Steinbeck, İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Sardalye Sokağı’nda savaşı unutmak istercesine sıradan insanların günlük hayatlarına odaklanıyor.
Monterey’in Sardalye Sokağı, adını buradaki konserve fabrikalarından alır. Evsiz barksız bir grup genç ve elebaşları Mack, bakkal Lee Chong, hayat kadını Dora ve kızları, ressam Henri ile Steinbeck’in yakın dostu Edward Ricketts’tan esinlenerek yarattığı biyolog Doc bu sokağın sakinlerindendir.
Steinbeck, Monterey üçlemesinin ikinci kitabı olan ve Yukarı Mahalle’nin izinden gittiği bu kitapta, Mack ve dostlarının başlarına gelenler ve yaşadıkları iç çatışmalar etrafında sokağın sakinlerinin sımsıcak hikâyesini anlatıyor.
“Okumaktan en çok keyif aldığım Steinbeck kitabı.”
EDMUND WILSON
“Edebiyatın gerçek yerlerdeki gerçek insanlar hakkında olabileceğini bana öğreten yazar John Steinbeck’tir.”
GERALD W. HASLAM
Bir şiirdir Kaliforniya’nın Monterey kasabasındaki Sardalye Sokağı; pis bir koku, gıcırtılı bir ses, ışığın bir hali, bir renk, bir alışkanlık, geçmişe duyulan bir özlem, bir düştür. Birikmiş, dağılmış ne varsa oradadır; teneke, demir, pas ve talaş, bozuk kaldırımlar, ot bürümüş arsalar, hurda yığınları, sardalyelerin işlendiği oluklu sacdan konserve fabrikaları, batakhaneler, lokantalar, kerhaneler, küçük, tıklım tıkış dükkânlar, laboratuvarlar ve salaş oteller. Bu sokağın sakinleri ise, bir zamanlar birinin dediği gibi, “fahişeler, pezevenkler, kumarbazlar ve hergeleler”, yani Herkestir. Aynı kişi bu sokağa bir başka gözetleme deliğinden bakmış olsaydı, sokak sakinleri için “azizler, melekler, şehitler ve kutsanmış kimseler” de diyebilirdi pekâlâ. Sabahları balıktan dönen tekneler, ağırlıktan yalpa vurarak, düdüklerini öttürerek rıhtıma gelir, konserve fabrikalarının kuyruklarını suya daldırdıkları yere yanaşırlar.
Kuyruklarını diyoruz, zira ağızlarını dayadıkları yer desek, bu kez, öteki yandan çıkan sardalye konserveleri, hiç değilse mecazen, daha da iç bulandırıcı bir niteliğe bürünecek. Ardından fabrikaların tiz düdükleri öter, kasabanın dört bir yanındaki kadın ve erkekler apar topar giyinip Sardalye Sokağı’na, işbaşı yapmaya koşarlar. Onları, gıcır gıcır arabalarıyla ofislerine taşınan üst sınıf kasabalılar, yani müdürler, muhasebeciler ve patronlar izler. Sonra, kadınlı erkekli İtalyanlar, Çinliler ve Polonyalılar kasabanın sokaklarına dökülür; pantolonları, kauçuk yağmurlukları, muşambadan iş önlükleriyle balıkları ayıklamak, kesmek, paketlemek, pişirmek ve konservelere doldurmak için fabrikalara doluşurlar. Tepeleme yüklü teknelerden gümüş renkli balık nehirleri akarken tüm sokağı bir uğultu, homurtu, cayırtı ve gıcırtı sarar.
Tekneler boşaldıkça hafifler, hafifledikçe suyun yüzeyinde yükselir. Fabrikalar, sonuncu balık da ayıklanıp, pişirilip konserveye konuncaya dek kâh homurdanarak, kâh gürüldeyerek, kâh viyaklayarak çalışır. Ardından düdükler gene kulak tırmalayıcı çığlıklar atar, kan ter içinde, balık kokuları saçan İtalyanlar, Çinliler ve Polonyalılar yorgun ayaklarını sürüyerek fabrikalardan boşalıp kasabaya giden yokuşu tırmanmaya koyulurlar. İşte o zaman Sardalye Sokağı kendine gelir, yine o sakin, büyülü havasına bürünür. Hayat her zamanki seyrine döner.
Gündüzki hayhuydan rahatsız olup kara servi ağacının altına çekilen serseriler yerlerinden çıkıp boş arsadaki paslı boruların üstüne kurulurlar. Dora’nın Yeri’nde çalışan kızlar hava açıksa biraz güneşlenmek için sokağa inerler. Doc, Batı Biyoloji Laboratuvarı’ndan çıkıp sokağın karşısına geçer, iki şişe bira almak için Lee Chong’un bakkal dükkânına girer. Ressam Henri, tekne yapımında işine yarayabilecek bir tahta parçası ya da madeni levha bulmak umuduyla tıpkı meraklı bir av köpeği gibi boş arsadaki hurda yığınını eşelemeye başlar.
Derken akşam karanlığı bastırır; Dora’nın Yeri’nin önündeki sokak lambası, Sardalye Sokağı’nı her gece ay ışığı varmışçasına aydınlatan o lamba yanar. Doc’ın dostları Batı Biyoloji Laboratuvarı’na uğrarlar,Doc beş şişe bira daha almak için yeniden sokağın karşısına geçip Lee Chong’un dükkânına girer. Bu şiir, bu pis koku, bu gıcırtılı ses, yani ışığın bu hali, bu renk, bu alışkanlık ve düş olanca canlılığıyla nasıl anlatılabilir ki? Deniz canlılarını toplarken bazen öyle narin solucanlara rast gelirsiniz ki zedelemeden, bir bütün halinde yakalayıp bir yere koymanız neredeyse olanaksızdır. En hafif dokunuşun altında bile ezilip dağılıverirler. İşte böyle narin canlıların bıçağınızın kenarına kendi rızalarıyla çıkmalarını beklemek gerekir. Nazlı nazlı kıvrılıp bükülerek bıçağın sırtına yerleştiklerinde bıçağınızı deniz suyuyla dolu şişenin içine daldırır, onları suya bırakırsınız. Belki bu kitabı da benzeri bir yöntemle yazmalı; öykülerin kendiliğinden gelip sayfalara yerleşmelerini beklemeliyim.
1
Lee Chong’un bakkal dükkânı pek derli toplu bir yer değildi ama sattığı malların çeşitliliği bakımından tam anlamıyla bir mucizeler diyarıydı. Küçük, sıkış tepiş bir odacık olmasına karşın insanın yaşamak ve mutlu olmak için ihtiyaç duyabileceği her şeyi barındırıyordu; giysi, taze ve konserve yiyecek, alkollü içki, tütün, balıkçılık malzemeleri, ufak tefek alet edevat, şişme botlar, sicimler, halatlar, kasketler, domuz eti bunlardan sadece birkaçıydı. Lee Chong’un dükkânından bir çift terlik ya da ipek bir kimono, küçük şişe bir viski ya da bir puro alabilirdiniz. O günkü ruh halinize göre her türlü alışverişe uygun bir dükkândı burası. Lee Chong’un malları arasında yer almayan yegâne şeyi de Dora’nın Yeri’nde bulabilirdiniz. Lee Chong’un dükkânı sabahın ilk ışıklarıyla açılır, ceplerde amaçsızca dolaşan her bir kuruş harcanana veya sahibiyle birlikte eve dönene kadar da kepenklerini indirmezdi. Buradan Lee Chong’un paragöz biri olduğu sonucu çıkarılmasın. Öyle maddiyata düşkün bir adam değildi; sadece parasını harcamak isteyenlere imkân sağlıyordu. Zaman içinde, Sardalye Sokağı sakinlerinin hayatında oldukça önemli bir yer edinmiş, buna kendisi de, artık ne kadar şaşırabilirse o kadar şaşırmıştı. Koca sokakta ona borcu olmayan tek bir insan bile kalmamıştı.
Lee müşterilerini ödeme yapmaları için asla sıkıştırmaz, hesabı fazla kabaranlara veresiyeyi kesmekle yetinirdi. Müşterilerin çoğu da o dik yokuşu tırmanıp kasabadaki dükkânlara gitmek yerine borçlarını ödemeyi ya da hiç olmazsa ödemeye çalışmayı tercih ederlerdi. Toparlak yüzlü, kibar bir adamdı Lee. Ağırbaşlı bir tavırla konuşur, R harflerini yutardı. Kaliforniya’da Çinli çeteler arasındaki çatışmalar sürerken, Lee Chong’un başına da birkaç kez ödül konduğu olmuştu. Böyle zamanlarda gizlice San Francisco’ya gitmiş, ortalık sakinleşinceye dek bir hastaneye yatarak saklanmıştı. Kazandığı parayla ne yaptığını kimse bilmezdi. Belki de zaten doğru dürüst para kazanmıyordu. Belki de bütün serveti, ödenmemiş borç senetlerinden ibaretti. Yine de rahat bir hayatı, komşularının gözünde saygın bir yeri vardı.
Müşterilerine güvenir ama bu güveni enayiliğe vardırmazdı. İş hayatında bazı hatalar yapmışsa da, bunları da en azından iyi niyet hanesine yazdırmayı bilmişti. Örneğin, Salaş Palas Izgara Salonu meselesi bu hatalardan biriydi. Lee Chong’un yerinde başka kim olsa, fena halde kazıklandığını düşünürdü. Lee Chong’un bakkal dükkânındaki yeri, puroların durduğu tezgâhın arkasıydı. Böylelikle kasa sol elinin altında, abaküs de sağ elinin altında oluyordu. Tezgâhın altındaki camlı vitrinin içinde kahverengi purolar, sigaralar, Bull Durham, Dük’ün Harmanı, Five Brothers marka tütünler; Lee’nin arkasındaki raflarda ise yarım, çeyrek ve bir litrelik şişelerde Old Green River, Old Town House, Old Colonel ve Old Tennessee marka viskiler diziliydi. Aralarında en ucuzu ve haliyle en çok rağbet göreni, en az dört ay dinlendirildiği söylenen, sokak sakinlerinin Old Tennis Shoes1 demeyi tercih ettikleri Old Tennessee viskisiydi. Lee Chong’un müşterileriyle viski şişeleri arasında durmasının da bir nedeni vardı elbette.
Vaktiyle bazı uyanıklar, Lee’nin dikkatini başka yöne çekmeye kalkışmışlardı. O gün bugündür kuzenleri, yeğenleri, oğulları ve gelinleri dükkânı bekliyor olsa da, Lee tezgâhın arkasındaki yerini asla bırakmazdı. Küçük, tombul ellerini cam kaplı tezgâhın üzerinde kavuşturur, minik sosisleri andıran parmaklarını huzursuzca kıpırdatırken, sol elinin ortaparmağındaki geniş alyansla tezgâhın üzerindeki, tırtıkları çoktan aşınmış kauçuk tablaya vururdu. Bu yüzük dışında bir takı kullanmazdı Lee. Dolgun dudakları ve geniş ağzı yüzüne yufka yürekli bir ifade verir, candan gülümsemesi ağzındaki altın dişleri gözler önüne sererdi. Yakın gözlüğü taktığı ve her şeye bu gözlüklerin ardından baktığı için uzaktaki bir şeye bakması gerektiğinde başını geriye atardı.
Faiz, indirim, toplama, çıkarma gibi her türlü işlemi sağındaki abaküsle yapar, tombul parmakları boncukları sayarken kahverengi, dost canlısı gözleri dükkândaki müşteriler üzerinde gezinir, onlara altın dişlerini göstererek gülümserdi. Bir akşam, ayaklarını sıcak tutsun diye tezgâhın arkasında gazetelerin üstüne koymuş dükkânı beklerken, bir yandan da önce o öğleden sonra yaptığı, sonra da akşamüstü yeniden yaptığı iş anlaşmasını düşünüyordu. Ağlasın mı, gülsün mü bilemediği cinsten bir olaydı bu. Lee Chong’un dükkânından çıkıp da ot bürümüş boş arsadaki konserve fabrikalarından kalma paslı boruların arasından çaprazlamasına ilerlediğinizde, otların seyreldiği bir patika görürdünüz. Bu patikayı takip ederek servi ağacının önünden geçip demiryolunun öte yanına geçerseniz, üzerine tahta bir iskele konmuş tümseği tırmanınca karşınıza alçak tavanlı, uzunlamasına bir yapı çıkardı. Burası yıllardır balık yemi deposu olarak kullanılmış, üstünde çatısı olan genişçe bir odadan ibaretti; Horace Abbeville adında zavallı bir adamcağıza aitti. Horace’ın iki karısı, altı çocuğu vardı ve bu kalabalık ailenin ihtiyaçlarını Lee Chong’dan yalvar yakar kopardığı veresiye mallarla karşılardı. Yıllar geçtikçe Horace’ın borcu Monterey’deki en arsız müşterilerinkini bile gölgede bırakmıştı.
İşte o öğleden sonra Horace, Lee Chong’un dükkânına gelmiş, Lee’nin kendisini sert, soğuk bir ifadeyle karşıladığını görünce yorgun, ürkek bakışları korkuyla dolmuştu. Lee’nin parmakları kauçuk tablada tempo tutarken Horace çaresizlik içinde ellerini iki yana açıp tezgâhın üzerine koyarak kısaca, “Hesabım bayağı kabarık galiba,” demişti. Lee, müşterilerinden görmeye alışık olmadığı bu açıksözlü tutum karşısında gülümsedi, altın dişleri parıldadı. Sonra ağır ağır başını salladı, bakalım bu işin sonu nereye varacak, diye düşünerek karşısındakinin devam etmesini bekledi. Horace özenle dudaklarını yaladı. “Çocuklarımın böyle bir borç yükü altında kalmaları çok ağırıma gidiyor,” dedi. “Şimdi onlar için biraz nane şekeri istesem vermezsin herhalde.” Lee Chong, “Hesap bayağı kabarık,” diyerek doğruladı. “Yolun yukarısındaki yeri biliyorsun,” dedi Horace. “Hani şu balık yemi deposunu.” Lee Chong başını salladı.
Depodaki balık yemi ona aitti. “Orayı sana versem hesabım kapanır mı?” Lee Chong başını geriye attı, yakın gözlüğünün ardından Horace’ı şöyle bir süzdü. Zihninden türlü hesaplar yaparken sağ eli huzursuzca abaküse doğru ilerledi. Bina derme çatma bir yapıydı ama konserve fabrikalarından biri talip olursa, arsa epey para ederdi. Sonunda, “Olur,” dedi. Horace heyecanla atıldı: “O zaman hemen halledelim bu işi. Sen benim borcumu sil, ben de binayı sana sattığıma dair bir senet imzalayayım.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSardalye Sokağı
- Sayfa Sayısı204
- YazarJohn Steinbeck
- ISBN9789750532634
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sefil Korsanlar – Vadedilmiş Topraklar ~ Joachim Masannek
Sefil Korsanlar – Vadedilmiş Topraklar
Joachim Masannek
Yer: Berlin Yıl: 1760 Yıllardır süren savaşın içinde fakirlikten kırılan bir halk ve dünyayı kurtarmak için hazinesinin yeterince büyümesini bekleyen on dört yaşında bir...
- Flaubert’in Bir Sonbaharı ~ Alexandre Postel
Flaubert’in Bir Sonbaharı
Alexandre Postel
Mösyö Flaubert 1875 yılında, 53 yaşındayken, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden bir nebze olsun uzaklaşmak amacıyla iki aylığına bilim adamı dostu Pouchet’nin...
- Doğu Avrupa’da Yolculuk ~ Gabriel Garcia Marquez
Doğu Avrupa’da Yolculuk
Gabriel Garcia Marquez
Sınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. Hiç...