Babadağı Türkmenlerin Avrupa’ya ilk yerleştikleri yerdir. Üstelik kasabanın Türkleşme macerasının ardında Sarı Saltuk gibi bir kişilik vardır. Osmanlı’nın Rumeli’ye ilk geçişinin 1354 yılında Gelibolu’nun fethiyle gerçekleştiğinde hemen hemen tüm tarihçiler hemfikirdir. Halbuki Sarı Saltuk ve 12 bin Türkmenin Rumeli’ye 1262-1263’te geçtikleri ve Babadağı’nı o tarihlerde kurdukları kesindir.
Usta tarihçi Kemal H. Karpat Osmanlı’nın Balkanlara geçişinden 100 yıl önce Türkleşen memleketi Babadağı’nın Osmanlı öncesi, Osmanlı zamanı ve Osmanlı sonrası dönemlerini çeşitli cepheleriyle anlatıyor. Bir kasaba üzerinden giderek, bir dönem, bir coğrafya, Türklük, İslamlık, Osmanlılık okuması yapıyor.
“Babadağı hakkında bir kitap yazmayı yıllar önce planlamıştım. Amacım, Osmanlı devlet ve tarihine merkezden; yani İstanbul’dan değil; küçük bir kasaba açısından bakarak bu kasabanın neden ve nasıl büyüdüğünü, nasıl çöktüğünü anlatmaktı. Bunun için de İslam ve Osmanlı tarihinde istisnai derecede ilginç bir yeri olan Babadağı’nı seçmiştim. Orada doğup büyümem ve Babadağı’nın ruhunu içime sindirmiş olmam; gölünü, ormanlarını, insanlarını yakından tanımam, kasabanın tarihini yazmamı kaçınılmaz bir vazife haline getirmişti. Sonunda elimde bulunan bilgileri bir araya getirerek yayınlamaya karar verdim. Böylece Babadağı’na duyduğum minnet borcumu kısmen de olsa ödemiş olacağım. Daha iyisini, tarihi seven ve geçmişini unutmayanlar yapsın. Son söz bu.”
İÇİNDEKİLER
Önsöz …………………………………………………………………………………………….7
I. OSMANLI ÖNCESİ BABADAĞI VE DOBRUCA ……………………… 15
Saltukname’nin Dili ve Önemi ……………………………………………………….31
II. OSMANLI DÖNEMİNDE BABADAĞI …………………………………… 37
Evliya Çelebi’ye Göre Babadağı ve Sonrası …………………………………….53
Onaltıncı Yüzyılda Babadağı’nın Nüfusu………………………………………..58
Onsekiz ve Ondokuzuncu Yüzyıllarda
Babadağı’nın Ekonomik Yapısı ……………………………………………………….87
Katolik Papaz Petru Bogdan Baksiç’in (Baksich) Babadağı Notları …106
III. OSMANLI’DAN SONRA BABADAĞI …………………………………… 113
Genel Bakış ……………………………………………………………………………………115
Babadağı’nda Osmanlı Mirasını Yaşatma Çabaları ve Hatıralar………122
SONUÇ …………………………………………………………………………………… 141
EKLER …………………………………………………………………………………….. 145
Ek 1 Babadağı ve Sarı Saltuk Hakkında …………………………………………147
Ek 2 Nogay Han ve Sarı Saltuk ……………………………………………………….150
Ek 3 Melek Ahmet Paşa (1588-1662) ……………………………………………..155
Ek 4: Osmanlı Tarihinin En Karışık Dönemi Sultanlarından
IV. (Avcı) Mehmed Hakkında Kısa Bir Not …………………………………..157
Ek 5 Babadağı’nda Kullanılan Ölçüler Hakkında …………………………..159
Ek 6 Balkanların Batısındaki
Berat Kasabası İle Babadağı Arasında Bir Karşılaştırma …………………165
Ek 7 Berat ………………………………………………………………………………………170
Ek 8 Osmanlı İmparatorluğu’nda Cari Olan Ana Vergiler ………………172
Ek 9: Doğancı ……………………………………………………………………………….174
Ek 10. Evliya Çelebi’ye Göre Babadağı ve Civarı …………………………….179
Ek 11 Babadağı’nı Yaşatmak Gayeleri …………………………………………….227
Ek 12 Dobruca Bölgesinde Yaşayan
Türklerin Durumu (1877-1918)……………………………………………………..234
BİBLİYOGRAFYA…………………………………………………………………….. 261
DİZİN ……………………………………………………………………………………… 269
ÖNSÖZ
Babadağı hakkında üç bölümden oluşacak — Osmanlı’dan evvel, Osmanlı zamanı ve Osmanlı’dan sonra— bir kitap yazmayı yıllar önce planlamıştım.* Ana amacım, Osmanlı devlet ve tarihine hemen hemen tüm tarihçilerin yaptığı gibi merkezden— İstanbul’dan değil, küçük bir kasaba açısından bakarak kasabanın neden ve nasıl büyüdüğünü, nasıl çöktüğünü anlatmaktı. Bunun için de İslam ve Osmanlı tarihinde istisnaî derecede ilginç bir yeri olan Babadağı’nı seçmiştim.
Babadağı’na kişisel ve duygusal bir bağlılığım vardır. Orada doğup büyümem ve Babadağı’nın ruhunu bir dereceye kadar içime sindirmiş olmam, fiziksel her yanını; gölünü, ormanlarını, insanlarını yakından tanımam, kasabanın tarihini yazmamı kaçınılmaz bir vazife haline getirmişti. Osmanlı’dan kalma Bursa, Saraybosna, Prizren gibi şehirlere hâkim, tarifi imkânsız, adeta “ilahî” havayı, çok sönük olmakla beraber Babadağı’nda halen teneffüs etmek mümkündür. Babadağı projesini istediğim gibi büyük bir kitap halinde gerçekleştiremedim. İstediğim bilgileri elde edememek, arşivlerin yetersizliği veya ulaşma imkânsızlıkları gibi sebepler buna engel oldu. Sonuçta elimde bulunan bilgileri, eksikliklere aldırış etmeden bir araya getirerek yayınlamaya karar verdim. Böylece Babadağı’nın yetişmemdeki etkisine olan minnet borcumu kısmen de olsa ödemiş olacağım. Tarihi olayları, kişileri anlatırken Babadağı’nın bugünkü durumuna temas etmeye önem verdim, çünkü kasaba eski bazı özelliklerini az da olsa korumaktadır.
Babadağı’nın Türkiye tarihiyle ilgili başka bir kasaba ve yerleşim bölgesinin sahip olmadığı can alıcı özellikleri vardır. Bu özellikleri kısaca şöyle özetleyebiliriz.
- Babadağı Türkmenlerin (yani bugünkü Türklere verilen eski isim) Avrupa’ya ilk yerleştikleri yerdir. Türkmenlerin Osmanlı zamanında Rumeli’ye ilk geçişinin 1354 yılında Gelibolu’ya hâkim olmalarıyla gerçekleştiğinde hemen hemen tüm tarihçiler hemfikirdir. Hâlbuki Sarı Saltuk ve 12.000 çadır Türkmenin Rumeli’ye 1262-3’te geçtikleri ve Babadağı’nı o tarihlerde kurdukları kesindir. Kısacası Türkler, Rumeli’ye 1354’ten aşağı yukarı yüz yıl evvel geçmişler ve Babadağı’nı kurmuşlardır.
- Bu geçiş ve Babadağı’nın kuruluşu barış içinde ve göç yoluyla olmuştur. Sarı Saltuk ve onunla gelen 12.000 çadır Türkmendir veya takriben 60.000 kişi, buranın hâkimi sayılan Bizans imparatoru VIII. Michael Paleologus’un izniyle Dobruca’ya yerleşmişlerdir. (Paleologus 1261’den sonra İstanbul’u Dördüncü Haçlı seferi işgalinden kurtararak Balkanları tekrar ele geçirmek için Türkmenlerden faydalanmayı planlamıştır. Dobruca, henüz bu isme sahip değildir. İhtimal, göç eden ve Hristiyanlığı kabul eden Türkmenlerin sonradan kuracağı bu devletin başkanı Dobric Dobratic (1354-1393) bölgeye kendi ismini vermiştir.)
- Babadağı, kuruluşundan, yani 1262-3 yılından 1880’lere kadar ezici çoğunluğu Müslüman-Türk olan bir nüfusa sahip olmuştur. Bununla birlikte kitabın metni içindeki nüfus istatistiklerinin gösterdiği gibi Babadağı’nda her zaman gayrimüslim azınlıklar yaşamıştır. İhtimal Rum, Bulgar ve Romenlerden oluşan gayrimüslimlere on yedinci yüzyıldan sonra Ermeniler ve Yahudiler de katılmıştır.
- Babadağı’nın ihyası ve Türk ve Müslüman kimliğinin canlanması ve bu arada Sarı Saltuk türbesinin bulunması ve kasabanın kimliğini damgalaması Osmanlı sultanları, bilhassa II. Beyazid tarafından sağlanmıştır. Yıldırım Beyazid 1393’te Dobruca’yı ve Babadağı’nı fethetmiş ve bölge, 1417’de veya bir-iki yıl sonra Sultan I. Mehmed tarafından devamlı ve kesin olarak Osmanlı idaresine alınmıştır. Bu iki sultanın Sarı Saltuk türbesinin veya Babadağı’nın imarı ve genişlemesine katkıları olup olmadığı bilinmemektedir. Sarı Saltuk türbesini 1484-88’de araştırıp bulan ve Babadağı’nda camiler, hamamlar, okullar vs. inşa eden II. Beyazid olmuştur. Ayrıca Sultan II. Beyazid bu imareti finanse ederek kendi ismini taşıyan bir vakıf kurmuştur. Gazi Ali Paşa vakfına kendi ismini vererek cami, medrese ve türbeyi finanse etmiş ve neticede bu kültür varlığı 20. yüzyıla kadar gelebilmiştir.
- Babadağı Osmanlı sultanlarının, vezirlerinin, emekli askerlerin, memurların ziyaret ettikleri, oturdukları bir yer olmuştur. Ancak Babadağı dinî kimliğinin önemine rağmen bir ilim merkezi olmamıştır. Hem de Sarı Saltuk isminin ve şöhretinin çok büyük ve yaygın olmasına rağmen. ( Sarı Saltuk’un Bektaşi olması çok sonra önem kazanmıştır. Şu da bir gerçektir ki Dobruca’da ve genelde Balkanlarda İslam, Anadolu’da o tarihlerde hâkim olan İslamiyet’ten etkilenmiştir. Bu konuyu M. F. Köprülü “ Anadolu’da İslamiyet” makalesinde (1922) ve daha evvel Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918) kitabında incelemiştir.)
- Ama tüm bu saydıklarımızın ötesinde ve belki onlardan daha önemli olan, Türklerin Babadağı’nı yurt edinmeleri ve bunu var olan isimleri ( Türkmen, Müslüman, Osmanlı vs.) altında yapmaları; yani bu kasabayı bugünkü kimliğine götürecek sosyal, ekonomik, siyasî değişimleri benimseyerek eski isim altında yeni bir kimlik edinmeleridir. Bugünkü hâkim görüşe göre bir toplumun belirli bir kimlik kazanması için dil, soy, ortak yaşam ön planda rol alır. Bunlara siyasî idarenin, yani devlet idarecilerinin kendi menşeleri (kökenleri) hakkındaki görüşleri, ideolojileri ve çıkarları da katılırsa bugünkü millî devlet tanımı ortaya çıkar. Ama 18. yüzyıldan sonra gelişen millî devletten evvel de devletler ve etnik kimliğini korumuş insan toplulukları vardı. Bu toplulukların kendi dinleri, dilleri, kültürleri olduğu gibi tarihi bir kimlikleri de vardı. İmparatorluklar çeşitli diller konuşan, farklı dinlere sahip topluluklar üzerinde çok kez bir hanedan ( Osmanlı, Habsburg, Cengiz ve Asya’da Çin, Hindu hanedanları gibi) hâkimiyeti kurarak, bu farkların üzerinde ortak bir kimlik yaratmaya çalışmışlar ama devamlı başarı sağlayamamışlardır.
Bilinen bu kimlik kökenlerinin ötesinde ve onlardan daha güçlü ve devamlı surette kimlik oluşturan başka somut güçler de vardır. Bunlar toprak, iklim, doğa, yaşam şekli gibi etkenlerdir. O topraklara yerleşen yeni toplumlar muhite uymak zorundadırlar. Yer değiştiren, başka deyimle, göç eden hiçbir toplum, hatta hiçbir kişi, aynı kalmaz, kalamaz. Göçler çok kez belirli bir devletin veya güç sahibi kimselerin etkisiyle oluşur. Hatta göçü yaşayanlar veya ona nezaret edenler kendi dillerini, dinlerini ve kültürlerini yeni gelen topluluklara uygulamak isterler. Hatta yeni bir topluluk oluşturabilirler. Yeni oluşturulan topluluk yaşadığı yerin toprağını, doğasını, ekonomisini, stratejik mevkiini bir süre sonra benimser ve yeni kimliğe sahip olabilir, hem de çoğu kez eski ismini koruyarak. Zamanla bu yeni toplum kendi varlığını ortaya atmak, yeni ülke kurarak özgürlüğünü kazanmak ister, ayrı varlığı olduğunu kabul ettirmek için birçok yola başvurur. Amerika’ya ilk gelen göçmenler İngiliz asıllı Hristiyanlar olarak İngiltere kanunlarına uygun yaşamışlar, İngiliz tipi okullarda okumuşlar, fakat nihayet 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’ye karşı isyan ederek özgürlüklerini elde etmiş, İngiltere’den çok farklı olan bugünkü ABD’yi kurmuşlardır. Hâlâ İngilizce konuşarak ve Hristiyan kalarak. Yerli halkla, yani Kızılderililerle çok az kaynaşmışlardır. (1830’larda, Andrew Jackson’un Başkanlığı zamanında çıkarılan bir kanunla, Kızılderililer belirli bölgelere sürülmüştür.)
Güney Amerika’da ise İspanya’nın askerî ve siyasî gücü sayesinde ve Katolik kilisenin rehberliği ile “deniz aşırı” bir İspanyol imparatorluğu oluşturulmuştur. Ama bugün bu “deniz aşırı” imparatorluk yirmiye yakın devlet şeklinde parçalanmıştır. Güney ve Orta Amerika’da her devletin veya devletçiğin kendi ayrı siyasî kimliği ve kültürü vardır. Resmi dilleri İspanyolca (yalnız Brezilya’nın dili Portekizcedir) ve dinleri Katoliklik ortak olmasına rağmen hepsi ayrı bir ülkedir. Osmanlı da aynı şekilde büyümüş ve sonra parçalanmıştır. Ancak Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli’yi bünyesine katması özel şekilde gelişmiştir.
Yukarıda yazıklarımızın amacı, çetrefilli bir konu olan milletin nasıl oluştuğunu tartışmak değildir. Ana amaç bir yerin yani toprak parçasının doğasının, ikliminin, coğrafyasının oraya yerleşen halkın yeni bir toplum olarak ortaya çıkmasına yaptığı etkiyi belirtmektir. Böylece Orta Asya’dan gelerek 9. yüzyılın başlarında Anadolu’ya yerleşmeye başlayan çok çeşitli Türkmen aşiretleri bu yeni coğrafya ve ortamla kaynaşarak yeni bir toplum –cemaat— yaratmış ve Selçuklar zamanında burada kendi devletlerini kurmuşlardır.
Anadolu’ya gelen Türkmenlerin Orta Asya kökenli olup Türk lehçelerini konuştukları kesindir. Bu Türkmenlerin Anadolu’da yavaş yavaş Orta Asya kökenli fakat ondan farklı yeni bir toplum ve kültür ve bir tek dil yarattıkları bilinmektedir. Bu dil Selçuklar ve tüm Osmanlı zamanında halk tarafından Anadolu’da ve Rumeli’de konuşulan ve bugünkü Türkçenin kökeninde olan dildir. 14. ve 15. yüzyıl Rumeli Türkçesi bugünkü halk Türkçesine çok yakındır. Bunun en güzel örneği Hristiyanlaşmış Gagauzların ( Sarı Saltuk ve II. İzzeddin Keykavus ile Anadolu’dan gidenlerin bir bölümü) konuştuğu dildir. Bazı kelime ve telaffuz farklarına rağmen Gagauzların Türkçesi Türkiye’de konuşulan dile çok yakındır.
Kısacası Anadolu’ya gelen Türkler, Orta Asya kökenlerini muhafaza ederek ve Müslüman olarak yeni bir Türk-Müslüman topluluğu oluşturmuşlardır. Bu topluluk Müslümandır ama İslamî anlayışı Türkîdir. Osmanlı idaresinde dört yüz sene kalan Arapların İslamı ile Anadolu ve Rumeli İslamı hiçbir zaman aynı olmamıştır; Kur’an ve hadis hakkında aynı görüşe sahip olmalarına rağmen.
Balkanlarda ve bu arada Babadağı’nda gelişen İslam, 19. ve 20. yüzyılda Türkiye’ye gelen Balkan göçmenleri arasında bir süre devam etmiştir ve etmektedir. Cumhuriyet rejimi ilk dönemlerde İslam ve Osmanlı tarihi hakkında radikal derecede ayrı bir siyaset izlemişse de bu siyaset Balkan Müslümanlarını çok az etkilemiştir. “Kemal Paşa” olarak andıkları Atatürk’ü çok sevip itibar eden Balkan Müslümanları Osmanlı döneminde gelişen İslamî kimliklerini de Osmanlı ve Türk olarak devam ettirmişlerdir. Kısa bir süre evvel yayınlanan ve çok ciddi araştırmalara dayanan bir kitap (Frances Trix, Urban Muslim Migrants in Istanbul: Identity and Trauma Among Balkan Immigrants, Tauris, New York, 2015) ağırlığını Üsküp’ten gelen göçmenlere vermişse de Rumeli’den Türkiye’ye gelenlerin Türkiye’ye göçtükten sonra da eski Osmanlılığı canlı bir şekilde devam ettirdiklerini iddia etmektedir. Söz konusu kitap zaman itibariyle 1990’ların sonuna kadar göçmenleri incelemiştir. Bu tarihten sonraki Rumeli göçmenlerinin getirdiği İslam’ın Anadolu’da köyden şehre göç edenleri ne derece etkilediği yeni bir araştırmaya konu olabilir.
Aslında bu konuları “tarihî hafıza” olarak gelişen yeni bir tarih ve kültür anlayışı açısından ele alırsak daha anlamlı bir sonuca ulaşabiliriz. Bugün çok az kalmış Babadağı Türkleri-Müslümanları arasında da bu “tarihî hatıra” kalıntıları geleneklerde, yemeklerde, bayram kutlamalarında Müslümanlık-Türklük şeklinde az da olsa yaşamaya devam etmektedir.
Sarı Saltuk ve Anadolu’dan gelen Türkmenler Babadağı’na kendilerinin anladığı bir İslam ile Türklük getirmişlerdir. Din Türklüğü yayma aracı olduğu kadar ortama uyum sağlama ve yeni bir kimlik yaratma yolu olmuştur. Onun için Balkanlarda bu iki sıfat, “Türk” ve “Müslüman” aynı manaya gelir. Babadağı’nda yaşayan Müslümanlara yüzyıllar boyunca Türk adı verilmiştir. Bu “Türk” adı bugünkü Türk teriminden farklı mana taşımasına rağmen aynı insan grubuna aittir. Birinci “Türk” ismi cemaat, ikinci “Türk” ismi ise millet anlamını taşır. (Bu konuları İslam’ın Siyasallaşması kitabımda uzun uzadıya tartıştım. Kullandığım “ siyasallaşma” terimi Türk-Müslüman cemaatinin millileşmesini ifade eder.) Türk-Müslüman cemaati etnik ve dilsel bakımdan “Türk” olmayan Boşnaklar, Lazlar, Kürtler, Arnavutlar vs. gibi birçok grubu da kapsamaktadır. Müslüman olmak ve Osmanlı idaresi ve hukuk sistemini (aile sistemi) paylaşmanın yarattığı kültürel ve psikolojik benzerlikler tüm grupları birbirlerine yaklaştırmış ve Osmanlı- İslam geçmişini ön plana çıkarmıştır. Onun için Balkanlarda yaşayan Müslüman gruplar Türkiye’ye göç etmekte tereddüt etmemişler, çünkü kendilerini Anadolu’da yaşayan TürkMüslüman cemaatin bir parçası saymışlardır. Babadağı’nda etnik Türkler yanında Arnavutlar, Tatar ve Kürtler de yaşamıştır ve hepsi bir bakıma “Türk” sayılmışlardır.
Bir zamanlar okuduğum Yahya Kemal’in Hatıraları (Nihad Sami Banarlı tarafından hazırlanmıştır) Osmanlıların Rumeli’de nasıl bir Türk diyarı yarattıklarını anlatır. Hem de Gazi İshak Bey gibi devşirmelerin yardımı ile. Onun oğlu Gazi İsa, Fatih Sultan Mehmed’in silah arkadaşıdır. Yahya Kemal ve Ahmed Naim’in 1922’de din ve milliyet üzerine yaptıkları tartışma çok ilginçtir. Ahmet Naim’in dinin birinci derecede önemli olduğunu ısrarla savunmasına ve milliyeti reddetmesine karşılık, Yahya Kemal Anadolu ve Rumeli Türklüğünde ortamın rolünü savunmuştur. Bu nedenle araları bozulmuş, ama on beş yıl sonra Ahmet Naim Yahya Kemal’i haklı bularak özür dilemiştir.
Babadağı, Osmanlı Müslüman toplumunun Rumeli’de ( Anadolu’nun uzantısı olarak) yeni bir yurt edinme ve millet olma çabasının bir parçası olmuştur. Sonunda aynı kökene sahip fakat farklı koşulların yarattığı bu kasaba ve toplumun insanları, kimliklerini korumak, yani Türklüklerini muhafaza etmek için kökenlerine, yani Anadolu’ya dönme, göç etme kararını vermişlerdir. Bugün Babadağı her ne kadar “evlad-ı fatihan’dan evlad-ı perişana” dönmüş olsa da bugünkü Türkiye’yi yaratan oluşumun bir parçası olarak gelişmiştir ve onu bu şekilde görmek gerekir. Ama yerin ve olayların yarattığı farkları da göz önünde tutmak lazımdır.
1.OSMANLI ÖNCESİ BABADAĞI VE DOBRUCA
Babadağı Kuzey Dobruca’da (Romanya) Tuna nehrinin Karadeniz’e kavşağına 35 km (kuş uçuşu 10 km) mesafededir. Güneyde ormanlarla örtülü dağ görünümünde, 400 m yükseklikte sarp bayırlar; kuzeyde Tuna ve Dinyester ötesindeki ovalar (yani eskiden Deşt-i Kıpçak olarak bilinen, bugün Moldova ve Ukrayna) vardır. Tuna’nın Karadeniz’e dökülen üç kolu Dobruca’nın kuzey sınırıdır.
Tarihte çok az sayıda kasaba, Babadağı kadar köklü, renkli ve değişik bir hayata sahip olmuştur. Bugün Babadağı olarak bilinen, takriben 10 bin nüfuslu kasaba Baba Sultan, Baba Kasabası, Saltuk Baba gibi isimlerle de bilinir. Kasabanın şöhreti şüphesiz ki 1263’te buraya gelip yerleşen Hacı Bektaş’ın müritlerinden Sarı Saltuk’tan gelir. Sarı Saltuk, Orta Asya kökenlidir; Selçuk Sultanı II. İzzettin Keykâvus ve onun taraftarlarıyla 1262’de Bizans imparatoru VIII. Michael Paleologus tarafından Batı Karadeniz ve Dobruca’ya iskân edilmişlerdir. On iki bin çadır kadar olan bu Türkmenlerin bir kısmı (Gagauzlar)2 Hıristiyanlığı kabul etmiş, bir kısmı Karesi’ye dönmüş, bir kısmı ise Kırım’a göç etmiştir. Yazıcıoğlu Ali’nin verdiği bilgiye göre -ki en güvenilir kaynak budur- Kırım’a gidenlerin büyük bir kısmı Dobruca’ya tekrar dönmüşlerdir.3 Karesi’ye gidenlerin ve onla…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Bölgeler/Ülkeler Tarih
- Kitap AdıSarı Saltuk Diyarı Babadağı
- Sayfa Sayısı336
- YazarKemal Karpat
- ISBN9786050828504
- Boyutlar, Kapak13,5 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2018