“Şark Belleği”
Hüseyin Ferhad’tan şiirimiz üstüne denemeler “Şark Belleği”
“Şark Belleği” Hüseyin Ferhad’ın 2003-2016 yılları arasında yazdığı, şairlerin başka şairlerle ilişkisini, dilini, kültürünü, kimliğini irdeleyen denemelerden oluşuyor.
Bugünün şiirinin karakteristik özelliklerini, ana yönelimlerini kavramayı, tarihsel ve toplumsal boyutlarıyla konumlamayı amaçlayan, kendine özgü bir üslupla kaleme alınmış yazılar toplamında Ahmet Haşim’den Melih Cevdet Anday’a, Oktay Rifat’tan Ahmet Oktay’a, Turgut Uyar’dan Hilmi Yavuz’a, Sezai Karakoç’tan Ahmet Erhan’a, Edip Cansever’den Ataol Behramoğlu’na, İlhan Berk’ten Enis Batur’a, İsmet Özel’den Haydar Ergülen’e pek çok şairin yanı sıra Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Asım Bezirci, Memet Fuat gibi eleştirmenler de konu ediliyor.
Usta bir şairin kaleminden keskin gözlemler ve tanıklıklarla günümüz şiirinin izini süren bir kitap “Şark Belleği”.
İÇİNDEKİLER
Suya Yazılıdır • 9
Dil/Lisan: Şairin Asıl Yurdu • 17
Bir Gülüşün Diyeti • 22
Etnik Büyü • 30
Lanetler, Kutsal S’İmgeler • 72
Çarçu’da Bir Kürdilî Akşam • 79
“Bir kırlangıcın daha var” • 83
Söz’ün İlkel Gücü • 88
İki Şey: Esin ve Zekâ • 93
Ahmet Oktay’ın Hayalet’ine İtirazlar • 97
Eleştiri’nin Ş Harfi • 102
“Carpe diem”: Hayat 1 Gün, O da Bugün • 113
İkinci Menzil • 126
Kusursuzluk da Bir Kusurdur • 138
Şair Tahtı • 149
“Gözel amrak yıkanıyor süt gölünde” • 156
Şiiri İçinden Okumak • 161
İki Parantez Arasında • 167
Edebiyatın Gizli Dikişleri • 178
Red Sadece Bir Parmak İşaretidir • 184
Şairin Vesikalık Fotoğrafı • 189
“Hey kardeşim sen de n’apıyorsun?” • 195
Intellect’in Uğramadığı Yer • 203
İlk Kibrit Çakımı • 208
Şair: Birkaç Kişi • 217
Walter Benjamin Sokağı • 222
Hasar Tespiti Şart • 230
Adı Narkissos • 239
Kafes: Demir ya da Altın • 250
V, Yine O İşaret • 255
Ahmet Erhan İçin, Özel • 268
Ben ve ‘Ben’ • 278
Söyleşiler
“Hikmet burcunda bir şaman olarak görürüm kendimi” • 332
“Dil bilgisinden ikmale kalan her şair kırbaçlanmalı ve
arenadan atılmalıdır” • 342
Ad Dizini • 351
Suya Yazılıdır
Uygarlığın, yerleşik kültürün orijini Şattü’l-Arab’dır. Apsis ve ordinat eksenlerinin, Fırat’la Dicle’nin kesişme noktası: Babil, Irakeyn, bütün bir Mezopotamya. Mezopotamya bir kavimler kapısıdır, bir “Şark pazarı”. İndusNil kültür kuşağının bir koordinat düzlemi. Vere Gordon Childe’a göre, ilk uygarlıklar (Arî/Hint, Sümer/Babil, Mısır), aynı zaman diliminde, benzer iklim özelliklerine sahip büyük nehirlerin (İndus, Şattü’l-Arab, Nil) vadilerinde doğmuş, uygar insan imgesi zamanla Anadolu’ya, Avrupa’ya taşmıştır. En önemli yapıtı sayılan Doğu’nun Prehistoryası bu uzun yürüyüşün bir felekesidir. Vere Gordon Childe “[Söz konusu vadiler] 25. ve 35. enlem arasında bulunan kara şeridi üzerindedirler ki bugünkü dünyada bu bölge en sıcak ve en kuru iklim bölgesini teşkil eder,” der (Çeviren: Şevket Aziz Kansu, 1946): “Mısır, Sümer ve Pencap, az çok mütemadi ve çöl tabiatında ve tabiatiyle bariz arızalarla kesilmiş bir platoyu kat’eden daimî büyük nehirlerin vadilerinde yayılırlar.” Şattü’l-Arab’ın iki kolundan biri Fırat’tır. Antep’e, Urfa’ya çıkar, dünyanın ‘sekizinci harika’sı sayılan Zeugma’ya. Kıyısında, kayalıklarda nesli tükenmeye yüz tutmuş kelaynaklar yaşarlar. Fırat denildikte ilk aklıma gelen Attilâ İlhan’ın “fırat rüzgâra karşı aktığı zaman”ıdır (Ben Sana Mecburum, 1960):
fırat rüzgâra karşı aktığı zaman
suyun yüzü telâşlı bir korkuyla ürperir
atmaca kayalıklarında poyrazın yalçın soluğu
dökülür sığırcıklar
çıplak kavaklardan
tortop olmuş
simsiyah ve ufacıktırlar
içimsıra sonbahar garipliğinin ağır yorgunluğu
fırat rüzgâra karşı aktığı zaman
sessizce kendi kendime ağlayasım gelir
nedense kim bilir
Öbür kolu Dicle’dir, diğer adıyla Tigris, bir diğer adıyla Ceyhun. O, her daim rüzgâra karşı akar. Diyarbakır’a, lav sahanlığına çıkar, Yukarı Mezopotamya’ya. Belki söylemek bile fazla: Çıkmak/akmak fiillerinden kastım kültür/edebiyat edimleridir, bizzat şiirdir. Bu nehir koylarında, koyaklarında, leb-i Dicle’de yazılan şiir… Gerçi Osmanlı hep sırtını dönmüştür Şark’a. Cumhuriyet Türkiyesi de değil Şark’a; değil Ortadoğu’ya; Kuzey Afrika’ya, Osmanlı’ya bile kapamıştır imgelem kapılarını. Kadim nehir izleğini sürmek olanaksızdır bugün. Zap’ı, Dicle’yi, Fırat’ı aruza, heceye vurmak. Örnekler ortada. Kürt/Arap kökenli şairlerimize, Ahmet Haşim’e, Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Enver Gökçe’ye, Ahmed Arif’e, Sezai Karakoç’a, Cemal Süreya’ya, Hilmi Yavuz’a, Kemal Burkay’a karşın bu yöre çağdaş şiirimizde de gereğince yer bulamamıştır.
Şam, Bağdat dünyanın ender kültür kentlerindendir. Sadece Emevîler ve Abbasîler devrinde değil, hemen her dönem hemen bütün Asya’nın kültür/sanat elçilerinin toplaştığı, İslam felsefesinin, Divan edebiyatının tartışıldığı fikir bahçeleri olmuşlardır. Nitekim Ahmet Haşim de Bağdat doğumludur. Modern Türk şiirinin ilk kalemşoru, ilk manifest sahibi… Ne var ki coğrafi genişlik; ‘cihanşümul’, ‘ kıtalar imparatorluğu’ benzeri terkipler bizi yanıltmamalıdır. Genel olarak Türk şiiri müphem, gri, hatta negatif bir şiirdir. İnsan yüzleri flu, eşyalar renksiz, nehirler ve göller muğlâktır.
Bu; Şattü’l-Arab, Fırat ve Dicle için de geçerlidir, Osmanlı kültür dairesinde yer alan çeşitli dillerde kotarılmış manzum ürünler için de. Mem û Zîn, örneğin. Tam anlamıyla bir Mezopotamya destanıdır. Babil yerleşik kültürüne dâhil Kürtlerin bir epopesi. Mülteci bir ruh hâli, göçebelere, çobanlara özgü bir uçarılık, Reşko’dan, Zagros’tan Akdeniz’e akar âdeta. Gelgelim ne Dicle’nin lacivert yelesi savrulur beyitlerinde, bendlerinde, ne Fırat’ın kan kızıl nefesi. Çünkü tipik bir Osmanlı şairidir Ehmedê Xanî. Mağrur, melankolik. Dünyaya, hayata mim parmağının arkasından bakan “kahraman”ların bir kalemşoru. Divan şiiri ‘narrative’ bir şiirdir ama ne Fuzûlî’de, ne Bâkî ya da Ehmedê Xanî’de bir şehri, bir nehir veya gölü temaşa edebilmek mümkündür. Şattü’l-Arab, Fırat ve Dicle sadece eğretilemedir, âşıkların, vuslatın bir simgesi. Mihenk taşı da Mem û Zîn’in XXXV. bölümündedir:
Elqîsse: Jı îlleta dı dılda
Seyrek we dı çû Memê bı mılda
Şettıl-Ereb û Ferat û Ceyhûn
Hersê te dı go bı yekve ra bûn
Kısacası: gönlündeki hastalıktan
Memo’nun omzundan öyle bir sel akıyor ki,
Şattü’l-Arap, Fırat ve Ceyhun
Sanırdın ki üçü birden taştılar
(Çeviren: Mehmet Emin Bozarslan, 1968)
Dicle Sümercedir. Yunanlılar dışında, hemen bütün halklar Dicle (İdigna: İdiklat: Hiddekel: Diklat) adını kullanmışlardır. Yunanlılar Tigris, yani ‘kaplan’ demişler nedense. Ehmedê Xanî de Ceyhun… Mem û Zîn tipik bir mesnevîdir, bir aşk şiiri. Kurtarılmış bir has bahçe, harflerin, Yazı’nın kutsandığı, gözyaşına, Kürtçeye banıldığı bir epope. Müphemlik doğası gereğidir; Divan şiirinin görgü kurallarıyla, aymazlığıyla, coğrafyayı hafife alışıyla ilintili. Ahmet Oktay bir yazısında Zygmunt Bauman’ın “müphemlik, dilde ya da dilin kullanımında yatan bir patolojinin sonucu değildir, dilsel pratiğin sıradan bir unsurudur” hipotezinin altını çizer. “En azından” der (Geceyazısı, 2003/3), “Cenap Şahabeddin ve Ahmet Haşim’in müphem olmayı şiire içselleştirdiklerini ve ibhamı savunduklarını biliyoruz.” İki satır öncesinde de bizi uyarır: “Kullandığım müphem sözcüğünün, bir olumsuzluğu betimlemek amacıyla seçilmediğini özellikle belirtmeliyim.” Hayır, Ahmet Oktay’a katılmak ne mümkündür. Hiç değilse Ahmet Haşim konusunda. Keza, ondaki müphemlik olumsuzluğun bizatihi kendisidir. Hem dilsel, hem içsel…
Şi’r-i Kamer (tam adı: “Şi’r-i Kamer: Dicle’nin ve Annemin Hatıraları”) ilk şiirlerindendir Ahmet Haşim’in. Büyük bir bölümü 1908-1910 yıllarında Resimli Kitap, Jale ve Servet-i Fünûn’da yayımlanır. Bir kitap olarak tasarlanmış olsa da, bir sunu ekiyle (“Kari’e”), Piyâle’de ancak yer bulur kendine. Şi’r-i Kamer, “Kari’e”yi saymazsak (ki sahiden olağanüstü bir şiirdir “Kari’e”), sıradan şiirlerdir, ama doğduğu topraklara, Bağdat’a, Dicle’ye yazdığı, Mezopotamya’yı mekân, yurt seçtiği ilk ve son şiirler. Hoş, Şi’r-i Kamer, adına karşın, Mezopotamya’dan, Mezopotamya’nın kadim halklarından, içine doğduğu “Arap dünyası”ndan bîhaber, soyut, eski deyimle mücerret bir simgeler sandukasıdır:
Çıkmıştık o gün Dicle’ye: sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…
Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;
Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlün;
Akşam gibi a’sabı geren reng-i garibi…
Ahmet Haşim, Osmanlı’nın, Mezopotamya’nın bir armağanıdır modern Türk şiirine. Ne diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar (Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969): “Biz bugünkü kuşak, fikir ve sanat hayatına, Haşim’in yıldızı altına girdik. Düşünce ve duygulanmamızda Piyâle ve Şi’r-i Kamer şairinin büyük etkileri oldu.” Ben Yahya Kemal’i Ahmet Haşim’den de, Nâzım Hikmet’ten de yakın bulurum kendime. Bulurum, o kadar! Şiirlerindeki iç/ dış ahenk, sözcük örgüsü, örtüsü, müzikalite, dil mükemmelliği ulaşılmaz cinstendir. Ancak “tekâmül zinciri”ne eklemlenememiştir. Bugünkü şiiri hazırlayanlar arasında ne yeri vardır, ne bir iz sürücüsü. ‘40’lı yıllarda, Nâzım Hikmet etkisinde, daha doğrusu “toplumcu gerçekçi” özgün tek şair Ahmed Arif’tir. Özgündür; zira dağlı, ‘kürtesk’ renkleriyle, girift, bir tür Divan şiirinin ‘diliçi’ çevirisini, şerhini andıran söylemiyle, sahiden biriciktir.
Bence rastlantısal bir şiirdir Ahmed Arif’inki. Hasretinden Prangalar Eskittim (1968) Dicle’nin, Mezopotamya’nın sayıklamalarıdır. Akustiktir; ateşgedelere, sufî eşkıyalara has bir başkaldırıyla ıralanır. Çalışarak “Otuz Üç Kurşun”a, “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi”ne emsal şiirler yazmak ne mümkündür: “Varamaz elim/ Ayvasına, narına can dayanmazken,/ Kırar boynumu yürürüm./ Kurdun, kuşun bileceği hal değil,/ Sormayın hiç/ Laaaaal…/ Kara ferman çıkadursun yollara,/ Yârin bahçesi târümar,/ Kan eder perçem./ Olancası bir tutam can,/ Kadasına belâsına sunduğum,/ Ben öleydim loooy…/ Elim boş,/ Ayağım pusu./ Bir ben bileceğim oysa/ Ne âfat sevdim./ Bir de ağzı var dili yok/ Diyarbekir Kalesi…” Ahmed Arif’in aksine, soğukkanlı bir şiiridir Hilmi Yavuz’unki. Bir bilgi, bildiri, ‘istihsar’ şiiri. Hatırlatıcıdır, acıtıcı, kanatıcı. Bakış Kuşu (1969), Bedreddin Üzerine Şiirler (1975), akabinde Doğu Şiirleri (1977). Denilebilirse, tırnak içinde bir entelekt olarak çıktığı Siirt yolculuğundan, Mezopotamya’dan bir ‘muiz’ olarak döner Hilmi Yavuz. Hem de koltuğunda kör bir dengbêjin cönkleriyle. Doğu Şiirleri (1977) en iyi yapıtı gösterilir hâlâ. Umarım değildir. Mihenk taşı “Doğunun Sonsözü”ndedir ama:
bir gece çölemerik üzerinde
bakır bir bilezik gibi hilali
gördü
ezik çiğdemleriyle elazığ
acı dağlarıyla ergani
dersim, pülümür, horasan
ibrahim talu’nun oğlunu gördüler
ve bir keçe kilimi andıran elleriyle
göğü bir beşik gibi sallayan
fatma’yı, zeynel’in ayali
kimse bizim sevdamızı anlatmadı
ne mem u zin hikâyesi
ne de ahmede hâni
yaylalar kelepçeliydi asi fırat’a
en büyük mahpushane dağlardı
ve dicle, fırat’ın helali
çoktandır akşam denen sanata
alışmış olmanın acısı
kavuşmuş olmanın hayali
ile akardı
köpüğünü kanata kanata
Mezopotamya’nın ah’ları suya yazılıdır. ‘Evvel zaman içinde’ o kadar istilaya uğramıştır ki, kadim Babil sadece Fırat’la Dicle’nin belleğinde kalmıştır. Elam, Guti, Awan, Hitit (Hatti), Asur, Geldani, Pers, Helen, Sasanî, Arap, Selçuklu, Moğol, Eyyubî, Osmanlı “galebe”leri. Mezopotamya’nın yerlileri, sahipleri kimlerdir belli değildir. İlk uygar insan Gılgamış mıydı, yoksa Enkidu mu, Vere Gordon Childe ‘yeminli’ bir bilim adamı mıydı, yoksa Batı emperyalizminin bir kılavuzu mu, İbrahim Talu’nun nidası, hatırası kimlerin uhdesindedir şimdi? yanıtları olmayan sorulardır. Metin Altıok “Sen ki altıok metin, kimliksiz ölüler gördün/ ömrünün on yılını geçirdiğin doğu illerinde” der Süveyda’da. Yıl 1991’dir. Güneydoğu Anadolu tarihinin en kanlı trajedisini yaşamaktadır. Asker, sivil, ‘gerilla’ cesetleri: Mezopotamya’nın şeceresine aşina insanların dudaklarında yine o ‘yanlış’ temrin: Tarih tekerrürden ibarettir. Cemal Süreya “Metin Altıok, artık şiir yazmasa bile, şimdiye dek ortaya koyduklarıyla bir değerdir diyorum. Lirizm ve humor’un arabesk biçimlerle sürekli iç içe geçtiği bir şiir onunki,” demişti. Bu, aslında Metin Altıok’un şiirinden çok, giderek poetikaya dönüşen, poetikasını oluşturan bir “etnik şiir”in tarifi, habercisi gibidir.
Fırat, Mezopotamya’nın, Metin Altıok’un tabiriyle “doğu illeri”nin en büyük akarsuyudur: Yek başına Türkiye’nin yedide birinin sularını toplar, Suriye illerini, Rakka’yı, Deyrü’z- Zor’u geçerek Irak’a girer. Irakeyn’in (ki “iki Irak” demektir, eski metinlerde karşımıza sıkça çıkar) batı illerini dolaşıp Kurna’da Dicle’yle birleşerek Şattü’l-Arab adını alır. Dicle ise Büyük Zap dâhil, “doğu illeri”nin en doğusunun irili ufaklı bütün akarsularını, İran kaynaklı Küçük Zap ve Diyale nehirlerini de akaçlayarak Kurna’ya koşar: Dicle’ye.
Tılsım tamamlanır. İlginçtir, son yüzyıla dek, her iki nehir de yöre halkının imgeleminde ağıtlarla, ayrılıklarla ıralanmışlardır. Ya âşıkların, vuslatın simgesidirler, ya sılayla gurbetin, hayatla ölümün payidar hatları. Bu minval haricinde, özne ya da nesnesi Fırat, Dicle olan tek şiir yok gibidir. Nil’e, İndus’a göre; onların çevresinde kurulan “nehir uygarlıkları”na, orada yaşayan “nehir çobanları”na göre; Mezopotamya, hiç değilse Türkiye Mezopotamyası, âdeta uygarlık sınavından muaf tutulmuştur. Ahmed Arif “şiire Doğu motifleri taşıyan bir şair” olarak gösterilir, hatta Hilmi Yavuz’la Murathan Mungan bile. Bu, genelde Batılılaşma hareketine, özelde Ahmet Haşim’e, Garip’e tepkisel bir sınıflandırmadır.
Batı motifleri nedir, Türk dili ve edebiyatı hangi ailedendir o zaman? Sosyolojik, siyasal argümanlar aklımızı bu kadar kolay çelememelidir. Örneğin Hicri İzgören “kirli savaş”ı bizzat yaşamış bir aydındır – dünyanın, Türkiye’nin, “nehirler arasındaki ülke”sinin farkında bir entelektüel. Salt yurduna düşkün bir kalemşorun reflekslerini göstermekle kalmaz, günümüz insanının büyük yalnızlığına ilişkin görülerini, kaygılarını da şiirsel düzleme taşır. Türk şiirinin (“Türkçe şiir” demek daha doğru olur) sınır taşlarını hep ileriye atar: Basra’ya, Isfahan’a, Arabistan çöllerine. İçine doğduğu geleneği, feodal bahçeyi, Munzur’u, Zap’ı ezbere bilir. Ehmedê Xanî’ye, Ahmed Arif’e, Kemal Burkay’a âdeta tapınır. Ama onların pusatlarına, öteberilerine el sürmez. Kendisi de bir şövalyedir çünkü. Türkçeyi Behçet Necatigil aksanıyla konuşur, uzaktan bakan onu Edip Cansever’e, Turgut Uyar’a benzetir. Ne var ki o safkan bir dengbêjdir, “rüyalarını Türkçe gören” bir ateşgede. Yazdığı her şiirde kürtesk motifler, enstantaneler olmaması ne mümkündür; Dicle’nin gözlerine taşmaması.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıŞark Belleği
- Sayfa Sayısı216
- YazarHüseyin Ferhad
- ISBN9789750836732
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Türkçe Sözlü Hafif Mavi ~ Küçük İskender
Türkçe Sözlü Hafif Mavi
Küçük İskender
İnsanın olmadığı yerde şiir de yoktur. İnsan, olmadığı, alınmadığı yere şiiri de yakıştırmamıştır. Merak mı daha fazla arzu uyandırıcıdır, kuşku mu? Şiirin teklifsizliğindeki muamma,...
- Aşık Kadınlar Sokağı ~ Hikmet Çetinkaya
Aşık Kadınlar Sokağı
Hikmet Çetinkaya
Evin holünde uzun bir zaman… Kadın, erkeğe gülümsüyor… Erkek “bir oyun” olduğunu o anda seziyor… Kadın, pencere kenarına doğru gidiyor usulca… Kadın, kandırmacaları yaşamına...
- İnsan Ruhunun Haritası ~ Ahmet Ümit
İnsan Ruhunun Haritası
Ahmet Ümit
“İnsan Ruhunun Haritası” birçok farklı açıdan ele alınabilecek zengin bir metin. Kitabın Ahmet Ümit’in kendisini olduğu noktaya getiren yazarlara duyduğu bir minnet borcu olduğunu...