Leonardo da Vinci’nin projesini reddettikten sonra, kendisinden Haliç üzerinde yapılacak bir köprü planı isteyen II. Bayezid’in davetini kabul eden Michelangelo, 13 Mayıs 1506 günü İstanbul’a ayak basar. İtalya’yı, ardında yarım kalmış bir anıtmezar projesi, kızgın ve eli sıkı bir papa bırakarak terk eden Michelangelo, hiç tanımadığı, tehlikeler ve güzelliklerle dolu yeni bir dünyanın kapısındadır artık.
Gerçek bir olaydan yola çıkarak baştan sona tarihî dokunuşlarla gelişen ve Rönesans insanının Osmanlı dünyasının gizemleriyle karşılaşmasını incelikli ve özenli bir anlatımla işleyen roman, yaratma edimi ve uygarlığın başka bir kıyısına doğru uzanan ancak yarım kalan bir eserin simgesel anlamı üzerine büyüleyici bir düşünce aynı zamanda.
Tarihin bu unutulmuş birkaç haftasının heyecan verici sırlarının izini süren anlatı, çizdiği yetkin ve şaşırtıcı Michelangelo portresiyle de edebiyata damgasını vuracak nitelikte.
*
Gece güne bağlanmıyor. Gece günde yanıp tutuşuyor. Geceyi şafakta bir odun ateşine taşıyorlar. Geceyle birlikte gecenin insanları içkicileri, şairleri, âşıkları da. Bizler sürülmüş, ölmeye mahkûm edilmiş bir halkız. Seni tanımıyorum. Senin Türk arkadaşını tanıyorum; o da bizden biri. Onu yutan karanlık ve gördüğü hayaller yüzünden dünyadan yavaş yavaş siliniyor; bizler kardeşiz. Onu bizim buraya, yıldız tozlarına hangi keder ya da zevkin sürüklediğini bilmiyorum; belki afyon, belki şarap, belki de aşk; belki de belleğin kıvrımlarına saklanmış birkaç bilinmez ruh yarası.
Bize katılmak istiyorsun.
Korkun ve şaşkınlığın seni bizim kollarımıza atıyor, oraya sokulup kıvrılmak istiyorsun ama kasılan vücudun doğru bildiği şeylerden hiç şaşmıyor, arzuyu uzaklaştırıyor, kendini bırakmayı reddediyor.
Seni kınamıyorum.
Sen başka bir hapishanede, şan ve şerefe ulaşabileceğini düşündüğün bir kudret ve cesaret dünyasında yaşıyorsun; güç sahibi insanların yardım ve desteğini kazandığını sanıyorsun, şanlı bir başarı ve servet arıyorsun. Ama, gece bastırınca titriyorsun. İçki içmiyorsun, çünkü korkuyorsun; alkolün yakıcılığının seni zaafa, yeniden dayanılmaz bir biçimde okşamalara, yitip gitmiş bir sevgiye, çocukluğun kayıp dünyasına, tatmine, karanlığın ışıldayıp sönen belirsizliği karşısında sükûnete kavuşma ihtiyacına sürükleyeceğini biliyorsun.
Güzelliğimi, tenimin yumuşaklığını, gülümseyişimdeki ışıltıyı, hareketlerimdeki zarafeti, dudaklarımın al kırmızısını arzuladığını sanıyorsun; ama aslında senin bilmeden arzuladığın şey, korkularının dağılması, şifa bulmak, birleşme, geri dönüş, unutma. İçindeki bu enerji, yalnızlığında seni yiyip bitiriyor.
O zaman da bir ayağın günde, bir ayağın gecede, sonsuz bir alacakaranlıkta kaybolmuş bir halde acı çekiyorsun.
*
Üç balya samur ve zerdeva kürkü, yüz on iki balya panno, yani çuha yün, dokuz top Bergamo sateni, bir o kadar simli Floransa kadifesi, beş varil güherçile, iki sandık ayna ve küçük bir mücevher sandığı:13 Mayıs 1506’ da Michelangelo Buonarroti’nin arkasından İstanbul Limanı’na boşaltılan yükler işte bunlar. Firkateyn iskeleye bağlanır bağlanmaz, heykeltıraş karaya atladı. Zorlu geçen altı günlük bir deniz yolculuğundan sonra biraz sallanıyor. Kendisini bekleyen Rum tercümanın adını bilmiyoruz, Manuel diyelim ona: Buna karşılık, tercümanla beraber gelen tüccarın adı biliniyor, İstanbul’a yerleşeli beş yıl olan Floransalı Giovanni di Francesco Maringhi. Mallar ona ait. Nazik bir adam, Davud heykelinin yaratıcısı ve Floransa Cumhuriyeti’nin kahramanıyla buluşacağı için mutlu.
Elbette İstanbul o zamanlar çok farklıydı; daha çok Konstantinopolis olarak biliniyordu; Sultanahmet Camii’nin yokluğunda Ayasofya tek başına hüküm sürüyordu; Boğaz’ın doğu yakası ıssızdı; Kapalıçarşı dünyanın dört bir köşesinden gelen turistlerin içinde kaybolup yutulacağı o muazzam örümcek ağına dönüşmemişti henüz. İmparatorluk, artık Roma İmparatorluğu değildi ama henüz imparatorluk da değildi; şehir Osmanlılar, Rumlar, Yahudiler ve Frenkler arasında paylaşılıyordu; padişahın adı Bayezid’di, İkinci Bayezid, lakabı Veli, mahlası Adli. Floransalılar ve Venedikliler ona Bajazeto, Fransızlar Bajazet diyordu. Otuz bir yıl hüküm süren, sağduyu sahibi ve içine kapanık bir adamdı; şarabı, şiiri ve müziği denemeyi seviyordu; genç erkeklere de, genç kadınlara da burun kıvırmıyordu; bilim ve sanatı, astronomiyi, mimariyi, savaşın verdiği zevkleri, hızlı atları ve keskin silahları seviyordu. Floransalı heykeltıraş her ne kadar İtalya’da uzun yıllardır büyük bir üne sahip olsa da, Bayezid’i Michelangelo Buonarroti dei Buonarroti’yi İstanbul’a davet etmeye ne itti bilinmiyor. Bazıları, otuz bir yaşındaki heykeltıraşı zamanın en büyük sanatçısı olarak görüyordu. Sık sık kendisinden yirmi yaş büyük olan o eşsiz Leonardo da Vinci’yle mukayese edilirdi.
*
O yıl 17 Nisan Cumartesi günü Michelangelo’nun kafası attı, yeni San Pietro Bazilikası’nın ilk taşının konulmasının arifesinde Roma’yı terk etti. Arka arkaya beş defa Papa’ya gitmiş, taze para vaadini tutması için ricada bulunmuştu. Onu dışarı attılar.
Bahar pek hissedilmiyordu, yağmurluydu; Michelangelo yün mantosunun içinde titredi. Michelangelo Buonarroti’nin gecenin ikisinde Floransa Cumhuriyeti’ nin sınırlarına vardığını biyografisini yazan Ascanio Condivi’den öğreniyoruz: Şehirden otuz fersah uzakta bir handa mola veriyor.
Michelangelo, kendisine çok kötü davranan savaş düşkünü ve otoriter Papa II. Julius’a veryansın ediyor. Michelangelo, gururlu biri. Michelangelo, değerli bir sanatçı olduğunun bilincinde.
Floransa topraklarında güvende olduğunu bildiği için, Papa’nın kendisini gerekirse zorla Roma’ya geri getirmeleri için peşinden yolladığı adamları kapı dışarı ediyor. Ertesi gün, akşam yemeği zamanı Floransa’ya varıyor. Hizmetçisi ona çok hafif bir sebze çorbası hazırlıyor. Michelangelo, kendisini kıskanıp Papa’yı ona karşı doldurduklarını düşündüğü mimar Bramante ile ressam Raffaello’ya içinden hakaretler yağdırıyor. Papa Giuliano della Rovere1 de kibirli biri. Kibirli, dediğim dedik ve eli sıkı. Sanatçı yeni bazilikanın tam ortasında yer alması gereken muazzam bir anıt olacak Papa’nın kabrinin yapımı için Carrera’ya gidip seçtiği mermerlerin parasını cebinden ödemek zorunda kaldı. Michelangelo, içini çekiyor. Papa’nın imzaladığı sözleşme üzerinden verilen avans, malzeme alımına, yolculuklara, mermer bloklarını kesip ayıracak çıraklara gitti.
Yol yorgunu ve kafasına takılan şeylerden bitap düşen heykeltıraşın içi çorbayla biraz ısınınca Rönesans insanının daracık yatağına kapanıyor ve uzanıp yatmanın akla getirdiği ölüm imgesinden korktuğu için sırtını bir yastığa dayayıp oturarak uykuya dalıyor.
Ertesi gün Papa’dan bir mesaj bekliyor. Yola çıkmadan önce Papa’nın onu kabul etmeye tenezzül bile etmediğini düşündükçe öfkesinden titriyor. Mimar Bramante salağın teki, ressam Raffaello ise kendini beğenmiş. Kırmızı cüppelinin dünyayı ben yarattım tavırlarına dalkavukluk eden iki cüce. Sonra pazar günü geliyor; Michelangelo aylardan beri ilk defa yağlı yemek yiyor, fırıncı komşusunun pişirdiği nefis bir kuzu.
Bütün gün desen çiziyor; göz açıp kapayıncaya kadar üç sangin1 ile iki kurşun uç harcıyor.
Günler geçiyor; Michelangelo, kendi kendine acaba hata mı ettim diye sormaya başlıyor. Papa Hazretleri’ne bir mektup yazıp yazmamakta kararsız. Bağışlanmak ve Roma’ya geri dönmek. Asla. Floransa’daki Davud heykeli onu şehrin kahramanı haline getirdi. Döndüğünü öğrendiklerinde gelmekte gecikmeyecek siparişleri kabul edebilirdi, ama o zaman da sözleşmeyle bağlı olduğu Julius’u iyice delirtmiş olurdu. Papa’nın karşısında bir kez daha eğilip aşağılanmak zorunda kalma düşüncesiyle fena halde öfkeleniyor.
İki vazoyla majolika bir tabak kırıyor. Sonra sakinleşip tekrar desen çizmeye koyuluyor, en çok da anatomi alıştırmaları.
Ascanio Condivi, onun üç gün sonra, akşam duasının ardından, şiddetli yağmurla ıslanmış olarak gelen iki Fransisken keşişinin ziyaretini kabul ettiğini yazıyor. Arno Nehri son günlerde çok kabarmış, bir taşkın olmasından korkuluyor. Hizmetçi kadın keşişlerin üstlerini kurutmalarına yardım ediyor; Michelangelo iki adamı, etekleri çamurlanmış kıyafetlerini, çıplak ayak bileklerini, sıska baldırlarını inceliyor.
“Usta, size çok önemli bir mesaj iletmeye geldik.”
“Beni nasıl buldunuz?”
Michelangelo, II. Julius’un pek de sıradan, gösterişsiz ulaklar gönderdiğini düşünerek eğleniyor.
“Kardeşinizin yol göstermesiyle, Usta.”
“İşte sizin için bir mektup, Maestro. Çok yüksek bir şahsiyetten gelen tuhaf bir istek söz konusu.”
Mektup damgalanmamıştı ama anlaşılmaz harflerle mühürlenmişti. Michelangelo mektubun Papa tarafından gönderilmediğini görünce hayal kırıklığına uğramaktan kendini alamıyor. Mektubu masanın üzerine bırakıyor.
“Mesele nedir?”
“İstanbul Sultanı’ndan bir davet, Usta.”
Sanatçının nasıl şaşırdığını, küçücük gözlerinin nasıl fal taşı gibi açıldığını gözünüzün önüne getirebilirsiniz. İstanbul Sultanı. Osmanlı Padişahı Büyük Türk. Mektubu parmaklarının arasında döndürüp duruyor. Mumlu kâğıt olabilecek en yumuşak malzemeden.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSavaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara
- Sayfa Sayısı160
- YazarMathias Énard
- ISBN9789750757754
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kağıttan Gemi ~ Scott Spencer
Kağıttan Gemi
Scott Spencer
Yaşayan hiç bir romancı insan kalbini Scott Spencer’dan daha iyi tanımıyor. Kimse tutkuya onun kadar ciddi, kavrayışlı ya da duyarlı yaklaşmıyor. Tutkunun sanatçısı Kâğıttan...
- Sınırdaki Okul ~ Géza Ottlik
Sınırdaki Okul
Géza Ottlik
“Otuz dört yıl boyunca en iyi dostumdu ama bunları hiçbir zaman konuşmadık. Beni de dövdüler Szeredy’yi de, hepimizi. Hepimiz sonunda itaat etmek zorunda kaldık....
- Aşk Engel Tanımaz ~ Candace Camp
Aşk Engel Tanımaz
Candace Camp
TUTKULU BİR AŞKIN ÖNÜNDE HANGİ ENGEL DURABİLİR Kİ! Artık pek de genç sayılmayan ve evlenmeye dair bütün ümitlerini yitirmiş Constance Woodley, Londra sosyetesinin parlayan...