak
“Bazen romanın konusu bile okur için önemli değildir. Okur, daha önce tanıma şansına sahip olduğu yazarın anlatım, ifade gücü, kelime dağarcığının zenginliği, tasvir yeteneğinin...
- Bir Çırağın Öyküsü ~ Kemalettin Tuğcu
Bir Çırağın Öyküsü
Kemalettin Tuğcu
Yılmaz’ın hayatı, ilkokul üçüncü sınıfta, babasının geçirdiği kazadan sonra tepetaklak olur. Okulu bırakıp bir marangozhanede çalışmaya başlayan Yılmaz, sabahın alacakaranlığında, sıcak soğuk demeden atölyeye...