Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Seçilen
Seçilen

Seçilen

Thomas Mann

Thomas Mann, ünlü yapıtı Doktor Faustus’u yazarken sıra dışı bir kukla oyunu olarak tasarlamaya başladığı bu mizah dolu öyküsünde, yalnızca Ortaçağ’ın büyüleyici dekorunda geçen…

Thomas Mann, ünlü yapıtı Doktor Faustus’u yazarken sıra dışı bir kukla oyunu olarak tasarlamaya başladığı bu mizah dolu öyküsünde, yalnızca Ortaçağ’ın büyüleyici dekorunda geçen saray aşklarını, şövalyeleri, cahil köylüleri ve papalığın görkemini anlatmakla kalmıyor, ruhbilimsel açıdan Oedipus kompleksini, insan zaaflarını, arzunun çokyönlülüğünü ve günah öğesinin nedenlerini, siyasal açıdan da gücü ve güç dağılımını irdeliyor. Sibylla ve Wiligis adındaki kardeşlerin, narsistik ve aynı zamanda hermetik öğeleri içeren dışa kapalı aşklarını ve oğulları Gregorius’un geçirdiği iç yolculuk sonucunda olgunlaşarak tümü kapsayan evrensel boyutlardaki sevgiye ulaşmasını incelikli bir biçimde anlatıyor.

Thomas Mann’ın bu öyküsü, yaklaşık
1165-1210 yılları arasında yaşamış, Ortaçağ
Alman şairi Hartmann von Aue’nin Fransızlardan
alarak şiirsel bir eposa dönüştürdüğü,
destansı bir şövalyelik öyküsü olan
“Gregorius vom Steine”ye dayanır.

İçindekiler
Kim Çalıyor?……………………………………………………………. 13
Grimald ile Baduhenna ……………………………………………… 20
Çocuklar …………………………………………………………………. 26
Kötü Çocuklar………………………………………………………….. 40
Herr Eisengrein………………………………………………………… 48
Frau Eisengrein…………………………………………………………. 56
Bırakma…………………………………………………………………… 62
Beş Kılıç………………………………………………………………….. 68
Aziz Dunstan’ın Balıkçıları…………………………………………. 77
Anapara ………………………………………………………………….. 91
Yaslı ……………………………………………………………………….. 98
Yumruk…………………………………………………………………. 107
Keşif……………………………………………………………………… 114
Tartışma ………………………………………………………………… 119
Herr Poitewin…………………………………………………………. 130
Karşılaşma……………………………………………………………… 141
Teke Tek Dövüş………………………………………………………. 151
El Öpme ……………………………………………………………….. 164
Sibylla’nın Duası…………………………………………………….. 170
Düğün…………………………………………………………………… 178
Jeschute ………………………………………………………………… 182
Ayrılış……………………………………………………………………. 192
Taş ……………………………………………………………………….. 201
Kefaret ………………………………………………………………….. 210
Vahiy…………………………………………………………………….. 217
İkinci Ziyaret………………………………………………………….. 230
Bulunma ……………………………………………………………….. 242
Değişim…………………………………………………………………. 251
Çok Büyük Bir Papa ………………………………………………… 256
Penkhart………………………………………………………………… 266
Huzura Kabul ………………………………………………………… 273

Kim çalıyor?

Çan sesleri, supra urbem çan yağmuru, tüm kentin üzerinde tınıyla dolup taşan havasında! Çanlar, çanlar; Babil’e özgü bir karmaşa içinde yuvalarında olabildiğince kavisler çizerek sallanıyor, yavaş ya da hızlı, tiz ya da pes sesler çıkararak beşik gibi gidip geliyorlar. Ne ölçüleri ne de uyumları var. Tümü tokmaklarının çınlamasıyla, kendi sözlerini bile keserek, metalin coşkusunu var gücüyle dışa vurmasına olanak vermeden bir sarkaç gibi aynı anda öylesine hızlı öbür yana yetişip bir ağızdan kendi seslerine ses katıyorlar ki, henüz “In te Domine speravi” yankılanırken “Beati, quorum tecta sunt peccata” araya giriyor ve tüm bu tınılara, rahibe yardım eden çocuk ayin çanına dokunmuşçasına daha küçük tapınakların çanlarının berrak sesi karışıyor.

Sesleri, hem yükseklerden hem derinlerden, hac yerinin yedi kutsal noktasından, iki kez dönüp dolaşan Tiber’in her iki kıyısındaki yedi bölgenin tüm kiliselerinden, Aventin’den, Roma’daki kutsal bölgelerden, Lateran’daki Aziz Johannes’ten, anahtarların sahibinin mezarının üzerinden, Vatikan’dan, Santa Maria Maggiore’den, Foro’daki Santa Maria’dan, Domnica’dan, Cosmedin’den ve Trastevere’den geliyor. Ara Celi’den, duvarların ardındaki Aziz Pavlus’tan, Banden’deki Aziz Petrus’tan ve Kudüs’te kutsal çarmıhın yuvası olan yerden de. Bunlara ayrıca mezarlıklardaki tapınaklardan, bazilikaların duvarlarının ardından ve sokak aralarındaki küçük tapınaklardan gelen çan sesleri de katılıyor. Bu yerlerin adlarını sayan ve de onların unvanlarını bilen bu adam da kim? Rüzgârın ya da fırtınanın Eol harpının tellerini tarayıp yakın ya da uzak ayrıcalığı gözetmeksizin tüm sesler dünyasını, dönen ve savuran bir uyum içinde uyandırdığı gibi, burada da tınılar bronzda yorumlanıp dağılarak havayı sarıyor. Tüm bunlar büyük şölen ve önemli geçit alayı için.

Çanları kim çalıyor? Zangoçlar değil. Onlar da halkın tümü gibi sokağa fırlamışlar. Çanlar öylesine çılgınca çalıyor ki! İnanın çan kuleleri bomboş! Halatları da hareketsiz. Oysa çanlar gidip geliyor, tokmakları da çın çın çınlıyor. Böyle bir durumda insanın, “Öyleyse onları hiç kimse çalmıyor mu?” diye sorması gerekir ama yalnızca dilbilgisinden ve mantıktan yoksun bir zihin böyle bir soru üretebilir. “Çanlar çalıyor” demek, “biri tarafından çalınıyor” demektir. Oysa çan kuleleri boş. Öyleyse Roma’nın çanlarını kim çalıyor? Öykü ruhu. Her yerde olabilir mi, o, hic et ubique, 1 sözgelimi aynı anda hem Velabro’daki Aziz Johannes Kulesi’nde hem de ürkütücü Diana Tapınağı’nın sütunlarını hâlâ koruyan yükseklerdeki Santa Sabina’da? Kutsanmış yüzlerce yerde birden olabilir mi? Aslında olabilir. Hava gibidir o. Cismi yoktur. Her yerdedir ve burada ya da orada gibi ayrımları yoktur. “Bütün çanlar çalıyor,” diyen de, onları çalan da odur. Bu ruh öylesine tinsel ve öylesine soyuttur ki, dilbilgisi açısından ondan yalnızca üçüncü şahıs kullanılarak söz edilebilir ve ona, “Odur,” denebilir ama aslında o kendisini bir insanın içinde de yoğunlaştırabilir, yani birinci şahıs da olabilir ve onun adına konuşan birisinin bedeninde vücut bulup, “Ben oyum. Ben, Aleman’ların ülkesindeki St. Gallen Manastırı’nın kitaplığında, bir zamanlar Kekeme Notker’in oturduğu yerden size eğlenmeniz ve ders almanız için bu öyküyü anlatan öykü ruhuyum. Söze, öykünün lütuf dolu sonuyla başlıyorum ve Roma’nın çanlarını çalıyorum. Yani size alayın geçtiği o gün tümünün kendiliğinden aynı anda çalmaya başladıklarını aktaran benim,” diyebilir.

Ayrıca ikinci şahıs zamirinin de hatırı kalmasın diye bunu şu soru da izleyebilir: “Öyleyse, ‘Notker’in masasında oturuyorum ve öykü ruhuyla bütünleşiyorum,’ diyen sen kimsin?” Ben ordinis divi Benedicti1 İrlandalı Clemens’ im. Bu yeri, bir kardeşçesine kabul gören bir konuk ve aynı zamanda Aziz Gallen ve Aziz Columbanus zamanından beri yurdumla İsa’nın bu güçlü kalesi arasında süregelen ilişkileri pekiştirmek için İrlanda’daki yuvam Clonmacnois Manastırı’nın Başrahibi Kilian’ın yolladığı bir elçi olarak ziyaret ediyorum. Yolculuğum boyunca Fulda, Reichenau, Gandersheim, Regensburg’daki Aziz Everan, Lorsch, Echternach ve Corvey gibi birçok ciddi öğretim yerine ve esin kaynağına uğradım. Ama burada, Protestanlara özgü duaların ve ilahilerin kayıtları olan yazıların üzerinde göz alıcı kırmızı, yeşil, mavi ve mor ışıltıların oynaştığı, değer biçilemez altın ve gümüş kitap süslemelerinin gözü okşadığı, koro şefinin yönetiminde rahip kardeşlerin ilahileri başka hiçbir yerde duyulamayacak denli güzel söyledikleri, bedensel beslenmeye yarayan hafif kahvaltının ve onunla birlikte içtenlikle sunulan sözünü etmeye değer az miktardaki şarabın kusursuz olduğu ve yemeklerden sonra avludaki fıskiyelerin çevresinde çok rahat dolaşılabildiği bu yerde, Gozbert adındaki saygıdeğer başrahibin, üzerinde yılanların bedenine dolandığı bir kuzu, haçı ağzının arasına almış bir ejderha başı ve şeytanın hiç olmazsa bir yudum içebilmek için kapmaya çalıştığı İsa’nın kanıyla dolu bir kupayı kurtarmaya çalışan cemaatin betimlendiği bir İrlanda haçını büyük bir incelikle yerleştirdiği, her zaman konuklar için hazır bekletilen hücrelerden birinde bir süre daha kalacağım.

Ben, Aziz Patrik’in koylarla dolu bir adası olan yurdumun her şeyine, meralarına, fundalıklarına ve bataklıklarına bile çok bağlıyımdır. Yurdumun havası nemli ve yumuşaktır. Belirli bir oranda inzivayla birlikte uygulanan disiplinli bir eğitimin verildiği bizim Clonmacnois Manastırı’mızın havası da öyledir. Ben de Başrahibimiz Kilian gibi, doğruluğu kanıtlanmış bir görüş olan İsa’nın dininin ve eski öğretilerin incelikten yoksun davranışlarla savaşmakla birlikte ele alınması gerektiği kanısındayım. Bunlardan birinde cahil olan öbüründe de cahildir ve birinin kök saldığı yerde öbürü de gelişmeye başlar. Aslında deneyimlerim bana günümüzde, bizim kardeşler topluluğumuzun kültürünün antikçağların kültüründen çok az yararlanan ve içlerinde Alman keşişleri kadar kötü olmasa bile acınası bir Latinceyle yazanların yer aldığı Roma’daki din adamlarınınkine oranla çok daha yüksek bir düzeye ulaştığını gösterdi. Augustiyen olduğu kesin olan biri bana geçenlerde şöyle yazmış: “Habeo tibi aliqua secreta dicere. Robustissimus in corpore sum et saepe propterea temptationibus Diaboli succumbo.”1 Bu, ne biçim ne de başka açılardan tutarlı ve büyük bir olasılıkla böylesine köylüce bir saçmalık hiçbir zaman bir Romalının kaleminden çıkmaz. Ama sakın sadık bir çömezi olduğunu açıkça belirttiğim Roma ve onun yüceliğiyle ilgili olumsuz sözler söyleyeceğimi sanmayın. Yalnız biz İrlandalı keşişler her zaman bağımsız davranmış, ilkçağlarda Hıristiyanlıkla ilgili vaazlar vermiş, Burgonya’dan Frizya’ya ve Thuringia’dan Alemanya’ya dek bu konuda övgüye değer görülmüş ve oralarda inancımızın ve görevimizin kaleleri olan manastırlar inşa etmişizdir. Bu, ilkçağlardan beri Lateran’daki kardinali Hıristiyan kilisesinin başı olarak tanımadığımız ve onu neredeyse kutsal bir varlık olarak görmediğimiz anlamına da gelmez. Bu, yalnızca kutsal dirilişin gerçekleştiği yeri, Aziz Petrus’unkine yeğlediğimizi gösterir. Kudüs, Efes ve Antakya kiliselerinin Roma’dakinden daha eski çağlara dayandığını söylemek gerçeğe pek aykırı olmaz ve eğer Roma Kardinalliği’ni, adı ne olursa olsun, bazı işgüzarları çağrıştırsa bile, hiçbir zaman karalanamayacak olan Petrus kurduysa, ki o kurmuştur, bu gerçek tartışmasız Antakya’daki dinsel topluluk için de geçerlidir. Her nedense yalnızca Matta’da değinildiğine göre, efendimiz olan Kurtarıcı’mız Petrus’u burada aşağıda vekili olması için çağırmış ama o bu vekâleti Roma’daki kardinale devrederek dünyadaki tüm piskoposlukların yetkisini ona vermiş. Bunu Matta’da okuyabilirsiniz. Biz Bizans çağıyla ilgili kararname ve antlaşmalarda havarinin ardılı Papa Linus’un atama töreninde yaptığı konuşmayı okurken öğrendik bunu. Bence bu, bağlılığımızı kanıtlamak için zor bir sınamaydı ama ruh gücünü kanıtladı ve inancın nasıl sarsılmaz olabileceğini gösterdi.

Öykü ruhunun bedenine girdiği alçakgönüllü biri olarak benim gibilerin Sella Gestatoria’ya çağrılmalarının seçimlerin en yücesi ve en kutsalı olduğuna inanıyorum. Adımın Clemens olmasından da Roma’ya olan bağlılığım hemen anlaşılıyordur. Aslında gerçek adım Morhold ama bu adı hiçbir zaman sevemedim. Bana puta tapan ilkel birinin adıymış gibi geliyor. Püsküllü kuşağı olan bir cüppeyle dolaşan birinin Morhold gibi bayağı bir adı olmasın ve Aziz Pavlus’un Efeslilere “Yeni bir insana dönüşmek” diye tanımladığı niteliğe sahip daha incelikli biri olayım diye cüppemi giyerken Petrus’un üçüncü ardılı olan Clemens’in adını aldım. Evet, artık Morhold’un yeleği içinde dolaşan etten kemikten yapılma bir bedenden çok, beline kuşak sarılmış ruhsal bir bedenim. Sonuçta, daha önce değindiğim gibi öykü ruhu bedenime girdi. Oysa, içinde bu ruhun yeniden doğabileceği kadar değerli bir bedenim yok. Bu, bedenime girdi sözünü pek sevmiyorum; çünkü Morhold adıyla birlikte yadsıdığım beden, etten ve kemikten yapılma ve tümüyle şeytanın egemenliği altında. Bu nedenle her türlü iğrençliğe ve kötülüğe yatkın. Bunları yapabilecek yeteneği de var. Ruhun taşıyıcısı ve Tanrı’nın takdiri olmasına karşın bu gibi işlerden neden bir türlü vazgeçemediğini anlamak zor. O olmasaydı bunlar dayanaklarından yoksun kalırdı. Bu nedenle bedenin vazgeçilmez bir kötülük olarak değerlendirilmesi gerekir. Ona en uygun tanım budur. Kaçınılmaz gerekliliğine karşın iticiliği göz önünde bulundurulduğunda daha abartılı bir tanım da gerekmez. Bu denli bedensel iğrençliklerle dolu olan ve bedenin kendisini nelere kaptırabileceğini gösteren ürkünç kanıtlarla dolu bir öyküyü (daha önce de anlatıldı, üstelik eksik de olsa birkaç kez) korkmadan ya da duraksamadan anlatacak ya da yineleyecek birinin gönlü, bedeni böyle bir ruh taşıyor diye abartılı bir biçimde övünmeye nasıl razı olabilir ki!

Hayır, aslında öykü ruhu, İrlandalı Clemens adındaki keşişin, yani benim bedenimde yoğunlaştığından beri kentin belli başlı unvanı olan bazilikalarında tüm çanları çalabilecek kadar soyutluğunu koruyabilmiş. Bu gerçekle ilgili iki noktayı belirtmeye değer. Bu elyazmasını okuyanın gözünden belki de kaçmış olabilir ama birinci nokta olarak öncelikle oturduğum yeri, yani St. Gallen’de, Notker’in yazı masasında oturduğumu daha önce de belirtmiştim ama bunları parşömen kâğıdına iyi eğitim görmüş birine ait olduğu hemen göze çarpan süslü ve işlek elyazımla, harfleri küçük küçük yazarak, Kurtarıcı’mızın doğumundan sonra hangi yılda ya da kaçıncı yüzyılda burada oturup yazıya geçirdiğimi belirtmemiştim; çünkü bu yazdıklarımın belirli bir tarihi yok. Buradaki Başrahibimiz Gozbert’in adını bilmekle de zamanı saptanamaz; çünkü bu öykü zaman içinde sık sık yineleniyor ve anlatmaya kalktığınızda bu ad kolayca Fridolin ya da Hartmut’a dönüşebiliyor. Eğer biri bana art niyetle ya da şaka yollu nerede olduğumu bildiğimi ama bunun ne zaman olduğunu nasıl olup da bilmediğimi sorarsa, ona hiç kızmadan ortada bilinecek bir şey olmadığını; çünkü öykü ruhunun insana dönüşmüş biçimi olduğum için ikinci nokta olarak değindiğim soyutluktan hoşnut olduğumu söylerim.

İşte şimdi ürkünç ama ürkünç olduğu kadar da eğitici bir öyküyü yazarak aktarmaya başlayacağım ama dilinin Latince, Fransızca, Almanca ya da Anglosakson dillerinden hangisi olacağı belli değil. Aslında hepsi aynı kapıya çıkar. Helvetiya’da yaşayan Aleman’ların kullandığı Tuidiskece yazdığımı varsayalım. Böyle bir durumda bu dil ertesi gün kâğıdın üzerinde İngilizceye dönüşebilir. Ben de İngilizce bir kitap yazmış olurum. Kesinlikle tüm dilleri bildiğimi iddia etmek gibi bir amacım yok ama tüm diller yazımda bir arada akıyor ve bütünleşiyor, yani kısacası “dile” dönüşüyorlar; çünkü öykü ruhunun özgürlüğü soyutlamaya dek uzanır ve bunun tek aracı da dilin kendisidir. Dil ne deyimleri ne de ulusal dilbilgisi tanrılarını umursayarak kendisini tek mutlak olarak ortaya koyar. Öyle düşünmek çoktanrılılık ya da putlara tapma anlamına gelir. Oysa Tanrı ruhtur ve “dil” dillerden üstündür.

Kesin olan tek şey, çok da saygı duymadığım kısa dizeler yerine düzyazıyı kullanacak olmam. Bu konuda, büyük bir yasa koyucu ve ülkelerin etkilendiği bir yargıç olmakla kalmayıp dilbilgisinin ve ayrıca doğru ve anlaşılır düzyazının bıkmaz koruyucusu İmparator Karl’ın izinden gidiyorum. Yazıya yalnızca ölçü ve uyağın tam anlamıyla biçim verdiğini her zaman duymuşumdur ama doğru dürüst biçimi ve çok daha incelikli ve çok daha az göze batan ritmik kuralları olan düzyazıya karşın, üç ya da dört kısa ya da uzun ölçü kullanıp hoplaya zıplaya daktiller ve anapestler arasında tökezlemekle ve sondaki sözcüklerde baştan savma uyaklar kullanarak bir biçim bütünlüğünün nasıl elde edilebileceğini doğrusu merak ediyorum.

Şöyle başlasam:

Bir prens vardı; Grimald’di adı

İnme indi, bedeni soğuk, yatakaldı.

Geride güzel ikizlerini bıraktı

Onlar da amma günahkâr bir çift çıktı!

Ya da bunun gibi bir şeyle söze başlasam, incelikli öykümü sunduğum ve Fransız, İngiliz ya da Alman olsun, benden sonra gelenlerin yararlanıp arzu ederlerse kendi kısa dizelerini kurabilecekleri, dilbilgisi açısından doğru ve onurlu düzyazımdan daha mı doğru dürüst olur?

Önsöz olarak söyleyeceklerim bunlar. Artık başlıyorum.

Grimald ile Baduhenna

Bir zamanlar Flandre ve Artois’da Grimald adında bir dük vardı. Kılıcının adı Eckesachs, Kastilya savaş küheylanının adı da Guverjorss’tu. Tanrı katında ondan daha gözde bir prens olamazdı diyebiliriz. Gözüpek bakışlarını ölüm ve miras yoluyla sahiplendiği gelişmiş kentleri…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıSeçilen
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarThomas Mann
  • ISBN9789750725289
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Lotte Weimar’da ~ Thomas MannLotte Weimar’da

    Lotte Weimar’da

    Thomas Mann

    Thomas Mann’ın ilk kez 1939 yılında yayımlanan ünlü romanı Lotte Weimar’da, modern Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri, Mann’ın büyük usta Goethe’ye gönderdiği çok...

  2. Doktor Faustus ~ Thomas MannDoktor Faustus

    Doktor Faustus

    Thomas Mann

    Elimizdeki verili düşünce sistemine göre barbarlık, kültürün karşıtı olabilir; ama bu düşünce sisteminin dışında, kültürün karşıtı, başka bir şey de olabilir ya da hiç...

  3. Buddenbrooklar – Bir Ailenin Çöküşü ~ Thomas MannBuddenbrooklar – Bir Ailenin Çöküşü

    Buddenbrooklar – Bir Ailenin Çöküşü

    Thomas Mann

    Buddenbrooklar, 20. yüzyılın en saygın yazarlarından Thomas Mann’ın ilk romanıdır. Ama birçok eleştirmenin gözünde, Venedik’te Ölüm’den de büyük bir romandır Buddenbrooklar. Mann’ın 1900 yılında,...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Son Kişot ~ Cem AkaşSon Kişot

    Son Kişot

    Cem Akaş

    Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de. Birbirine benzemez öykülerden oluşuyor...

  2. Uzaylı Komşu ~ İclal DikiciUzaylı Komşu

    Uzaylı Komşu

    İclal Dikici

    Espritüel kişiliğini yazınına yansıtmayı başaran İclal Dikici’nin, Tudem Edebiyat Birincilik Ödülü’ne değer görülen öykü kitabı “Bayan Pimpirik”, gözden geçirilmiş metni, yeni kapak tasarımı ve Uzaylı...

  3. Tuş ~ Haldun TanerTuş

    Tuş

    Haldun Taner

    Tuş, Kızıl Saçlı Amazon, Made in USA, İki Komşu, Eller, Kaptanın Namusu, Bir Motorda Dört Kişi, Allegro ma non troppo, Bir Kavak ve İnsanlar,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur