Bilinci yavaşça yerine geliyordu, bunu kulağına gelen bebek ağlamasının içine doğurduğu huzurdan dolayı anladı. Bebek, çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki, bir an önce uyanıp, onu bağrına basmak istedi. Kalbini saran bu sızı belli ki, ilk anaç duygusuydu. Gözleri hafifçe aralanmaya başladığında, ilk önce duvardaki sıvaların yer yer dökük olduğunu görmeye başladı. Hiçbir anlam ifade etmiyordu ama bilincinin daha uyanmadığı bölümlerinde, bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Gariplikler bu kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona bakıp gülüyor, bakışlarındaki müjde vermeye hazır ifade, dudaklarında yerini hain bir sırra bırakıyordu. Hemşirenin topuz saçlarının üzerindeki kepi, üçgendi. Üniforması ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik, gizlenemez bir mimik olarak hemşirenin dudaklarındaydı. Bu gülümseme tüm zamanların bilindik gülümsemesiydi.
“Ikın, ıkın hadi. Çok rahat bir doğum oluyor.”
Hemşire, bilinci yerine gelen kadının bacaklarının arasına eğiliyor, eski üniformasıyla, bebeğin omuzlarından ve kafasından tutmuş, çekiyordu.
“Maşallah, çok sağlıklı bir bebeğe benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az kaldı.” Hemşire içinden dua okumaya başlamıştı. Ne söylediği duyulmuyordu, sadece dudaklarındaki ritmik hareketlerden bu anlaşılıyordu.
Doğumhanedeki her şey eskiydi. Şu an doğum yaptığı masanın da, tıpkı hemşirenin üniforması gibi eski olduğunu, bacaklarının asılı olduğu direklerin paslanmış olduğunu, üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli ve yıpranmış olduğunu görüyordu. Fakat garipsemiyordu. Tuhaflığın farkındaydı ama bebeğin tatlı feryatları, bu düşünceleri bir şekle sokmasına izin vermiyordu.
Odada yalnız olmadıklarını fark edince, bir kez daha tuhaflık duygusunun esiri oldu. Hemşirenin hemen ardında, alacakaranlık sayılabilecek bir gölgede duran doktorun, hiç bir şeye karışmaması, üzerindeki beyaz önlüğün içinde, sadece onları izlemesi de şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını bağdaş kurmuş, kulaklarının üzerinde kırlaşmış saçlarıyla babasını andırıyordu. Yoksa yüzündeki hüzün neden bu kadar tanıdık gelsin ki? Babasını andırdığı için midir bilinmez, adamın odada olmasından dolayı, kendini güvende hissediyordu.
Bebeğin ağlaması, hemşirenin işinin ehli hareketleri, doğumun bitirmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu.
“Maşallah nur topu gibi bir oğlun oldu. Maşallah.” Hemşire iri gözlerle beklediği müjdeyi, masada yatan kadına verdi.
Doktora bakan kadın, onun sevindiğini gördü ama doktor bunu gizlemek için, bağdaş kurduğu ellerinden biriyle ağzını kapattı.
Doğum inanılmaz rahat geçmiş, hemşire bebeği eski metal bir kovanın içinde yıkamaya başlamıştı. Yumuşak hareketleri, şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını durdurmuyordu ama annesinin içine su serpiyordu.
Bebek yıkandıktan sonra hemşire onu annesine verdi. Anne, bebeği kucağında kavrayıp koklamaya başladığında, üniformalı kadın bebeği tekrar aldı. Bu hareket karşısında anne sinirlendi ama sadece seyretmekle yetindi.
Anne kalkıyordu, çok rahat bir doğum olduğu için, hiçbir ağrı hissetmeden doğruldu. Bu arada hemşire, bebeği doğum masasının hemen yanında yere yatırdı. Beton zemine sırt üstü koyduğu bebeğe, mavi bir tulum giydirdiğinde, annesi odadaki tek renkli şeyin o mavi tulum olduğunu fark etti. Her şey renksiz ve eskiydi. Doktorun bulunduğu köşenin hemen karşısında, spor salonlarındaki sıralı dolaplardan olduğunu gördü. Kalın ağaçlardan yapılma eski rafların üzerinde ameliyat malzemeleri vardı ve onlarda eski ve paslı görünüyordu.
Anne, bebeği betona yatıran hemşireye çıkışacağı sırada, hemşire ona bebeğin altını nasıl değiştirmesi gerektiğini öğretmeye başladı. Bu işlem sanki çok uzun sürüyordu. O kadar ki, bebeğin kumral saçları uzamaya başladı. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla çok güzel bir bebek olmuştu.
Bebek kendi kendine ayağa kalktı, üzerinde tulumundan başka hiçbir şey olmadan yürümeye başladı. Bebek olduğu için paytak yürüyor ama kimseden yardım almaya ihtiyaç duymuyordu. Annesi oğluyla gurur duymaya başlamıştı. Tombul, katmer katmer ayaklarını öpmek istiyordu, oysa bebek, ameliyathaneden kendi başına dışarı çıkmaya başladığında, anne telaşla bebeğin arkasından gitti.
Renksiz bir hastane koridorunda oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir kapıdan içeri girdiğini gördü. Hemen peşinden girdiğinde buranın bir banyo olduğunu fark etti. Tuhaflıklar artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski banyonun yerleri taş mermeriydi ve her şey griydi. Eski duştan bir kovanın içine su akıyor, bebek annesinin elinden tutarak ona kovayı göstermeye çalışıyordu. Su dolu kovanın içinde saydam torbalar vardı ve torbaların içindekileri görünce, kadının aklı durdu. Torbaların içinde, kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü bebeklerle dolu torbalar, kovanın içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı. Kadın, korkup çığlık atmaya başladı. Güzel bebek, annesinin elini bırakıp kovanın yanına doğru gitmeye başladı. Kadın çıldırmıştı, titreyerek oğluna seslenmeye başladı.
“Gel buraya oğlum. Senin orada ne işin var. Beni terk etme. Bak annen burada. Beni bırakma oğlum.”
Ama bebek kovanın yanına gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi hevesliydi. Annesine bakarak korkmaması için gülümsedi.
Kadın kovadaki bebeklerin ölü olduğunu, eğer onların yanına giderse kendi bebeğinin de öleceğini zaten biliyordu.
“Hayır, oğlum buraya gel.” Anne kollarını açarak onu kucağına çağırdı.
Bebek kovanın yanına vardığında durdu, bir annesinin kollarına baktı, bir kovanın içindeki ölü bebeklere. Annesi sanki önüne bir set çekilmiş gibi, olduğu yerden ileriye gidemiyordu. Bu yüzden oğlunu kurtarmak için yalvarmaktan başka çaresi yoktu.
“Oğlum bana gel, ne olursun. Hayır, sakın beni yalnız bırakma.” Anne çaresizce çırpındı.
Bebek kovayla annesi arasında karar vermeye çalışıyormuş gibi durakladı.
“Oğlum annene gel, senin yerin burası. Terk etme anneni. Ne olur oğlum annene gel, gel de perişan olmayayım, gel de seni bağrıma basayım.”
Bebek annesinin hıçkırıklara boğuluşuna baktı ve sanki kocaman bir adammış gibi hüzünlendi.
“Oğlum, ne olursun bana gel.”
Bebek, kovanın içindeki ölü bedenlere baktı ve annesine doğru yürümeye başladı. Kadın ayağa kalktı ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya başladı. Oğlunu kollarının arasına alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha öptü.
Banyonun kapısında telaşlı bir yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle onları bulduğuna sevinerek haykırmaya başladı.
“Sizi buldum. Şükürler olsun.”
Anne ve bebek, renksiz banyoda kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin telaşı ikisini de korkutmuştu. Eski üniformalı hemşirenin dudaklarında artık hain bir ifade yoktu. Sanki oğlunu geri almayı başaran anneye inanmaya başlamıştı.
“Hemen doğumhaneye gitmeliyiz. Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal bir yermiş gibi içeri girmiyor, söyleyeceklerini kapı eşiğinden haykırıyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıSatranç Ve Şövalye
- Sayfa Sayısı352
- YazarErol Çelik
- ISBN9944979191
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviAvrupa Yakası Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaybolmuş Ruhlar Sarayı – 2 – Senteria’nın Varisi ~ Dilara Keskin
Kaybolmuş Ruhlar Sarayı – 2 – Senteria’nın Varisi
Dilara Keskin
Nefret ve iktidar savaşının ortasında doğan bir aşktan daha ümitsizi var mıdır? Kitana, Zirakov’a geri döner fakat hiçbir şey bıraktığı gibi değildir. Kardeşi Armin...
- Çeşitli Yalnızlık Söylentileri ~ Mehmet Can Şaşmaz
Çeşitli Yalnızlık Söylentileri
Mehmet Can Şaşmaz
“Her yazarın, bir de kitaplarında görünen ve biyolojik yaşı süresince, kendi içindeki yolculukları nasıl geçirdiğini gösteren bir yaşı vardır. Henüz 22’sindeki Mehmet Can Şaşmaz’ın,...
- Aşkın Halleri ~ Özcan Karabulut
Aşkın Halleri
Özcan Karabulut
Aşkın Halleri, temel izleği aşk olan öykülerden oluşuyor. Ancak, Özcan Karabulut’un çoğu öyküsünün aksine, buradaki öyküler, siyasal artalan üzerine oturtulmamış; siyasal söylem taşımıyor, yalnızca...