Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sefiller
Sefiller

Sefiller

Victor Hugo

JAN VALJAN, KOZET, KÜÇÜK GAVROŞ VE DİĞERLERİ…UMUDUM VE DİRENİŞİN UNUTULMAZ ÖYKÜSÜ… Paris’in ışıltılı resminin ardındaki yoksul dünya, çöken bir toplumun içinde hayat bulan diriliş…

JAN VALJAN, KOZET, KÜÇÜK GAVROŞ VE DİĞERLERİ…UMUDUM VE DİRENİŞİN UNUTULMAZ ÖYKÜSÜ…

Paris’in ışıltılı resminin ardındaki yoksul dünya, çöken bir toplumun içinde hayat bulan diriliş tohumları, geçmişi unutup yeni bir dünya kurmak isteyenlerin hikâyesi: Jan Valjan, Kozet, Gavroş ve diğerleri…

Yüz yılı aşkın bir süredir dünyanın neredeyse her köşesinde ve bütün dillerinde tekrar tekrar basılan, nesilleri aşan bir başyapıt!Ateşli bir yurtsever olan Victor Hugo (1802-1885), yurdunun çıkarları adına siyasal kavgalardan hiç çekinmedi. Bu yüzden de tam yirmi yıl sürgünde kaldı. Sefiller de bu yılların ürünüdür (1862). Hugo’nun dev romanı Sefiller, yalınlaştırılmış ve kısaltılmış biçimiyle genç okurlarını bekliyor.

İçindekiler
Doğru Bir Adam………………………………………………………………………. 7
Bay Madlen………………………………………………………………………………17
Tenardiye Hanı ……………………………………………………………………… 31
Küçük Kozet……………………………………………………………………………47
Bir Büyük Burjuva …………………………………………………………………65
Aydınlık ve Karanlık …………………………………………………………….. 81
Tuzak……………………………………………………………………………………….95
Temiz Bir Sevgi……………………………………………………………………..111
Kenevirciler Sokağı……………………………………………………………..120
Bir Başkaldırının Can Çekişmesi………………………………………136
Evlenme…………………………………………………………………………………154
Bağlanış …………………………………………………………………………………162

Doğru Bir Adam

1815 Ekimi’nin ilk günlerinde, günbatımından aşağı yukarı bir saat önce, yaya yolculuk eden bir adam, küçük D…. kentine giriyordu. Sağlam yapılı, bodur bir adamdı; kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Gözlerinin üstüne iyice indirdiği siperlikli deri kasketi, güneş yanığı yüzünün bir bölümünü gizliyordu, üzerinde sarı renkli kaba bezden bir gömlek, ip gibi bükülmüş bir kravat, yıpranmış pantolon, dirsekleri yamalı eski bir ceket vardı. Çok ağır torbasını sırtında taşıyor, düğümlü kocaman değneğine dayana dayana yürüyordu. Tabanları demirli pabuçlarının içinde ayakları çorapsızdı, saçları ağarmış, sakalı iyice uzamıştı.

O zamanlar D… kentinde bir han vardı, yörenin en güzel konutuydu, adam ona doğru yöneldi. Yeni gelen birisinin içeriye girdiğini gören hancı, başını kaldırıp baktı ve küçümseyici bir tavırla tepeden tırnağa süzdü onu. “Ne istiyorsun,” diye sordu ters ters. “Yemek ve yatmak,” dedi adam. “Param da var.” Koynundan kocaman bir deri kese çıkardı. Hancı bir an duraksadı, sonra aynı sertlikle devam etti: “Bütün odalarım dolu, sana yiyecek hiçbir şey de veremem, yemekler ancak müşterilerime yeter. Haydi çek arabanı!” Sesinin vurgusu yolcuyu titretti. Zavallı adam karşılık vermek için ağzını açacak oldu ama vazgeçti, başını eğip yere bıraktığı torbasını alarak çekip gitti. Ana caddeye saptı. Rasgele yürüyor, evleri sıyırarak geçiyordu. Arkasını dönüp baksaydı hanın kapısında dinelen hancının, çevresine topladığı han müşterileriyle yoldan geçenlere parmağıyla onu göstererek acele acele bir şeyler söylediğini görecekti. Ama arkasına bakmadı. Ezilmiş kişiler arkalarına bakmazlar. Gece yaklaşıyordu, bir başka barınak aradı. Lokantalı güzel oteller ona kapalıydı, gösterişsiz bir meyhane aramaya koyuldu. Karşısına ilk çıkan meyhaneye daldı. Gelgelelim, masa başında oturan müşterilerden bir balıkçı, atını ahırına bağlamak üzere hana gittiğinde orada olup bitenlere tanık olmuştu. Oturduğu yerden, hiç kimseye çaktırmadan meyhaneciye işaret etti, meyhaneci yanına gelince de kulağına bir şeyler fısıldadı.

Meyhaneci içeriye giren eli değnekli adama dönerek sert bir tavırla, “Ne istiyorsun,” diye sordu. Adamın karşılık vermesine zaman bırakmadan da ekledi: “Bas git buradan!” “Peki, nereye gitmemi istiyorsunuz?” “Başka yere!” Adam değneğiyle torbasını alıp gitti. Cezaevinin önünden geçiyordu. Kapısında zincire bağlı bir çanın asılı olduğunu gördü. Çaldı. Kapıdaki küçük pencere açıldı, cezaevi kapıcısının başı göründü. Adam, kasketini saygıyla çıkararak, “Bay kapıcı,” dedi, “beni bu gecelik burada yatırır mısınız lütfen?” “Cezaevi otel değildir,” dedi kapıcı soğuk soğuk. “Kendinizi tutuklattırın, o zaman kapıyı açarım size.” Ve küçük pencere kapandı. Gece ilerliyordu, Alp Dağları’nın soğuk rüzgârı esmeye başlamıştı. Adam, yürüdüğü sokak boyunca uzanan bir bahçe içinde alçak kapılı, tahtadan yapılmış derme çatma bir kulübe gördü. Yüreği ferahlamıştı, içini çekerek durdu. “Orada rahat ederim,” diye söylendi. Ne var ki tam başını eğip kulübenin içine kayacağı sırada yabanıl bir gürleme duydu. Başını kaldırınca, alacakaranlığın içinde kocaman bir buldog köpeğinin iri başı beliriverdi. Kulübe bir köpek yuvasıydı. “Burası bile,” diye haykırdı adam acıyla. Bahçeden çıkabilmek için değneğini kullanmak zorunda kaldı. Çünkü köpek azgın havlamalarla ona saldırıyordu. Sokaklar boyunca rasgele yürüdü, yürüdü… Çaldığı birkaç kapıdan daha kovuldu. Her kovulduğu yerden tek sözcük söylemeksizin uzaklaşıyordu. Böylece kilisenin bulunduğu alana ulaştı. Kiliseye doğru yumruğunu sıktı. Sonra, bütün umutları kırılmış, yorgunluktan bitkin durumda, orada bulunan bir taş sıranın üzerine uzandı. O anda kiliseden yaşlı bir kadın çıkıyordu. Karanlıkta uzanmış adamı gördü. “Çok kötü bir yatak, dostum,” dedi. “On yıl süresince tahtadan bir yatakta yattım,” diye yanıtladı adam, öfkeyle. “Bugün de taştan bir şiltem var.” “Geceyi böyle geçiremezsiniz. Üşümüşünüzdür. Karnınız da açtır.” “Her yerden kovuldum.” Yaşlı kadın, adamın kolunu tutarak, “Bütün kapıları çaldınız mı?” diye sordu. Sonra, alanın öte yakasındaki alçak küçük evi gösterdi: “Bu kapıyı da çaldınız mı?” “Hayır.” “Bu kapıyı çalın.” Kadın uzaklaştı. Adam homurdanarak ayağa kalkıp kendisine gösterilen eve doğru yürüdü. Kapıyı çaldı. “Girin,” dedi, tatlı ve yiğit bir erkek sesi. Adam kapıyı ardına kadar itti, içeriye girdi. Torbası omzunda, değneği elindeydi. Gözlerinde sert, atılgan, yorgun ve hırçın bir ifade vardı. Ocağın ateşi yüzünü aydınlatıyor, ona korkunç bir görünüm veriyordu.

Salonda üç kişi vardı, yaşlı iki kadınla bir papaz. İki kadını bir titremedir almıştı. Papaz, adama sakin sakin baktı. Adam, boğuk bir sesle, “Adım Jan Valjan,” dedi. “Kürek hükümlüsüyüm. Tam on dokuz yılımı zindanda geçirdim. Dört gün önce salıverildim. Dört gündür yoldayım, yürüyorum. Pontarliye Kasabası’na gidiyorum. Bugün kente geldiğimde akşam olmuştu. Bir hana girdim, sonra bir başkasına, beni hep kapı dışarı ettiler. Köpek yuvasına bile girdim, köpek beni ısırdı, kovaladı. Taş sıra üzerinde yattım. Yıldızlar görünmüyordu, yağmur yağacağını ve yağmur yağmasını engelleyecek bir Tanrı’nın bulunmadığını düşündüm. Bir kadın bana evinizi gösterdi, ‘Şu kapıyı da çalın!’ dedi. Çaldım. Nedir burası? Bir han mı? Param var, oda ücretimi ödeyebilirim. Zindanda on dokuz yıl çalışarak biraz para da biriktirdim. Çok yorgunum. Çok yol yürüdüm. Açım. Burada kalabilir miyim?” Papaz, iki kadından birine, yuvarlak yüzlüsüne dönerek, “Sofraya bir tabak daha koyun,” dedi. Adam, üç adım atarak masa üzerinde duran lambaya yaklaştı. Bakışlarında büyük bir şaşkınlık okunuyordu. Güçlükle duyulabilen bir sesle, “İyi duydunuz değil mi?” dedi. “Ben bir kürek hükümlüsüyüm, kürek cezasından geliyorum. İşte pasaportum. Görüyorsunuz ya sarı. Gittiğim her yerden beni kovdurmaya yarıyor. Üzerinde yazılanlara bakın. Okuyacağım size, çünkü okumasını biliyorum, zindanda öğrendim. ‘Jan Valjan, serbest bırakılmış kürek hükümlüsü, Pontarliye’de doğma, on dokuz yıl zindanda kalmıştır. Hırsızlıktan beş yıl, dört kez kaçma ya kalkışmaktan da on dört yıl hüküm giymiştir. Bu adam çok tehlikelidir.’ Öğrendiniz işte, herkes beni kapı dışarı ediyor. Siz yatacak bir yerle, yiyecek bir şeyler verebilir misiniz? Ahırınız var mı?” Papaz yine kadına döndü, “Boş yatağa temiz çarşaflar yayın,” dedi. Sonra adama döndü, “Oturun bayım,” dedi. “Yatağınız yapılana kadar ısının. Birazdan akşam yemeği yiyeceğiz.” Adamın yüzü kuşkunun, olağanüstü şaşkınlığın izleriyle doluverdi. “Demek beni alıkoyuyorsunuz,” diye mırıldandı. “Bana, ‘bayım’ diyorsunuz. ‘Defol köpek!’ demiyorsunuz. Yemek yiyeceğim. Herkes gibi çarşaflı yatakta yatacağım. Kimsiniz siz? Çok para vereceğim size. Hancısınız değil mi?” “Hayır. Burada oturan bir papazım. Paranız sizde kalsın. Ateşe yaklaşın. Buralarda gece rüzgârı serttir. Bayan, bu lamba iyi aydınlatmıyor. ” Yaşlı hizmetçi, efendisinin ne istediğini anladı. Oymalı gümüş şamdanları aramaya gitti. Bu iki şamdan yalnız önemli konuklar için masaya konulurdu. Yanmış olarak getirdi onları. Sofra örtüsünün üzerine, bu yalın evin tek süsü olan altı gümüş tabağı koydu. Adam titreyen bir sesle, “Papaz efendi, çok iyisiniz,” dedi. “Nereden geldiğimi saklamadığım halde beni evinize kabul ediyor, benim için şamdanlarınızı yakıyorsunuz!” Papaz yavaşça elini tuttu. “Bu kapı, içeriye girmek isteyene, bir unvanı olup olmadığını sormaz; ama bir acısı olup olmadığını sorar. Çünkü bu ev Tanrı’nın evidir. Adınızı öğrenmenin ne gereği var? Siz bana söylemeden önce biliyordum ben onu.” Adam şaşkınlıktan gözlerini açtı. “Gerçek mi? Nasıl çağrıldığımı biliyor muydunuz,” diye haykırdı. “Evet,” dedi papaz, “‘kardeşim’ diye çağrılıyorsunuz.” Bu sırada yaşlı hizmetçi, akşam yemeğini hazırlamıştı; çorba, bir parça et, incir, taze peynir ve kocaman bir çavdar ekmeği. Ayrıca, yıllanmış bir şişe şarabı da kendiliğinden eklemişti. Papaz, adamı sağına oturtmuştu. Bütün bu olup bitenler süresince hiçbir şey söylemeyen yaşlı kadın da onun karşısına oturdu. Adam, doymazcasına yemeye koyuldu. Ev sahipleri ona, insanın canını sıkan bir merakla değil, ama iyilikle bakıyorlardı. Yemek sona ermişti. Papazın kız kardeşiyle yaşlı hizmetçi, yatmak üzere yukarıya çıktılar. Papaz masanın üzerindeki şamdanlardan birini aldı, konuğuna dönerek, “Gelin bayım,” dedi. “Sizi odanıza götüreyim.” Az önce oturdukları salon gibi sade döşenmiş bir odaya geçtiler. Odanın dip tarafındaki girintiye bir yatak yerleştirilmişti. Papaz, şamdanı küçük bir masanın üzerine bırakarak, “Kendi evinizdesiniz bayım,” dedi. “İyi bir gece geçirmenizi dilerim. Yarın sabah yola çıkmadan önce ineklerimizin sütünden bir bardak için.” Bunun üzerine adam birdenbire boğuk bir sesle haykırdı:

“Beni bu kadar yakınınızda yatırıyorsunuz demek! Benim adam öldürmediğimi kim söyledi size?” “Bu Tanrı’yı ilgilendirir,” dedi papaz. Sonra, başını çevirmeden, arkasına bakmadan odasına girdi. Ama orada durmadı, evin arkasında bulunan küçük bahçeye geçti. Adam, mumu söndürdü, kendini giysileriyle birlikte yatağa attı, derin bir uykuya daldı. Gecenin ortasına doğru Jan Valjan uyandı. Oturduğu yerden çevresine bir göz gezdirdi. Jan Valjan, on dokuz yıldır bir damla gözyaşı dökmemişti. Bir ekmek çaldığı için beş yıl küreğe hüküm giymiş ve kaçma girişimlerinden ötürü cezasının ölçüsüzce uzatıldığını görmüştü. Karanlık ruhunda bir mahkeme kurulmuştu. Suçunu bağışlamıyordu, ama kendisini aç bırakan sonra da cezalandıran toplumu da suçluyordu. Ve günün birinde, işlediği suç ile verilen ceza arasındaki dengesizliğin sorumlusu olan adamlardan hesap sormakta duraksamayacağını söylüyordu. Bir an, Jan Valjan yeniden uyumak isteğine kapıldı, ama uyumadı. Aklı, yaşlı hizmetçinin birkaç saat önce masanın üzerine koyduğu gümüş takımlara takılmıştı. Ayağa kalktı, gürültü yapmaktan kaçınmak için ayakkabılarını çıkardı ve avına yaklaşan kedi gibi papazın odasına doğru yürümeye başladı, kapıyı yavaşça açarak içeriye girdi. Ay ışığı, uyuyan papazın sakin yüzünü aydınlatıyordu. Jan Valjan, gözlerini uyuyandan ayırmaksızın geriledi. Eli, kurulmuş bir makine gibi papazın başucundaki sepeti yakaladı. Yaşlı hizmetçi, gümüş takımlarını her akşam bu sepette saklardı. Sonra iri adımlarla dua odasına girdi ve bahçeye açılan pencereden atladı. Bir dakika sonra kırda çitleri, hendekleri bir kaplan gibi aşarak kaçıyordu. Ertesi sabah papaz, kız kardeşi ile birlikte sofraya oturmaya hazırlanırken yaşlı hizmetçisi çıkageldi. Sararmıştı, titriyordu. “Efendim,” diye haykırdı. “Dünkü adam gitmiş, gümüş takımlarımız da… Bizi soymuş!” “Yaa,” dedi papaz. Sonra ciddi ve tatlı bakışlarını hizmetçi kadına çevirerek, “Peki, bu gümüş takımlar bizim miydi? Bu adam da yoksul değilse nedir peki?” dedi. Hizmetçi tam karşılık vereceği sırada kapı açıldı. Jan Valjan’ı yakalayan üç jandarma önlerine kattıkları tutsaklarını hoyratça itip kakarak hep birlikte içeriye girdiler. Papaz, hiçbir şaşkınlık göstermeden Jan Valjan’a doğru ilerledi, “Neden gümüş şamdanları da alıp götürmediniz? Ben onları da size vermiştim,” dedi. Jan Valjan, bu çok sayın papaza yorumlanamaz bir bakışla baktı. Jandarmalardan biri saygılı bir tavırla sordu: “Öyleyse efendim, bu adam, gümüş takımları ona sizin verdiğinizi söylerken yalan söylemiyordu. Öyle mi?” “Yalan söylemiyor,” dedi papaz. “Bırakın gitsin.” Kabul törenlerinde masasını süsleyen iki gümüş şamdanı aldı. “İşte şamdanlarınız,” dedi. “Alın bunları.” Sonra, kendisine şaşkın şaşkın bakan ve eli ayağı tir tir titreyen eski kürek hükümlüsüne yaklaşarak yalnız onun işitebileceği bir sesle şunları ekledi: “Bu gümüşleri namuslu bir insan olma yolunda kullanacağınıza dair bana verdiğiniz sözü unutmayın, hiçbir zaman unutmayın. Jan Valjan, kardeşim, siz kötülüğe ait değilsiniz artık; ben sizin ruhunuzu satın aldım ve onu Tanrı’ya veriyorum.”

Bay Madlen

Bu olaydan birkaç yıl sonra küçük M… kentinin halkı, ülkenin en zengin kara kehribar ve incik-boncuk yapımcılarından birini belediye başkanı olarak seçiyordu. Ve aralık ayının bir akşam vakti, sırtında torbası, elinde düğümlü değneğiyle kente girişini hiç kimsenin anımsamadığı “Madlen Baba”, artık “Belediye Başkanı” oluyordu. Soyu sopu hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Bu yörelerin yabancısıydı. Yalnız kente geldiği günün öyküsü anlatılıyordu. O gün belediyede bir yangın çıkmıştı, bu adam alevler içine atılarak jandarma yüzbaşısının iki ço-

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Notre Dame´ın Kamburu ~ Victor HugoNotre Dame´ın Kamburu

    Notre Dame´ın Kamburu

    Victor Hugo

    Notre Dame Kilisesi’nin kambur zangocu Quasimodo, güzel çingene kızı Esmeralda’ya âşık olmuştur. Ne var ki velinimeti rahip Claude Frollo da bu kıza karşı ilgisiz...

  2. Bir İdam Mahkumunun Son Günü ~ Victor HugoBir İdam Mahkumunun Son Günü

    Bir İdam Mahkumunun Son Günü

    Victor Hugo

    Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü büyük bir...

  3. Bir İdam Mahkûmunun Son Günü ~ Victor HugoBir İdam Mahkûmunun Son Günü

    Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

    Victor Hugo

    Hugo, aydınlanmacı hümanizmin geleneğinde, suç ile ceza ilişkisinin insansız bir mıntıkada tartışılmasının anlamsızlığına işaret eder gibidir. Onun kişisi, hayat ile ölüm arasındaki dar sınır...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Öteki Rüzgâr – Yerdeniz Üçlemesi 5 ~ Ursula K. Le GuinÖteki Rüzgâr – Yerdeniz Üçlemesi 5

    Öteki Rüzgâr – Yerdeniz Üçlemesi 5

    Ursula K. Le Guin

    Yerdeniz’e yeniden gidip onu hâlâ hatırladığım haliyle bulmak, ama değiştiğini ve değişmekte olduğunu görmek beni çok memnun etti.” -Ursula K. LeGuin Yerdeniz’in son kitabı...

  2. Gregor ve Gri Kehanet/Yeraltı Günlükleri ~ Suzanne CollinsGregor ve Gri Kehanet/Yeraltı Günlükleri

    Gregor ve Gri Kehanet/Yeraltı Günlükleri

    Suzanne Collins

    TUTKUNU OLDUĞUNUZ AÇLIK OYUNLARI SERİSİNİN YAZARI SUZANNE COLLINS’TEN RENKLİ YENİ BİR DÜNYA! YERALTI GÜNLÜKLERİ SİZİ SOLUKSUZ TAKİP EDECEĞİNİZ BİR DÜNYAYA DAVET EDİYOR. Yazın başıdır...

  3. Demir Ökçe ~ Jack LondonDemir Ökçe

    Demir Ökçe

    Jack London

    Demir Ökçe, yazıldığı tarihten bu yana tüm dünyada muhalif sol hareketlerin başucu kitabı olan sıradışı bir anlatı. ABD ve dünyada sosyalist hareketin yükseldiği bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur