Şimdilerde o günleri ananlar hep “Sarıyaz” diyorlar adına. Haziranın gevreyen toprak üstünde buram buram tüttüğü son demlerinde, topu topu on iki günlük bir zamandı oysa. Ama bütün bir mevsim, yıllar boyu hatırlanacak kadar yüklü geçmişti. Tarihe “Sarıyaz” diye düşüldü o günler.
Her şey havanın lodosa dönmesiyle başladı. Rüzgâr, Afrika’dan aldığı sapsarı çöl kumunu yanına katıp körfeze doldu, ortalık sarıya kesti. Her şey ama her şey öyle bir sarardı ki, sanki dünya sarı bir camın arkasına saklandı gibi oldu.
Yöre halkını tedirgin eden bu tuhaf doğa olayının ardından bir de deprem gelir. Lakin bu “aşağıdan aşağıdan vuran” deprem halka halka büyüyecek, Sarıyaz’ın büyüklü küçüklü karakterlerinin hayatlarında meydana gelen şiddetli sarsıntılarda yankı bulacaktır.
Mahir Ünsal Eriş, aynı olayın etrafında dönen ve birbirine bağlanan sekiz öyküden oluşan Sarıyaz’da, yine küçük bir kıyı şehrindeki sözümona sıradan insanların dünyalarına ışık tutuyor. Onların aşklarına, hüsranlarına, isyanlarına, hezeyanlarına, kalp yaralarına ve her şeye rağmen hayata tutunma çabalarına tercüman oluyor… Her zamanki sakınmasız, dürüst ama merhamet dolu, hayat dolu tavrıyla. Her zamanki gibi sokağı dillendirerek…
İçindekiler
şengül……………………………………………………………………… 15
sarı …………………………………………………………………………. 25
beyefendi ………………………………………………………………… 41
gül özlem gül …………………………………………………………… 53
ecevit, öpücük………………………………………………………….. 65
gece nöbeti………………………………………………………………. 83
dedemin turnası ……………………………………………………….. 95
sevgi çağının sonu……………………………………………………. 115
“ne güzel yangındı o yangın
herkes yeniden yaşadı ve unuttu
yaktığımız mutluluğu unutma”
şengül
deniz poyraz’a
Şengül’ün beyaz kollarına ışıklar vururdu cevizin yaprakları arasından. O, sabahları, çiy görmüş bahçelerinde kömür kovası doldururken, acele etmiş bir nisan güneşi ne yapar eder onu yakalamayı bilirdi. Odaları kömür ve tarhana, bahçeleri tavuk kümesi, kolları zambak kolonyası kokardı. Beni kucağına aldı mı, ağlamaklı bir sevinçle dolardı içim. Gençti, çiy damlaları gibiydi, serçeparmakları kınalı, bilekleri naylon bilezikliydi, üveydi. Sofra serer dayak yerdi, sofra kaldırır gene dayak yerdi. Süpürse, tozuttun diye döverdi analığı, süpürmese, eli boş diye. Çok zaman saçına asılır, etine vuracaksa da morarıp çürümesin diye bez doladığı oklavasına davranırdı. Kendi sofrasına oturtmazdı analık; mutfakta, yer sofrasında yedirirdi. Arada bir bitişik bahçeye, bize geldiğinde babaannem onu alır, meşe külü ve defne yaprağı kokan saçlarını okşaya seve masaya oturtur, önüne sele zeytini, biber salçası, ceviz ve süt kaymağı çıkarırdı. Şengül utana sıkıla süzülür, ekmeğin ucuyla küçük küçük atıştırıp cana geldikçe daha tatlı gülerdi.
Babaannem eline su bardağıyla çay üstüne çay verir, biz Şengül’le karşılıklı yiyinirken o fısır fısır söylenir, “Sen bu yetimlerin yüzüne bak Yarabbim,” diye ahlanırdı. Annem fabrikaya gitti mi ben babaannemle Şengül’ün eline kalırdım. Babaannem sabahları çardaktaki divanda oturup saçlarını açar, ağarık kınalı beliklerini çözüp taradıktan sonra yeniden bir güzel örer, sonra da elinde biriken solgun yumağı alıp kuzinesinin içinde yakardı. Ev, saç kokardı. “Atsana bahçeye kız anne,” demişti bir gün annem, “Leş gibi kokuttun evin içini.” “Olur mu be kızım,” dedi babaannem, “yukarı atsan ağaçlara takılır, kuşlar aldanır da alır yuva yapar, aşağı atsan karıncaların ayağına dolanır, yazık günah!” O saçlarını tarayıp örerken ben balkonun duvarına çenemi dayar, Şengül’ü seyrederim. Şengül, çoktan uyanmış, elinde kovasıyla karşıki arsalıktan, kül dökmekten geliyor olurdu. Peşine de bahçeyi ıslayıp süpürürdü.
Durmadan yapardı bunu. O bahçe, tozu toprağı hiç olmamış gibi, tomarından yeni çekilmiş bomboş bir kâğıt gibi tertemiz dururdu. Sonra analığının sütünü bahçede, ocağın üstündeki kara güğümde kaynatır, gider kahvaltıya uyandırırdı. Ekşi ekşi kuyrukyağı kokardı bahçeleri, taze Rumeli sucuğu kokardı. Öğürürdüm. Babam öldüğünden beri anneme senede iki sefer çocuk ayakkabısı, biri kışlık biri yazlık iki takım ceket pantolon vermeye başlamışlardı gübre fabrikasından. İşçi yardımı. Bir de hafta başına dört kutu sütle ay başına bir paket ak sabun. Dörtlü, beyaz, temizlik kokulu sabunlar. Ben sütü teldolaptan aşırır, Şengül’e götürürdüm. Şengül beni elimde süt kutusuyla görünce telaşla içeri doğru, analığına seslenir, “Esma Anne, çocuğun çişi gelmiş, ben bir bahçe kapıya çıkartayım da siğdirivereyim,” derdi. Çıkar, komşunun damının arkasına dolanır bir yarım kütüğün üstüne çökerdik. Bir koluyla beni sol dizine oturtur öbürüyle de köşesini ısırarak yırttığı kutudan süt içmeye uğraşırdı. Arada ağzını ayırıp kutuyu bana uzatır, “İçicen mi sen de?” diye sorar, ben başımı çevirince gülümser, sütünü içmeye devam ederdi lıkır lıkır. Ağzının kenarından süzülen sütün, zambak kolonyası ve ekşi terinin kokusu beni alıp sarmalar, içimi sanki bir tüy gıdıklardı. Sütünü bitirdikten sonra beni sımsıkı gerdanına bastırır, yüzümü domur domur memeleri ve tazecik gerdanının beyazıyla sıvardı. Analığı oturmalara, mukabelelere, mevlitlere giderdi öğleden sonra. Bazı perşembeler pazara çıkardı. Bir şey istemesin diye Şengül’ü götürmezdi.
Biz Şengül’le onların çardağında oturur oyunlar oynardık. Yerden beş taş, beş de kiremit parçası alır, beştaş öğretirdi bana. Cevizin yaprağından düdük yaptırırdı; öttürürdük kahkahalarla gülerek. Bazen, gözümü kapattırır, “Bil bakalım ne tutuyom elimde,” diye sorar, bilmece bildirirdi. Bazı zaman şarkı söyleyeceği tutardı. Sözlerini anlamadığım üzgün şarkılar bilirdi, onları boynunu eğe eğe söyler, söylerken de etekliğini ya da divanın örtüsünü kıvrıştırırdı. Hicranlı, hasretli, ölmekli, ağlamaklı, dönmekli şarkılar. Annem işten, onun analığı gezmekten gelene kadar beni eğler, hep güldürür, bana oyunlar icat ederdi. Bazen, “Acıktın mı,” derdi. Acıksam da söylemezdim.
Analığı sadece tarhana içmesine ve kuru ekmekle ayva reçeli yemesine izin verirdi çünkü. Onun yoksul tayınına ortak çıkmak istemezdim. Üzülürdüm açlığına, kaç defa sofra artığı tavuk kemiklerini sıyırdığını gördüm bahçenin kuytusunda. Sonra bir gün ortadan kayboldu Şengül. Ben öldü dedim. Gelmediği, görünmediğine göre, ölmüş olması icap ederdi. Ölüme o kadar içerlemiyordum o yaşımdayken. Ölenlerin bir gün dönecekleri bir yere gittiklerini, ama geride bıraktıklarına kırgınlıkları geçmediği için bir türlü dönmeye yanaşmadıklarını sanırdım. Babama öldü diye üzülmüyor, kızıyordum. Şengül’ünse hem annesi yoktu hem babası. Hiç göremediği anasından başka, babacığı da ölünce analığının başına kalmıştı, koca yadigârı. Kıyıp sokağa koyamamıştı Şengül’ü analık. El âlem ne der sonra hem. Zaten gelinlik kız, üç vakte kadar bulur bir hayırlısını gider, o zamana kadar kalıversin. Ortalığın da işi görülür. Birdenbire yok olunca ben öldü dedim öyle. Analığı delirdi. “Yaş yerlerde, taş yerlerde, kış yerlerde yata yata gebersin kancık,” dedi arkasından.
“Kaçtı orospu,” dedi. “Elinden esirgemedim, kursağından esirgemedim, kaçtı gitti nankör köpek!” Liman’da tatbikat için demirlemiş NATO askerleri kamp kurmuştu. “O gâvurlar alıp götürmüş olmasın kızcağızı?” diye ağlandı babaannem. “Nedir bu başımıza gelen,” diye bacaklarını dövdü, saçını çekeledi. Babam öldüğünden beri, evimize ocağımıza dadandı uğursuzluk diyordu babaannem. Biri öldü müydü, felaket civardan ayrılmaz diye kahırlanıyordu. “Azrail’in kılıcından kan, yedi eve sıçrarmış,” deyip göğsünü yırtıyordu. Üç aylığından horozlar kestirdi, kan akıttı, her türlü kaza bela defolsun diye, nafile. Sanki babamın cenazesinin çıktığı yerde ucu bucağı bilinmez bir kara delik, dipsiz bir kuyu açılmıştı, her şeyimizi yuttukça daha da büyüyordu. Şimdi, Şengüllerin eve de bulaşmıştı karası.
Bulunamıyordu Şengül. Evden burnunun ucunu çıkarmayan kız, bir kısmet bulsun da peşine takılsın, inanılır şey değildi. Bir başına kaçtı gitti desen, onun da elle tutulur yanı yok. Yolun başına çıksa bir otobüse becerip de binemez, şuradan şehir merkezine kadar gidemez; okuması yazması bile yok. Polisler, jandarmalar geldiler. Köşe bucak arandılar. Yetmedi konu komşu çıktı, bakındı sağa sola, kulakları tüylü av köpeklerini de peşlerine takıp. Köpekler havladılar, havladılar, dilleri dışarıda koşturdular oradan oraya, yine de adamlar elleri boş döndüler evlerine. Sır oldu kaldı, kuş oldu uçtu, gün oldu geçti Şengül. Analığı yataklara düştü. Babaannem marazlara karıştı. Ağzında uçuklar, gözünde arpacıklar çıktı kahırdan. Annem de kimi geceler içli içli ağlıyordu döşeğinin kenarına oturup. Duyuyor, belli etmeden izliyordum. Şehirde de esti rüzgârı kaybolan kızın. Felaket tellallığı tevatürle kol kola gidiyordu.
Annem fabrikadan gelip yorgun argın karnını doyurmaya çalışırken anlatıyordu ufak ufak babaanneme. Ben duymayayım diye mırıl mırıl. Duyuyordum. İnsanların böbreklerini, ciğerlerini kesip çalan, ölüsünü de bir ağaç dibine bırakıp kaçıveren katiller varmış, belki onlar kaçırmış diye anlatıyordu. Ama hiçbir ağacın altında yoktu Şengül. Bursa’da bir pezevenge kaçmış diyeni de vardı. Analığın eziyetine dayanamadığından diyorlardı, trenin altına bırakmış kendini Aksakal yolunda, kimse görmemiş bile. Tren gide gele paramparça etmiş yavruyu, dağlarda gezen köpekler, tilkiler yemiş cesedini. Eseri bile kalmamış diye söylüyordu kimisi. Annem eve getiriyordu bu haberlerin hepsini; ben de evdeydim. Bir tek, “Öldü,” diyordum. “Ağzından yel alsın oğlum, tövbe de, o nasıl laf,” diye paylıyorlardı. Babam gibi işte, Şengül’ün annesiyle babası gibi, dedem gibi, Talikacı Musa Aga gibi, koca hala gibi. Ölmüştü, gelmeyecekti.
Bir insan, onu seven insanlara kıyamıyor olsa niye gelmesin? Gelmediğine göre sevmiyordu artık; demek ki ölmüştü. Kimsenin gönlü, dili razı olmuyordu bunu demeye. Herkes bir kurtuluş, bir dönüş ümidinin cılız esintisiyle gönlünü serin tutmaya çalışıyordu. “Dün akşam rüyasını gördüm gündüz niyetine,” diye kalkıyordu bazı sabahlar babaannem. “Masmavi bir entari giymiş böyle, Veysel’in damın köşeden görünüveriyor kızcağızım. Ama nasıl güzel, nasıl güleç, kan dolmuş yanaklarına sanki.” İnanıyorlardı döneceğine. Ben inanmıyordum. Ölenler dönmüyor. Bunu anlamamalarına, buna ikna olmama gayretlerine hayret ediyordum çocuk aklımla bile. Günlerim bomboş kalmıştı Şengül gidince. Sabah serininde babaannem saçlarını örüklerken ben Şengüllerin çardağına bakıyordum. Cevizin yaprağı arasından sızan ışığın divanın üstünde Şengül’ü arayışını izliyordum. Zambak kolonyası kokan kollarında bembeyaz sabah ışıklarının oynaştığı sabahlardan geriye kalan kuyrukyağı kokusunu duyuyordum. Zaman geçmiyordu.
Akşam olmuyor, annem bir türlü işten gelmiyor, ben bir türlü büyümüyordum. Kalkıp yollara düşüp Şengül’ü arayamıyor, şu bahçe kapısından fırlayıp önüme gelene onu soramıyordum. Babaannem koymuyordu. Bazen onun, “Oğlum eve yapsana,” deyişine aldırmadan, “Benim çişim geldi, bahçe kapıya çıkayım da bir siğeyim,” deyip dışarı çıkabiliyordum yalnız. Damın arkasına dolanıp yarım kütüğe oturuyordum. Köşesini çiviyle deldiğim kutudan ağlaya ağlaya süt içiyor sütün kokusunun yanında onun ekşi terini, beni sarmalayan, içimi bir tüy gibi gıdıklayan o kokuyu arıyordum. O yaz Kuran kursuna verdiler beni, daha okula bile başlamamıştım oysa. Ama evde yalnız oturmayayım diye gideyim istedi babaannem. Yaşlanıyordu da, uğraşamıyordu artık benimle. Sabahları Postacı Memet’in motorunun arkasına koyuyordu beni babaannem. Caminin önünde indiriyordu postacı da. İkindiyin dönerken de arkadaşlarımla el ele tutuşup geliyordum. Şengül’ün zambak kollarında sabah pırıltılarının oynaştığı çiyli sabahlar böyle böyle silindi gitti aklımdan günden güne. Biraz da ben istedim bunu belki. Öldüğünü bildiğim için, bunu çoktan anladığım için küsmüştüm ona. Babama küstüğüm gibi. Şengül de bana babamdan daha iyi biri gibi gelmiyordu artık. Anneme zor oluyordu fabrikaya gidip gelmek artık.Servislerini kaldırmışlardı, canı çıkıyordu sabahın kör vakti otobüslerde. Benim de okula yazılma zamanım gelmişti. Buradaki okul eternitten, eski bir şantiye binasıydı. Beş sınıf bir arada, tek öğretmende okuyordu.
Evi taşımaya karar verdi babaannem. “Bu kızancık burda sersefil olmasın,” dedi. “Yere batsın cenabetliği de şu evin. Ak gün görmedik ocağında.” O arada babamın mahkemesi bitmiş, fabrika kusurlu bulunmuştu. Tazminat namına üç kuruş bir şeyler tutuşturdular annemin eline. Şehre taşındık o parayla. Sütün yüzüne bakmaz oldum. Ne zaman kokusunu duysam öğürüyordum. Okulda dağıtıyorlardı bazen, öğretmen başımızda bekliyordu bitirene kadar. Ağlana sızlana, zar zor içiyordum. Bütün gün ağzıma geliyordu sonra, nefret ediyordum bundan. Şengül’ü hatırlattığından, baş edemiyordum. Sonra yine unuttum onu. Dersler girdi, öğretmenler, arkadaşlar, defter-kitaplar girdi aramıza. Daha az hatırlayıp daha çok unuttum zamanla. Aklıma geldiğinde cevizin yaprağından süzülen kıpırtılı aydınlığı ve zambak kokan bembeyaz kollarını, dipdiri gerdanını hatırladım. Unuttukça büyüyordum, alıştıkça büyüyor.
Bir sabah sapsarı bir ışığa uyandık. Okul yeni kapanmıştı. Dışarı bile çıkmıyor, evde tatil kitabı çözüyordum. Babaannem kıyamete yordu üstümüze çöken bu sarı bulutu. İncecik bir toz, evlerimizin içine doldu. Tülden bir örtü gibi güneşle aramıza girdi. Sarı, ucuz bir ışık, günün en aydınlık saatinde bile bir güz akşamüstünün üzgün solgunluğuna bürüdü tüm şehri. Babaannem, doksan dokuzluk tespihini aşındırasıya okuyarak kıyamete hazırlanırken deprem geldi. Bir akşam, kısa süren ama yerin sıkıntılı homurtusuyla yüreğimizi ağzımıza getiren, şiddetli bir deprem. Ben çok korktum. Annem, babaannem ben, bir arada yattık günlerce.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıSarıyaz
- Sayfa Sayısı136
- YazarMahir Ünsal Eriş
- ISBN9789750761782
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görünmeyen Kadınlar ~ Gülseren Budayıcıoğlu
Görünmeyen Kadınlar
Gülseren Budayıcıoğlu
“Bu kadar görünmez olamam, değil mi?” Kadınların kafeslerin ardında sokağı izledikleri, varlıklarını duyurmadan yaşadıkları zamanların üstünden çok uzun yıllar geçti. Şimdi kadınlar sokakta, işyerinde,...
- Kırmızı Defter ~ Paul Auster
Kırmızı Defter
Paul Auster
Kırmızı Defter’deki öyküler, Paul Auster’ın özel dünyasına girmek isteyenler için biçilmiş kaftan. New York Üçlemesi, Ay Sarayı, Şans Müziği, Timbuktu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında...
- Öyküler ~ Gabriel Garcia Marquez
Öyküler
Gabriel Garcia Marquez
İstasyonda kimsecikler yoktu. Sokağın öbür yanında, badem ağaçlarının gölgelediği kaldırımda bir bilardo salonu açıktı sadece. Köy, sıcağın içinde dalgalanıyordu. Kadınla kızı trenden indiler, aralarında...