Şunkin şımarık büyütülmüş biriydi. Her zaman emretmiş, başkalarından beklemiş, acı çekmemiş, yorulmamış, ezilmemişti. Onun kibirli burnunu kıracak kimse olmamıştı; ama bu işi kader yaptı. Yukarısı onu öyle zorlu bir sınava tabi tuttu ki, ölüm kalımın uçlarına kadar götürdü, getirdi ve onun pis gururunu yerle bir etti. Sazende Şunkin, modern Japon edebiyatının büyük kalemlerinden Jun’ichiro Tanizaki’nin altı öyküsünü bir araya getiriyor. Her bir öyküde Tanizaki, Uzakdoğu’nun yanıltıcı sakin görüntüsünün altında gizlenen zengin ve grotesk iç dünyaları usta bir ressamın dokunuşlarıyla betimliyor. Geleneksel bir toplumun modernliğin karşı konulamaz akıntısına kapılarak kendini bulduğu karanlık girdapları ve dipsiz anaforları Batı edebiyatında eşine az rastlanır bir açıklıkla ortaya koyuyor. “Tanizaki en sevdiğim yazarlardandır. Kitaplarında aşkı ve aşkın sapkın yönlerini çok sık konu edinmiştir.” Henry Miller
İçindekiler
Sunarken………………………………………………………………… 11
Dövme……………………………………………………………………. 13
Kirin……………………………………………………………………….. 25
Çocuklar …………………………………………………………………. 45
Sazende Şunkin………………………………………………………… 89
Ağzının Tadını Bilenler Kulübü …………………………………. 173
Sunarken
Günümüzden bin yıl önce yaşamış olan Murasaki Şikibu da dahil olmak üzere gelmiş geçmiş bütün Japon yazarları arasında, edebiyatı, “ölüm”den ve “öğretiler”den bağımsız olarak beş duyuyla kavrayan tek yazar, kuşkusuz Cuniçiro Tanizaki olmuştur.
Yirmi dört yaşında ilk yapıtı basılan Tanizaki, yazarlık mesleğini tam elli beş yıl sürdürdü ve defalarca Nobel’e aday oldu. Yetmiş dokuz yaşında hayata gözlerini yumduğu zaman arkasında tamamı yirmi sekiz ciltte toplanan roman, öykü, makale, deneme ve şiirlerden oluşan büyük bir hazine bıraktı. Dolu dolu geçen yazarlık hayatında sağ kolu yazmaktan felç olduğu zaman bile yılmadı ve romanlarını sözlü olarak yazdırdı.
Tanizaki’nin yazarlık kariyeri iki döneme ayrılır: Bunlar, Batı’ya duyduğu hayranlık dönemi ve Japon kültürüne karşı hissettiği sadakat dönemidir. Bütün yapıtları inanılmaz çeşitlilikteki temalar üzerine yoğunlaşır. Yazarlık hayatının ilk döneminde sapık, şeytani, cinsel duyguları işlediği iddia edilen Tanizaki, aslında tam tersine insanı insan yapan bütün kusur ve erdemleri ortaya koymuş ve beş duyusuyla hissettiği hiçbir şeyi saklamadan ve inkâr etmeden herkesle paylaşmıştır.
Uzun bir ömür süren Tanizaki, hayatının ikinci bölümünü kendi kültürüne adayarak oyalansa da yetmiş yaşında kaleme aldığı “Anahtar” adlı eseriyle korkusuzca cinsel temalara dönerek okurlarını ve edebiyat dünyasını o ileri yaşında şaşkına çevirmiştir. Şimdi bile, kadın-erkek ilişkilerinin Batı standart arına göre tutucu olduğu bir toplumda bir asır önce böyle bir yazarın doğması evrensel bir kazançtır.
Donald Keene bu konuda şöyle der:
1920-1930’lu yılların edebiyat eleştirmenleri, Soseki, Ogai, Akutagava, Dazai gibi yazarlardan her biri için ufak bir kütüphaneyi dolduracak kadar makaleler yazmalarına rağmen, Tanizaki’nin eserlerini ele alınacak ciddiyette bulmamışlardır. Ancak, dışarıdan bir gözlemci olarak, bu dönemin edebiyatçılarını zamanın sınavına tabi tuttuğumuzda Tanizaki’nin haricinde, adını dünya edebiyat tarihine altın harflerle yazdıran başka bir Japon yazarı yoktur.
OĞUZ BAYKARA
DÖVME
O zamanlar, insanların henüz “çılgınlık” denen soylu erdeme sahip olduğu, ortalığın çalkalanmadığı, etraftan çatlak seslerin çıkmadığı zamanlardı. Soylu beylerin ve hali vakti yerinde genç efendilerin gül yüzlerine daha gölge düşmemişti. Saray cariyelerinin ve üst düzey yosmaların yüzlerinden tebessüm eksik olmazdı. Her türlü dedikoduyu arka sokaklarda dilden dile aktaran dazlak kafalı çenebaz çaycıların, beylere sakilik yapıp onları eğlendiren erkek geyşaların ve onlar gibi daha nice sanat erbabının henüz mesleklerini rahatça icra edebildikleri, herkesin kaygısız, tasasız yaşadığı zamanlardı. Kabuki tiyatrosunda kadın rollerine çıkan Sadakuro, Ciraya, Narukami gibi oyuncuların hepsi aslında güçlü ve güzel erkeklerdi. Çirkin olanlar kudretsizdi. Herkes güzelleşmek için bir yarış içindeydi. Öyle ki, vücutlarını çizdirip içine boya doldurtacak kadar işi ileri götürmüşlerdi. Mis kokulu güzel renk ve desenler oynaşıyordu o zamanki insanların tenlerinde.
Eğlence merkezlerinin toprak yollarını aşındıran müşteriler, tahtırevanlarına binerken vücudu hoş dövmelerle süslü olan taşıyıcıları seçiyorlardı. Yoşivara ve Tatsumi gibi eğlence bölgelerinin dilberleri gönüllerini güzel dövmeli erkeklere veriyorlardı. Sadece kumarbazlar, tulumbacılar değildi dövme yaptıranlar; bunların arasında tüccarlar, hatta seyrek de olsa samuraylar bile vardı. Bazen bölgeler arasında “dövme festivalleri” düzenleniyordu. Böyle zamanlarda festivale katılanlar süslü vücutlarını tokatlayarak ender desenli dövmelerini gösterip böbürleniyor, rakiplerine yergiler yağdırıyorlardı.
Seikiçi adlı genç dövmeci bu konuda çok maharetli bir ustaydı. Bu sanatıyla Asakusalı Çaribun, Matsuşimalı Yappei ve Konkonciro’dan hiç de aşağı olmayan bir şöhret edinmişti. Şimdiye dek on müşteriden en az biri, tenini ipek bir tuval gibi onun fırçasına sunmuştu. Festivallerde en çok takdir toplayan, onun elinden çıkan dövmelerdi. Desen tonlamasında en iyi bilinen üstat, Darumakin’di; kızıl renklerin kullanımında ise Karakusa Gonta isim yapmıştı. Seikiçi ise alışılmadık kompozisyonları ve şuh çizgileriyle ün yaptı. Bu işe başlamadan önce, Toyokuni ve Kunisada gibi ustaların çizdiği Ukiyoe üslubu resimler çizerek hayatını kazanmıştı. Sonradan dövmecilik yapacak kadar mesleğini düşürse bile, Seikiçi sanatçı olduğunun bilincindeydi ve içinde hâlâ alev alev sanatçı ruhu yanıyordu. Onun hoşuna gidecek ten ve kemik yapısına sahip olmadıktan sonra Seikiçi’ye dövme yaptırmak mümkün değildi. Üstelik yapmaya karar verse bile çizeceği şekil ve alacağı para onun keyfine kalmıştı. Ayrıca dövme yaptıracak kişinin sivri uçlu iğnelerin acısına bir ay, belki de iki ay katlanması gerekiyordu.
Genç dövmeci mesleğini yaparken bundan gizli bir haz ve keyif alıyordu. İğneleri her dürtüşünde, içi kıpkırmızı kanla dolup şişen yerlerin verdiği ıstıraba dayanamayarak feryat eden erkeklerin iniltilerini duymak ona büyük zevk veriyordu. Hatta bu insanlar ne kadar bağırır çağırırsa o kadar içi rahatlıyordu. Dövmecilikte özellikle turuncu renk ve tonlama işçiliği çok acı veren bir tür işlemdi. Böyle dövmeleri yaptırmak isteyen birileri eline düşmeyegörsün, zevkten dörtköşe oluyordu Seikiçi… Bir günde derisine en az beş yüz altı yüz iğne saplattıktan sonra renklerin güzelleşmesi için kaynar su küvetine girip çıkan müşteriler ölü gibi Seikiçi’nin ayaklarının dibine yığılıp kalıyor, uzun bir süre kıpırdayamıyorlardı. Onların bu zavallı hallerini Seikiçi soğuk bakışlarla süzüyor, “Ne o? Çok mu acıttım?” diyerek keyifli kahkahalar atıyordu.
Müşterilerin arasından bazen çıtkırıldım erkekler de çıkıyordu. Bunlar sanki can çekişiyormuş gibi ağızlarını burunlarını kıvırarak dişlerini gıcırdatıyor, inim inim inliyorlardı. O zaman Seikiçi, “Ayıp yahu! Bir de doğma büyüme Tokyolu olacaksın… Sık dişini biraz… Benim işim iğne ile… Acıtacak tabii…” diyerek gözleri sulanan müşteriyi kaçamak bakışlarla seyrediyor, fakat hiç aldırmadan işini aynı hızla yapmaya devam ediyordu. Ama arada sırada sabırlı insanlar da çıkmıyor değildi. Böyleleri ne kaşlarını çatıyor ne de bir “gık” çıkarıyorlardı. Böyle durumlarda Seikiçi bembeyaz dişlerini göstere göstere sırıtıyor, “Helal olsun! Hiç de göründüğün gibi değilsin… Bayağı çetin ceviz çıktın. Ama dikkat et, bak biraz sonra nasıl canın yanacak. Ne kadar dişini sıkarsan sık dayanamayacaksın…” diyordu.
Hayatta en büyük arzusu çok güzel bir kadın bulup onun pırıl pırıl yanan tenine bütün sanatını, bütün ruhunu dökmekti. Ancak bu kadının nitelikleri ve görünüşü hakkında pek çok önkoşulu vardı. Kadının sadece yüzünün ve teninin güzel olması onun için yeterli değildi. Tokyo’nun en hızlı eğlence merkezlerinde isim yapan güzel kadınlar arasında bile gözünü ve ruhunu okşayan birini bulamamıştı. Henüz rastlamadığı bu kadının şeklini kafasında çizmiş, üç dört yıl hep onunla karşılaşacağı günü beklemiş ve bu arzusunu hiç yitirmemişti.
Dört yıl sonra bir yaz akşamı Fukagava’daki Hirasei Lokantası’nın önünden geçerken köşedeki çıkış kapısının önünde bekleyen bir tahtırevan dikkatini çekti. Tahtırevanın hasır perdeli kapısının aralığından bembeyaz bir çıplak ayak görüvermişti. Keskin gözleri, insan ayağının da insanın yüzü kadar derin bir ifade gücüne sahip olduğunun farkındaydı. Seikiçi’ye göre bu ayak etten ve kemikten yapılmış soylu bir mücevherden farksızdı. Başparmaktan serçeparmağa kadar sıralanan o narin parmakların dizilişi, Enoşima sahillerinde çıkan midyelerin rengini andıran uçuk pembe tırnakları, minicik bir top gibi duran yuvarlak topuğu, kayaların arasından çağlayan tertemiz sularla yıkanmış gibi dipdiri duran teni… Seikiçi’ye göre sadece bu tek ayak bile erkeklerin kanını emip, onların cesetleri üzerinden atlayıp geçebilecek kudretteydi. Bu ayağın sahibi, yıllardır aramaktan yorulduğu o muhteşem kadın olmalıydı… Sevinçten göğsü kalkıp kalkıp inmeye başlamıştı. Ama sevincini frenledi ve kadının yüzünü görmek için yanıp tutuşarak tahtırevanı takip etmeye başladı. Ama ne yazık ki birkaç sokak sonra onu gözden kaybetti.
Seikiçi’nin kadına olan hayranlığı şiddetli bir tutkuya dönüşmüştü. Ertesi yıl bahar mevsiminin ortasında Fukagava semtindeki evinin bambu zeminli verandasında ağzında kürdan, saksıdaki omoto leylaklarını seyrederken arka bahçenin tahta kapısı açıldı ve bodur çitlerin arasından içeriye hiç tanımadığı bir genç kız girdi.
Tatsumili geyşa ahbabı Haori’nin bir iş için gönderdiği kızdı bu. Kız, “Bu kimono ceketini size Hanımefendi gönderdi. Astarına güzel bir desen çizmenizi istiyor,” dedi ve elindeki sarı bohçayı açtı. Üstünde Kabuki oyuncularından İvai Tocaku’nun yüzüne benzer bir resim bulunan kâğıt paketin içinden patroniçenin yazdığı mektubu ve ipek kimono ceketi çıkardı. Mektupta patroniçe, yapılması gereken işleri sıraladıktan sonra, “Bu eşyaları getiren kızı benim küçük kardeşim gibi düşün!” diyordu. Kızın yakında onun himayesi altında geyşalık mesleğine başlayacağını, aralarındaki eski dostluğun hatırı için hiçbir konuda bu kızdan yardımını esirgememesini rica ediyordu. Sonunda “Beni unutma!” diyerek bitiriyordu mektubunu.
“Seni buralarda daha önce gördüğümü hiç sanmıyorum… Buralara yeni mi geldin?”
Seikiçi bunları söyledikten sonra kızı dikkatle süzmeye başlamıştı. On altı, on yedi yaşında olmalıydı kız. Fakat yıllar boyunca eğlence bölgelerinde pek çok erkeğin kalbini çalıp daldan dala konarak gönül eğlendirmiş gibi olgun bir ifade vardı yüzünde. Bir servet ve günah denizi içinde çalkalanan bu büyük şehirde kuşaklar boyu yaşayıp ölmüş sayısız güzel erkek ve kadının düşlerini süsleyen en güzel yüz bu kızın yüzüydü.
“Epey bir zaman önce haziranda tahtırevanla Hirasei Lokantası’ndan bir yerlere gitmiştin, hatırlıyor musun?”
Bu soruyu sorarken Seikiçi kızı verandaya oturtmuş, kılı kırk yararcasına, kızın hasır sandallar içindeki çıplak ayaklarını inceliyordu. Mükemmeldiler… Kız aniden muhatap olduğu bu garip soruya gülerek yanıt verdi:
“Ah, evet! O zamanlar babam henüz sağdı. Beni bazen Hirasei gibi lokantalara götürdüğü olurdu.”
“Bu sene tam beş yıl oluyor… Beş yıldır hep seni bekliyorum. Yüzünü ilk defa görüyorum ama ayaklarının şekli hâlâ belleğimde… Hem sana göstermek istediğim bazı şeyler var. Yukarı çıkıp biraz çene çalalım, ne dersin?”
Kız tam mazeret uydurup dönmeye yeltenirken Seikiçi onun elinden tuttu ve ikinci katta Ogava Nehri’ne bakan tatami1 döşeli misafir odasına çıkardı. Hemen iki kâğıt tomarı getirdi ve birini kızın önünde açtı. Bu, bir zamanlar Çin’de egemenlik sürmüş zalim Kral Çuo’nun gözdesi Prenses Batsuki’ye ait bir tabloydu. Prenses, tacını süsleyen lapis ve mercanların ağırlığına dayanamamış gibi duran narin vücüdunu ölü gibi tırabzana yaslamıştı. İşlemeli ipek kimonosunun etekleri sere serpe merdivene yayılmıştı. Sağ elindeki büyük içki kadehini kendine doğru çevirerek az sonra sarayın bahçesinde cezalandırılacak bir erkeği seyrediyordu. El ve ayaklarından çelik zincirlerle metal bir direğe bağlanmış adam kaderinin son perdesini bekliyordu. Başını önüne eğip gözlerini yuman adamın suratının aldığı renkten yüzündeki dehşete kadar her türlü ayrıntı inanılmaz bir ustalıkla resmedilmişti.
Bu garip tabloyu bir süre seyrettikten sonra kızın dudakları titredi, gözleri çakmak çakmak oldu. Çok tuhaftı ama kızın yüzü tablodaki prensesin yüzüne benzemeye başlamıştı. Kız sanki orada kendi gerçek benliğini görmüş gibiydi. Seikiçi keyifle gülerek, “İşte bu tablo senin gerçek kişiliğinin resmi!” dedi. Fakat kızın beti benzi kül gibi olmuştu. Başını tablodan kaldırarak sordu:
“Bu kadar korkunç bir sahneyi niçin bana gösteriyorsunuz?”
“Bu tablodaki kadın sensin de ondan… Senin damarlarında bu kadının kanı dolaşıyor…”
Seikiçi ikinci kâğıt tomarını açmaya başladı. Kurbanlar adlı tabloydu bu. Tablonun ortasındaki genç kız kiraz ağacının gövdesine dayanmış, ayaklarının ucunda yatan çok sayıdaki erkek cesedine bakıyordu. Gözleri, içine bastıramadığı bir sevinç ve gurur duygusuyla parlarken, etrafında fırıl fırıl minik kuş sürüleri uçuşuyor, ona zafer şarkıları söylüyorlardı. Bir savaş sonrası manzarası mıydı bu, yoksa çiçek bahçesindeki bir bahar manzarası mı?
Kız bu tabloları gördükten sonra ruhunun derinliklerinde yatan gizli bir duyguyu keşfeder gibi oldu. Seikiçi, “Bu tablo senin gelecekteki halini resmediyor… Bütün erkekler bundan böyle yalnız senin için kendilerini feda edecekler,” derken, parmağıyla kızınkinden zerre kadar farkı olmayan tablodaki yüzü işaret ediyordu.
“Size yalvarıyorum, bu resimleri hemen kaldırın!”
Kız kendini resmin büyüsüne daha fazla kaptırmamak için tablodan uzaklaşarak Seikiçi’ye secde eder gibi tatami’lerin üstüne kapaklandı. Konuşurken dudakları titriyordu:
“Efendim, size doğruyu söyleyeceğim! Ben gerçekten bu resimlerde görülen kadınlarınkine benzeyen bir karaktere sahibim… Ama artık bu kadarı yeter! Beni mazur görün ve lütfen bu resimleri hemen önümden kaldırın…”
Seikiçi’nin yüzünde hain bir tebessüm aydınlandı.
“Öyle korkakça laflar etmeyi bırak ve şimdi şu resimlere alıcı gözle bir daha bak… Bunları çok korkunç buluyorsun ama sadece şimdilik öyle…”
Kızın başı yerden kalkmadı. Kimonosunun uzun kolunu mendil gibi yüzüne örtmüş, durmadan aynı sözcükleri tekrarlamaya başlamıştı:
“Lütfen efendim… Lütfen izin verin de gideyim… Yanınızda bulunmak beni dehşete düşürüyor…”
“Bekle biraz… Şimdi seni harikulade güzel bir kız haline getireceğim!”
Seikiçi bunları söyleyerek kıza yaklaştı. Kimonosunun içinde bir zamanlar Hollandalı bir doktordan aldığı uyuşturucu şişesi saklıydı…
Güneş, ırmağın sularından yansıyıp hasır döşeli on beş metrekarelik odayı yakarcasına aydınlatırken, mışıl mışıl uyumakta olan kızın yüzünde ve kâğıt kapılarda pırıl pırıl altın renkli yakamozlar oynaşıyordu. Seikiçi odanın kapılarını kapatmış, dövme aletleri elinde hayranlıkla kızı seyrederken kendinden geçmiş, bir süre oturduğu yerde kalakalmıştı. Kızın yüzünü ilk defa bu kadar yakından görmenin tadını çıkarıyordu. Önünde hiç kımıldamadan duran bu güzel yüzü, beş yıl değil, on yıl değil, yüz yıl diz çökerek seyretse yine doyamazdı… Eski Mısır’daki Menfis halkı dünya ve ahretlerini nasıl piramit ve sfenkslerle süslediyse, Seikiçi de bu tertemiz insan tenine kendi ruhunun rengini vermek istiyordu…
Bir süre sonra, sol elinin serçeparmağı ile başparmağı arasına yerleştirdiği fırçanın ucunu kızın sırtına koyarak, sağ eliyle tuttuğu iğneleri teker teker saplamaya başladı. Genç dövmecinin ruhu sanki siyah mürekkebin içinde eriyip oradan derinin içine yayılıyor gibiydi. İspirto ile karıştırarak kullandığı Okinava kırmızısının her damlası kendi kanından verdiği bir parçaydı sanki… Orada kendi ruhunun rengini görüyor gibiydi.
Vakit çok hızlı geçmişti. Hava kararmaya başlarken ılık bir bahar günü daha geride kalmıştı. Ama Seikiçi bunun farkında değildi; kızı uyandırmadan aralıksız çalıştı. Kızın dönmediğini görünce merak edip çalıştığı yerden uşak göndermişlerdi. Fakat Seikiçi, “Ha, o kız mı? O çoktan çıktı… Burada değil!” diyerek patroniçenin gönderdiği uşağı başından savmıştı.
Nehrin karşı yakasındaki evlerin üstünden ay doğdu. Ay, rüya gibi parlayan ışıklarını sahildeki her evin penceresinden içeri akıtıp odaları aydınlatmaya başladığında Seikiçi daha işinin yarısını bile bitirememişti; pürdikkat mumun fitilini yakmaya çalışıyordu. Bir noktaya renk vermek bile o kadar kolay bir iş değildi. İğneleri her batırıp çekişinde sanki bu iğneler onun kalbine saplanıyormuş gibi derin derin iç çekiyordu. İğnelerin birbiri ardından bıraktığı izler gitgide çoğalarak devasa bir dişi örümcek şeklini almaya başladı. Karanlıklar yeniden yavaş yavaş ağarırken bu uğursuz esrarengiz böcek sekiz ayağını birden açarak kızın sırtına çöreklenmişti.
Bahar gecesi nehirde gidip gelen teknelerin kürek sesleriyle aydınlandı. Sabah rüzgârıyla şişen yelkenlerin üstünden incelmeye başlayan sislerin arasından Nakasu, Hakozaki ve Reigancima’daki evlerin kiremitleri güneşin ilk ışıklarıyla parlamaya başlamıştı. Seikiçi elindeki fırçayı bıraktı ve kızın sırtına çizdiği örümceği seyretmeye başladı. Bütün ruhunu, hayatının en büyük yapıtı olan bu dövmenin içine boşaltmıştı. Duygularını sanata döküp işini tamamladığı anda yüreği hafiflemişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıSazende Şunkin
- Sayfa Sayısı224
- YazarJuniçiro Tanizaki
- ISBN9789750742408
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgeli Muhabbetler ~ Cemil Kavukçu
Gölgeli Muhabbetler
Cemil Kavukçu
Bak ne anlatacağım, diyorum karşımdaymışsın gibi ve sen gülmeye –yok lıkırdamaya– hazır bir yüzle bakıyormuşsun gibi. Belki de kuşkuyla bakacaksın çünkü son günlerde pek...
- Balyozla Balık Avı ~ Cemil Kavukçu
Balyozla Balık Avı
Cemil Kavukçu
Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü...
- Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor ~ Stefan Zweig
Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor
Stefan Zweig
Zweig’ın menkıbelerinde hikâye edilen kişiler Tanrı’yı ve kendilerini ararken hayatlarının anlamını bulacaklarına dair umutlarını her daim korurlar. Yazar Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor’da Rahel ile Yakup’un...