Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Savaşçının Laneti
Savaşçının Laneti

Savaşçının Laneti

Jennifer A. Nielsen

Kızıl Taht’ın Peşindeki Herkes Lanetlenir Simon, Halderianların yeni kralı olarak dört bir yandan kuşatılmıştı. Uygun bir evlilik yapması, Antora’ya hükmetmesi ve bu uğurda herkesi…

Kızıl Taht’ın Peşindeki Herkes Lanetlenir

Simon, Halderianların yeni kralı olarak dört bir yandan kuşatılmıştı. Uygun bir evlilik yapması, Antora’ya hükmetmesi ve bu uğurda herkesi ezip geçmesi bekleniyordu. Oysa o, Kestra’dan, bir zamanlar âşık olduğu kadından umudunu hiç kesmemişti.

Herruh Ormanı’nda esir tutulan Kestra, büyüsünün geliştiğini hissedebiliyor ve tüm uyarılara karşın güçlerini tamamen benimsemesi gerektiğini biliyordu. Sonunda yozlaşacak olsa da emin olduğu tek bir şey vardı: Antora’nın kaderi büyüde gizliydi.

Lord Endrick’i yok etmek için farklı yolları tercih eden Kestra ve Simon’ı korkunç bir karar ânı bekliyordu. O an geldiğinde beraber mi yoksa birbirlerine karşı mı savaşacaklardı?

Alejandra için.
Çünkü sen ailemize katıldığında, bu kitap sana adandı.
Çünkü sen bize bir armağansın.

Yüzleş benimle, kılıçlar veya güçlü silahlarla
Öyle bir kavgadan korkmam.
Tehdit et beni, lanetler oku yahut kalbimi durdur da
Sonra gör beni. Ben asla yıkılmam.
Ama…
Yanıma gelir ve dizlerinin üstüne çökersen
Tatlı dilinle ve içimi ısıtan fısıltılarınla,
Bana sarılır ve senin için tek olduğumu söylersen,
Belki irkilir ve kaçmak zorunda kalırım
Veya belki de kalır ve sana kalbi veririm–
Onu sakla; sakın parçalama.
Biliyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar aynı kalamaz.
Çünkü tehlikeli bir oyundur aşk.

BİR
KESTRA

Kış gelmiş ve beraberinde pelerinimin üstünden bıçak gibi kesen çetin rüzgârları getirmiş, her sabah ayaklarımın altındaki toprağı dondurmaya başlamıştı ve güneş yükselirken bile hava daha da soğumaya devam ediyordu. Gerçi bu terk edilmiş diyarda pek güneş gördüğümüz de söylenemezdi. Loelle beni Simon’dan ayrılmaya, bildiğim gerçeklikten uzaklaşmaya zorlayarak buraya, Herruh Ormanı’na getirmişti. Buradaki ilk günlerimizde Loelle’le konuşmayı reddetmiş, varlığını kabullenmeye bile tenezzül etmemiştim.

Son derece acınası bir hâldeydim. Böyle bir yerdeyken, başka nasıl bir ruh hâli içinde olabilirdim ki? Bir nesil önce, Yıkım Savaşı sırasında Lord Endrick bu ormanı lanetlemişti. Ağaçlar ve çalılıklar yapraklarını, hayatlarını kaybetmişti. Artık yenilenmekten ve toprağa umut vermekten, eski görkemli günlerine dönmekten aciz siyah iskeletler hâlinde yükseliyorlardı. Kış ormana soğuğu getirmişti ama kardan eser yoktu. Baharın geleceğine dair bir umuttan da. Sadece daha çok ebedi çürüme. Her sabah bu ormandan ayrılmaya çalışıyordum. Ve her sabah, ancak zamanla anlam verebilmeye başladığım görünmez bir bariyer tarafından engelleniyordum. Burada var olan ve bir zamanlar ormana girmeme engel olmaya çalışmış olan yarı-yaşar ruhlar, şimdi de ormanın sınırları dışına çıkmama engel oluyorlardı.

Lord Endrick’in laneti doğrudan ormanı değil; o sırada bu ormanın içine sığınmış olan insanları, ona düşman olan binlerce Halderian’ı hedef almıştı. Bu Halderianlar neredeyse yirmi yıl boyunca, tıpkı ormandaki ağaçlar gibi tamamen ölemeden ama yaşamaktan da umutsuz, hayatla ölüm arasında bir yerde sıkışıp kalmışlardı. “Onları kurtarabilirsin.” Loelle’in bana bunu ilk söyleyişi değildi bu; ama bunu her söylediğinde, kendi planları ve amacı hakkında bana daha fazla bilgi veriyordu.

Bu sabah ben parmaklarımla kahverengi saçlarımı tarayıp uzun bir örgü hâline getirirken o da arkamda durmuştu. Başımı kaldırdığımda sözlerini tekrarladı, “Bu insanları kurtarabilirsin sen, Kestra.” “Halderianları kurtarmak neden umurumda olsun ki?” Bu da benim ona her seferinde verdiğim cevaptı.

Hayatımın acınası durumda olmasının en büyük nedenlerinden bazıları, Halderianların bana karşı gerçekleştirdikleri eylemlerin bir sonucuydu. “Benim halkım da burada,” dedi Loelle. “Kendimizi Navan olarak çağırırız. Bize yardım edersen, biz de sana yardım ederiz.” İşte bu kısım yeniydi. Loelle’in Antora’ya yabancı bir halktan olduğunu ve o halktan bazılarının bu ormanda tutsak olduğunu zaten biliyordum ama Loelle halkının adından ilk kez bahsediyor ve burada olmasının sebebinin onları kurtarmak olduğunu ilk kez açıkça ilan ediyordu. Beni buraya bir tutsak olarak değil, bir hizmetkâr olarak getirmişti. Sinirim tepeme çıkmaya başladı.

“Bana ne gibi bir yardımları olabilir ki?” “Seni buraya getirmemin sebebi bu.” Loelle ellerini omuzlarıma koydu ama omzumu silkerek ellerini kendimden uzaklaştırdım. “Kestra, onlar Lord Endrick’i yenmek için tek şansın.” “Bu doğru değil.” Sandalyemi geriye iterek ayağa kalktım. “Lord Endrick’i buradan yenmemin hiçbir yolu yok ve halkın sağ olsun, burada ayrılamıyorum da!”

Loelle de ayağa kalktı. “O zaman onlara buradan ayrılmaları için yardım et.” “Binlerce insanı hayata geri döndürmemi mi istiyorsun benden? Bunu yapmak yıllar sürer.” “Hayır. Ormanı geri döndürmeni istiyorum.” Ondan uzaklaşmaya başladım ama Loelle arkamdan seslendi. “Doğa çok daha az karmaşık ve lanet, insanları topraktan daha çok etkiliyor. Ormanı geri getirirsen, en azından halkım artık burada tutsak kalmayacaktır.” Durdum ve geriye dönerek ona baktım. Merakımı cezbetmeyi başarmıştı. “Ama hâlâ yarı-yaşar ruhlar olacaklar.” Loelle gerçek planının şimdiye kadar açık ettiğinden çok daha fazlasını içerdiğini ima eder gibi gülümsedi. “Evet, oldukları gibi kalacaklar.” Bunu bir an düşündüm ve sonra cevap verdim. “Darrow’u iyileştirmeme izin ver. Babamın burada olduğunu biliyorum.

Onu iyileştirmeme izin verirsen ben de senin istediğini yaparım.” Loelle’in yüzünde sempati dolu ama geri adım atmaya niyeti olmadığını gösteren bir ifade belirdi. “Önce senden istediğimi yap, sonrasında babanı sana göndereceğim.” Ben cevap vermeyince ekledi, “Bana bu tek günü ver, Kestra. Sonrasında devam etmek istemezsen, senden başka bir istekte bulunmayacağım.” “Peki devam etmezsem, bu yarı-yaşarlar buradan ayrılmama izin verecek mi?” “Hayır.” Homurdanarak kapıya doğru ilerledim.

Kapının yanındaki bir kancaya asılı olan pelerinimi sırtıma attım ve dışarı adım attığımda yüzüme çarpan rüzgârla birlikte ürperdim. Loelle beni izledi ve ufak kulübenin en yakınındaki siyah bir kütüğü işaret etti. Bu ağacın önceden ne ağacı olduğunu anlayamadım. “Bir insandan güç çekebiliyorsan bu ağaçtan da bir laneti çekebileceğini düşünüyorum.”

“Güç çektiğim zaman, ben de daha güçlü bir hâle geliyorum.” Gözlerimi ağacın üstünde gezdirdim. “Bir laneti çektiğim zaman ne olacak peki?” Loelle iç geçirdi. “Bunun cevabını ikimiz de biliyoruz sanırım. Üzgünüm ama bunun başka bir yolu yok.” Başta bununla ne demek istediğini ona sormak istedim ama sonra kendi sorularımın cevaplarını zaten bildiğimi fark ettim. Hem de hepsinin… Loelle’in cevap vermeyeceğini bildiğim tek bir soru dışında: Neyi yapmanın başka bir yolu yok? Bu sorunun cevabını bulmak için tek umudum, yoluma devam etmekti.

Loelle ellerimi tutup kararmış, ölü ağacın gövdesine yerleştirdi ve kulağıma, “Laneti ağaçtan çek,” diye fısıldadı. İşim ağaca güç vermek değildi. Laneti onun köklerinden, gövdesinden ve dallarından çekerek kendi içime almam gerekiyordu. Önümdeki işe odaklandığımda, Endrick’in laneti ânında damarlarıma aktı ve bedenimdeki tüm boşlukları doldurdu. Lanetin çirkinliğini, içerdiği nefreti ve hayatı, sevgiyi ve umudu, özellikle de beni kontrol altına almaya dair isteğini hissettim. Beni tüketmeye dair isteğini. Ağacı bırakmaya çalıştım.

İçgüdülerim, kendi içime aktardığım şeye karşı isyan hâlindeydi ama o sırada artık ağaca bağlanmıştım ve o içindeki tüm laneti boşaltana kadar yerimden kıpırdamam mümkün değildi. Bittiğinde yere yığıldım ve Loelle de yanıma çökerek kuvvetimi kazanıp gözlerimi tekrar açana kadar bekledi. Acıyı dindireceğini umarak yerde iki büklüm oldum ve “Bunu tekrar yapamam, Loelle. Endrick o ağaca her ne yaptıysa, o lanet artık içimde yanıyor,” diye fısıldadım. “Bırak gitsin,” diye cevapladı Loelle. Ve gerçekten o keskin acı giderek dindi ve göğsümdeki minik bir kuyuya, soğuk ve ölü bir noktaya doğru aktı.

Loelle’in söz verdiği gibi, birkaç derin nefesten sonra kuvvetim tekrar yerine geldi. Sadece kuvvetli değil ama daha önce hiç tecrübe etmediğim, belki de kimsenin deneyimlememiş olduğu şekilde güçlü hissettim kendimi. Ona bakarak, devam edebileceğimi belirtmek için başımı salladığımda, Loelle gülümsedi. “Yukarı bak.” Dediğini yaptım ve şaşkınlık içinde ağacın değişmeye başladığını gördüm. Ağacın kurumuş ve kararmış gövdesi kahverengiye döndü, yeniden kusursuzca kabuk bağladı.

Dalları serpildi ve hatta lanetlendiği sırada üzerinde olan yapraklar tekrar belirdi. Kış olduğu için yapraklar kısa sürede üstüme doğru döküldü ama yaklaşan baharda bu ağaç mutlaka yeniden yapraklanacaktı. Bu o kadar güzel, o kadar umut dolu bir manzaraydı ki tüm kötü etkisine rağmen bu uğurda çalışmaya devam etmek istediğimi fark ettim. Tüm mücadelelerden, güçlerimin yol açtığı onca yıkımdan sonra nihayet bir şeyleri iyileştirebiliyor, bu topraklara huzur ve güzel bir geleceğin vaadini sunabiliyordum.

Böylece işe koyuldum ve ormanı iyileştirmek için neredeyse bir ay boyunca durmak bilmeden çalıştım. Her gün bir bölgeden diğerine geçerek, güçten düşene kadar çabalayarak, içimdeki gücü bir boşaltıp bir doldurarak çalışmaya devam ettim. Her gün çalışmaya son verdiğimde yeteri kadar çalışamamışım gibi geliyordu ama yavaş yavaş iyileştirdiğim alanlar birbiriyle bağlanmaya başladı ve orman hayata döndü. Uzaklardan kuş sesleri duyulabiliyordu, toprak yumuşamıştı ve kar tekrar düşmeye başlamıştı. Hemen hemen aynı haftalarda, Lord Endrick’in lanetinin asıl hedefi olan yarı-yaşar ruhların da varlığını hisseder hâle gelmiştim.

“Bırak onları da iyileştireyim,” diye yalvardım Loelle’e her gün. “Darrow’u iyileştireyim.” Loelle her gün, “Henüz yapamayız,” diye cevap verdi. Başka hiçbir açıklama yapmadı. Yine de çalışmaya devam ettim ve işime o kadar odaklanmış hâldeydim ki artık soğuktan etkilenmiyordum. Havanın serinliğini elbette hissedebiliyordum ama bu beni rahatsız etmiyordu. Beni daha fazla rahatsız eden, Loelle’in akşamları yaktığı ateşin ısısıydı. Bu yüzden biraz olsun dinlenebilmek için kapının yanında oturmaya, kapıyı da azıcık aralık bırakmaya başladım. Akşamlar en zoruydu. Aklım bu saatlerde Simon’a gidiyordu. Hâlâ Halderian Kralı olup olmadığını, Harlyn Mindall’la evlenip evlenmediğini merak ediyordum. Beni bulmaya çalışıp çalışmadığını da. Sonra, bir sabah Loelle’e, “Simon benim büyüye sahip olmam konusunda yanılıyordu,” dedim.

Loelle başını okumakta olduğu kitaptan kaldırdı. “Öyle mi? Ne anlamda?” “Büyünün beni yozlaştıracağını düşünmüştü. Ama bu ormana sunabildiğim tüm iyiliği bir düşün.” Loelle’in yüzüne kederli bir gülümseme yerleşti. “Evet, başka kimsenin yapamayacağı bir şeyi başardın.” “Darrow’u iyileştirmeme izin ver,” dedim. “En azından bu kadarını hak ettim.” “Evet, ettin,” dedi Loelle. “Yakında, Kestra. Söz veriyorum.” Yakında. Yakında babama tekrar kavuşabilecektim. O zaman kadar, hâlâ yapmam gereken çok işim vardı.

İKİ
SIMON

Kış başlayalı bir ay olmuştu ve hâlâ ne Antora’da ne de başka bir yerde Kestra’nın varlığına dair bir işaret bulabilmiştik. Korak isyanının lideri Yüzbaşı Tenger’in izniyle Trina, Gabe ve başka birkaç Korak, ülkeyi tarayarak Kestra’yı bulmaya çalışıyordu ama onca aramaya rağmen şimdiye kadar Kestra’ya dair en ufak bir ipucuna bile rastlayamamışlardı. Kestra’nın buradan ayrıldığı sırada içinde bulunduğum berbat hastalıktan iyileşme aşamasında olmama ve Halderianların yeni kralı olarak tüm sorumluluklarıma rağmen, ben kendim de vakit buldukça yollara düşüp onu aradım ama ona dair hiçbir ize rastlamadım.

Loelle onu iyi saklamıştı ve bir doktor olarak sahip olduğu yeteneklerin de ötesinde bir büyü gücüne sahipse, muhtemelen bunu kullanmıştı. Kestra’yı hayatta tutacağına şüphem yoktu ama Loelle’in onu neden alıp götürdüğü konusunda en ufak bir fikrim de yoktu. Tek bildiğim, Kestra’nın yokluğunun kalbimde her geçen gün giderek büyüyen bir boşluk yaratmış olduğuydu. Kestra’yı bulma denemelerimden sonra eve her dönüşümde, Harlyn’i beni ahırda beklerken buldum. Kestra hakkında asla soru sormadı, muhtemelen ne cevap vereceğimi zaten biliyordu. Bugün bana sorduğu soru, “Kolun nasıl?” olmuştu. Aynı soruyu daha önce de sormuştu ve aslında, “Nasılsın?” diye sorduğunu kavramıştım.

Ona doğrudan bakmadan cevapladım. “Gayet iyi.” Doğruydu ama yalnızca kolum için. Diğer yandan, ben acınası bir hâldeydim. Atımdan indim ve Harlyn koluma dokundu. Yaramı inceler gibi yaptı ama ikimiz de biliyorduk ki aslında bana yanaşmak için bir bahane arıyordu. “Yumuşamamış,” dedi. “Asla yumuşamayacak,” diye cevapladım. “Bunu biliyorsun, Harlyn.” Hükümdarlık’la savaşımız sırasında Demirkalp askerleri tarafından işkenceye maruz bırakılan genç bir ejderhaya, bir Rawkyren’e denk gelmiştim. Ejderhayı zalim adamların elinden kurtarmıştım ama o sırada kanı bir şekilde benim kanıma karışmıştı ve şimdi de sağ kolumun altındaki etim, bir ejderhanın pulları kadar sert ve güçlü bir hâl almıştı.

İlk başta Rawkyren, destek almak için pençelerini etime batırmasına karşın kalıcı bir hasar vermeden koluma konabiliyordu. Ama artık bunun için fazla büyümüş, neredeyse Hükümdarlık’ın dev kondorlarıyla aynı boyuta ulaşmıştı ve her geçen gün de daha fazla büyümeye devam ediyordu.

Kestra’yı aramaya çıktığım her seferinde o da bana eşlik ediyordu ama ben burada, Nessel’deyken o yaban arazide kendi başına kalıyordu. Harlyn bakışlarını indirdi. “Bunu biliyorum. Ama yaranın kolunu taşa çevirmekten fazlasını yaptığından korkuyorum. Seni de taşa çevirdiğini düşünüyorum. Bir gün bana bakarken gözlerinde küçümseme dışında bir şey olacak mı?” Elimi onun elinin üstüne koydum. “Sana küçümseyerek bakmıyorum ama bana Kestra’nın ayrıldığı geceye dair, buradan neden ayrıldığına dair gerçekleri söylemediğini ikimiz de iyi biliyoruz.”

Harlyn’in gözleri yaşardı. “Gerald bunları sana çoktan açıkladı.” “Öyle mi?” Elimi çektim ve bir adım geriledim. Harlyn olduğu yerde kaldı. Ben ahır kapılarına doğru ilerlemeye başlarken Gerald içeri girdi ve hızlıca eğilerek bana selam verdi. Harlyn’e doğru kaçamak bir bakış attım ve tüm bunların başka bir gizli planın parçası olup olmadığını sorguladım ama Harlyn de en az benim kadar kafası karışmış görünüyordu. “Benimle gelin, hemen şimdi,” dedi Gerald. Hemen onu takip etmeye koyulduk. Gerald bizi sürgündeki bir kralın kalesi işlevini gören bu malikânenin arkasındaki bir koridora doğru götürdü.

Sürgündeki bu kalede sürgündeki bir kral olarak ben vardım ve çok az tanıdığım bir halkı yönetmeye çalışırken aramızdaki tek bağlantı Harlyn’indi. Gerald bizi Halderianların hâlâ sahip olduğu minik ordunun subaylarıyla önceden buluştuğum bir odanın önüne getirdi. Kapı hafifçe aralıktı ve Gerald içerideki konuşmayı duyabilmemiz için bize bu aralığa doğru yaklaşmamızı işaret etti. “…ama hoşunuza gitsin ya da gitmesin, Simon bizim kralımız.” Konuşan adamın adı Edgar’dı ve süvari birliği içindeki en iyi subaylardan biriydi. “Biz de ona hizmet ediyoruz.” “Ama Simon kime hizmet ediyor?” Bunu soran kişi Reese’ti. Süvari birliğinin başında olan kişi oydu. “Bize, halkımıza değil.” “Efendi Thorne, Simon’ın bunca zamandır beklediğimiz kral olduğu konusunda bizi temin etti.

Komutan Mindall da ona güveniyor.” Sesini tanımadığım üçüncü bir adam söze girdi. “Komutan Mindall sözüne güvenilmeyecek kadar hasta ve ayrıca, Simon’ı desteklemesinin tek sebebi kızının kraliçe olmasını istemesi.” “Kraliçeye gönüllü bir şekilde hizmet ederdik,” dedi Reese. “Ama Simon onunla evlenmek istediğine dair herhangi bir işarette bulundu mu? Hayır.

Bana kalırsa söylentiler doğru. Kral, Vasılolan’a âşık.” “Eğer öyleyse, tahtından indirilmeli,” dedi üçüncü adam. “Vasılolan’ın bir Dallisor olması, onlardan biri olması zaten yeterince kötüydü. Ama şimdi bir de elinde büyü gücü var ve bu da onun Endrean kanına sahip olduğu anlamına geliyor. Başımızdaki zorba tiranla aynı kana. Kestra Dallisor’un buradan gönderilmesinin gerçek sebeplerine dair söylentiler duydum ve bunlar hayal edebileceğinizden daha bile kötü. Kralımızın kalbinde Kestra Dallisor’a bir parça bile yer varsa, onun da ortadan kaldırılması gerekecektir.” “Ortadan kaldırılması mı?” diye sordu Edgar. “Bu tahta ihanet.” “İstediğin gibi isimlendir ama yapılması gereken bu,” dedi Reese. “Halkımızın bu tehlikeli dönemde fikir ayrılığı içinde olmasını göze alamayız.” Topuklarım üstünde döndüm ellerimi yumruk yaparak uzaklaştım. Gerald ve Harlyn de peşimden geldi ve sonunda odama ulaştık, Gerald kapıyı arkamızdan kapadı. “Kestra’yı bulmamız gerekiyor,” dedim.

“Eğer ona bir zarar verme niyetleri varsa…” “İyi duymadınız galiba,” dedi Gerald. “Zarar vermeye niyetli oldukları kişi sizsiniz!” “Onlara Kestra’nın bizim tarafımızda olduğunu kanıtlamamız gerekiyor. Yanıldıklarını onlara göstermememiz…” “Ama yanılmıyorlar,” dedi Gerald. “Kestra’nın bizden çok Endrick’e benzediği bir gerçek ve onun yozlaşmaya başladığını siz kendiniz de söylemiştiniz.

Sizi o konuşmayı duyasınız diye o odanın önüne getirmemin sebebi Kestra’nın iyiliği için değildi. Ben sizi korumaya çalışıyorum!” Harlyn’e doğru baktım. Gözlerini yere indirmişti. Bana bakmayı reddediyordu. “Kulaklarınızı iyi açın,” dedi Gerald. “Bu akşam bir ziyafet düzenlendi. Yemek bittiğinde Simon, Harlyn’e evlenme teklif edeceksiniz ve Harlyn sen de bu teklifi kabul edeceksin.” Harlyn bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama Gerald hızla ekledi, “İkinizin de bu şekilde bir evliliğe gönüllü olmadığınızı biliyorum ama olması gereken bu ve öyle de olacak. Bunu yapmayı reddederseniz, inanın bana en geç bir hafta içinde taca yönelik bir kalkışma gerçekleştirilecektir ve öyle ya da böyle bir ölümle son bulacaktır. Bu akşam sizi gördüğümde, kralımızın şerefine kadeh kaldıracağım, Simon ve siz de kadehinizi yeni kraliçenin şerefine kaldıracaksınız. Anlaştık mı?

Kestra nerede?” diye sordum, ilk soruşum değildi bu. “Biliyor musun?” Gerald da aynı cevabı ilk kez vermiyordu. “Onu bırakın gitsin. O…” Kapı çalındığında Gerald konuşmayı bıraktı ve içeri bir ulak girdi. Ulak yere kadar eğilerek selam verdi. “Kral için bir mesaj ulaştı.” Gerald mektubu aldı ve bana uzattı. Okuduktan sonra Harlyn’e verdim. Harlyn mesajı okurken ben de Gerald’a döndüm. “Birilerine atımı ve en az bir haftalık erzak hazırlat. Hemen ayrılıyorum.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hainin Oyunu ~ Jennifer A. NielsenHainin Oyunu

    Hainin Oyunu

    Jennifer A. Nielsen

    Hainin Oyununda Kazanmaktan Başka Şansın Yok Kestra Dallisor üç yıldır sürgündeydi ve kendisini çok daha karanlık bir geleceğin beklediğinin farkındaydı ama zalim kral Lord...

  2. Düzenbazın Kalbi ~ Jennifer A. NielsenDüzenbazın Kalbi

    Düzenbazın Kalbi

    Jennifer A. Nielsen

    Eğer hayatta kalmak istiyorlarsa, Simon ve Kestra’nın tek şansı birbirlerine tekrar güvenmek ve anılarına tutunmaktı. Peki paramparça bir kalp iyileşebilir miydi?

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Teslimiyet ~ Pamela ClareTeslimiyet

    Teslimiyet

    Pamela Clare

    “Dolu dolu bir aşk hikayesi… Gerçekçi karakterler, yakıcı kimyası ve olağanüstü olay örgüsüyle kaçırılmaması gereken bir kitap.” Publishers Weekly İtinayla seçilmiş bir grup savaşçı…...

  2. Lost / Nesli Tükenen Tür ~ Cathy HapkaLost / Nesli Tükenen Tür

    Lost / Nesli Tükenen Tür

    Cathy Hapka

    Oceanic Havayolları’nın 815 no.lu uçağının düşmesiyle her şeylerini yitiren 48 yolcu, kendilerini ıssız, tropik bir adada bulurlar. Dostlar, düşmanlar, aileler ve yabancılardan oluşan bu...

  3. Havana’da Türk Tutkusu 1898 ~ Ernesto Gomez AbascalHavana’da Türk Tutkusu 1898

    Havana’da Türk Tutkusu 1898

    Ernesto Gomez Abascal

    II. Abdülhamit 1897 yılı sonbaharında yaverlerinden, Ordu-yu Humayun’un İstihbarat birimine mensup Ahmet Paşa’yı (gerçek hayatta Hasan Enver Paşa) Küba’ya yollamaya karar verdi. Romanda böyle...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur