Aurora, beş yaşında geçirdiği bir travmanın ardından son derece sıra dışı, hırslı bir kadın olan babaannesi tarafından yetiştirilir. 1800’lü yılların ikinci yarısında “Altına Hücum” ateşiyle yanıp kavrulan California’dan ayrılarak elinde fotoğraf makinesiyle Şili’ye gider ve burada kendini içsavaşın, politik çatışmaların ortasında bulur. Sevdiği adamın ihanetine uğrayan Aurora gördüğü karabasanların nedenleri üzerine düşünüp sırlarla dolu geçmişini keşfe çıkar. Fotoğraf makinesinin arkasına sığınan genç kadının en büyük arzusu “gerçeği yakalamak”tır. Gelgelelim bu “gerçek”, arka planını 19. yüzyıl Şili’sinin oluşturduğu siyasi ortamda vücut bulacaktır.
Isabel Allende’nin bu romanı, öteki romanlarında da sıkça kullandığı temalarla gelişiyor: kadının gücü, büyülü gerçekçilik ve erotizm. Genç bir kadının kimliğini arayışının öyküsünü anlatan Sararmış Bir Fotoğraf, daha önce yayımladığımız Ruhlar Evi ve Kaderin Kızı’yla birlikte Isabel Allende’nin 18. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başı arasında 130 yıllık bir dönemde bir aileyi anlatan üçlemesinin sonuncu kitabıdır.
İşte bu yüzden dönmeliyim
gelecekteki onca yere
kendimle buluşmaya
ve hep kendime bakmaya
aydan başka tanığım olmadan,
sonra keyifle ıslık çalmalıyım
taşa toprağa basa basa,
var olmaktan başka bir işim,
yoldan başka yakınım olmadan
Pablo Neruda
“Dünyanın Sonu (Rüzgâr)”
İçindekiler
Birinci bölüm: 1862-1880 …………………………………………. 15
İkinci bölüm: 1880-1896 …………………………………………. 125
Üçüncü bölüm: 1896-1910 ……………………………………… 263
Sonsöz………………………………………………………………….. 387
Birinci bölüm
1862-1880
1880 yılı sonbaharında bir salı günü, San Francisco’ da, anneannemle dedemin çatısı altında gelmişim dünyaya. Tıpkı bir labirente benzeyen o ahşap evin içinde annem, yüreği cesaretle dopdolu, bana bir çıkış yolu açmak için kemiklerini kırarcasına soluk alıp verirken, egzotik mutfağının o hiç silinmeyen kokusu, bağrış çağrış konuşulan lehçelerinin sel gibi akan gürültüsü, arılar gibi dur durak bilmeksizin pürtelaş oradan oraya koşuşturan insan kalabalığıyla, Çin Mahallesi’nin tüm o vahşi yaşamı sürüp gidiyormuş sokakta.
Sabahın kör karanlığında doğmuşum, ama Chinatown’da saatler kural tanımaz, daha o saatte başlar pazaryerinin, atlı araba trafiğinin ve kafesleri içinde aşçının bıçağını beklerken hüzünle havlayan köpeklerin gürültüsü. Doğumumun ayrıntılarını hayatımın oldukça geç bir döneminde öğrendim, ama onlardan hiç habersiz kalmak daha kötü olurdu ve unutkan belleğimizin karanlık dehlizlerinde sonsuza dek yitip gidebilirlerdi. Ailemin yaşantısında öyle çok sır var ki, hepsini gün ışığına çıkarmaya belki de ömrüm yetmez, çünkü sel gibi akan yağmurların sürükleyip götürdüğü gerçekler kısa ömürlüdür. Anneannemle dedem büyük bir heyecanla karşılamışlar oysa pek çok tanığın anlatımına göre korkunç bir bebekmişim–, sonra da annemin bağrına koymuşlar beni; ömrümün onunla kalabildiğim o birkaç dakikası boyunca büzülüp durmuşum orada. Sonra dayım Lucky, şansını bana da geçirmek için soluğunu üflemiş yüzüme.
İyi niyetle yapmış bunu, kullandığı yöntem de işe yaramış, çünkü hiç değilse hayatımın ilk otuz yılı boyunca işler yolunda gitti. Ama durun, acele etmeyeyim. Bu uzun bir öykü ve benim doğumumdan çok önce başlıyor; hepsini anlatmak için sabırlı olmak gerekiyor, dinlemek içinse daha da büyük bir sabır gerek. Anlatırken ipin ucu kaçacak olursa sakın umutsuzluğa kapılmayın, çünkü birkaç sayfa ötede kesinlikle yerli yerine oturacaktır her şey.
Herhangi bir tarihle başlamak zorunda olduğumuza göre 1862’den başlayalım ve rasgele bir seçim yaparak bu öykünün örneğin, inanılmaz boyutlarda bir mobilyayla başladığını söyleyelim. Paulina del Valle’nin yatağı, Victor Emanuel’in taç giymesinden bir yıl sonra, Garibaldi’nin toplarının gümbürtüsü yeni kurulmuş İtalya Krallığı’nda hâlâ yankılanırken, Floransa’ya ısmarlanmıştı; yatak, sökülmüş olarak bir Cenova transatlantiğinin içinde denizi aşıp, kanlı bir grevin tam orta yerinde New York Limanı’na inmiş, Amerika’ya yerleşmiş olan Şilili büyükbabamla büyükannemin başında bulunduğu Rodríguez de Santa Cruz ailesine ait denizcilik şirketinin vapurlarından birine aktarılmıştı. Üzerlerine İtalyanca olarak yalnızca su perileri diye yazılı sandıkları teslim almak da Kaptan John Sommers’a nasip olmuştu. Kendisinden geriye bir tek solmuş bir fotoğrafla, denizlerde onca kez gidip gelmekten adamakıllı yıpranmış, içi acayip elyazılarıyla dolu deri kaplı bir sandığın kaldığı bu iriyarı İngiliz denizcisi, sırlarla dolu uzun yılların ardından sonunda geçmişimin açığa kavuşmaya başlamasıyla kısa bir süre önce öğrendiğime göre, benim büyükbabamın babasıydı.
Anneannem Eliza Sommers’ın babası olan Kaptan John Sommers’ı tanımadım ben, ama serseri yaradılışımı ondan almışım. Floransa işi o yatağı gemisinin ambarına koyup Amerika kıtasının öbür ucuna kadar götürme işi de, ömrü tuzlu sularda geçmiş olan bu deniz adamına düşmüştü. Kaptanın, yankee’lerin ablukasından ve müttefiklerin saldırılarından ustalıkla sıyrılıp Atlantik’in güney sınırlarına ulaşması, Macellan Boğazı’nın güvenilmez sularından geçerek Pasifik Okyanusu’na girmesi, ardından da Güney Amerika’nın pek çok limanında kısa sürelerle mola verdikten sonra gemisinin burnunu eski altın toprakları olan Kuzey California’ya doğru çevirmesi gerekmişti. Sandıkları San Francisco Limanı’nda açmak, geminin marangozu yatağın parçalarını oymalarını çizmemeye özen göstererek tıpkı bir yapboz bulmacası gibi bir araya getirirken başında durmak, şiltesini yerleştirip yakut renkli yatak örtüsünü üzerine örttükten sonra bu hantal mobilyayı bir arabaya yükleyip ağır ağır kent merkezine taşıtmak konusunda kesin emirler almıştı.
Arabacıya, varış noktası olan Paulina del Valle’nin evine yatağı bırakmadan önce Unión Meydanı’nda iki tur atması, büyükbabamın metresinin balkonunun önünde de küçük bir çıngırağı çala çala iki tur daha dönmesi tembihlenmişti. Üstelik bütün bu hünerleri, yankee ordularıyla müttefiklerin ülkenin güneyinde gırtlak gırtlağa geldikleri ve kimsenin ne şakalarla ne de çıngırak sesleriyle uğraşacak halde olmadığı bir sırada göstermek zorundaydı. John Sommers, tüm bu emirleri içinden lanetler yağdırarak vermişti, çünkü aylar süren yolculuk boyunca o yatak, yaptığı işin en nefret ettiği bölümünün, yani patroniçe Paulina del Valle’nin kaprislerinin simgesi haline gelmişti. Yatağın arabaya yerleştirildiğini gördükten sonra içini çekerek, bunun o kadın için yaptığı son iş olacağına karar verdi; on iki yıldır onun hizmetindeydi ve artık sabrının sınırlarına gelmişti. O mobilya hâlâ sapasağlam durur, rengârenk boyalı ahşaptan hantal bir dinozoru andırıyor; alçak kabartmalı başucunda çevresi köpüklü dalgalar ve deniz dibi yaratıklarıyla sarılı olarak Tanrı Neptün yer alırken, ayakucunda yunuslarla denizkızları oynaşıyorlar. Aradan yarım saat geçmeden tüm San Francisco bu tanrılara layık yatağın haberini almıştı bile; ama büyükbabamın bu gösterinin adanmış olduğu sevgilisi, araba küçük çıngırağını çala çala dönüp dolaşırken bir yere saklanmıştı. “Bu zaferim fazla uzun sürmedi,” diye bana itirafta bulunmuştu Paulina, yıllar sonra ben yatağın fotoğrafını çekip ayrıntılarını öğrenmek için ısrar ettiğimde.
Şaka geri tepti. Ben Feliciano’yu alaya alacaklar sanırken herkes beni alaya aldı. İnsanları doğru yargılayamamışım. Böylesine fazilet taslayacakları kimin aklına gelirdi? O zamanlar San Francisco rüşvetçi politikacılar, haydutlar ve kötü kadınlardan oluşan bir arı kovanı gibiydi. “Onlara böyle meydan okuman herhalde hoşlarına gitmedi,” diye tahminde bulundum. “Hayır. Biz kadınlardan, ne kadar aşağılık olurlarsa olsunlar, kocalarımızın saygınlığını korumamız beklenir.” “Ama senin kocan aşağılık biri değildi ki,” diye itiraz ettim.” “Değildi, ama aptallıklar yapıyordu. Her neyse, bu ünlü yataktan asla pişman olmadım, kırk yıl yattım onun içinde.” “Peki kocan foyasının meydana çıktığını görünce ne yaptı?” “Ülkede içsavaş nedeniyle kan gövdeyi götürürken benim abartılı mobilyalar satın aldığımı söyledi. Tabii her şeyi de inkâr etti. Bir damlacık aklı olan hiç kimse, çarşafların altında yakalansa bile sadakatsizliğini itiraf etmez.” “Bunu kendi deneyimlerine dayanarak mı söylüyorsun?”
“Keşke öyle olsaydı, Aurora,” diye karşılık verdi Paulina del Valle hiç duraksamadan. Yatağın ben on üç yaşımdayken çektiğim ilk fotoğrafında, Paulina, bu mitolojik yatağının içinde, üzerinde dantelli geceliği ve yarım kiloluk mücevherleriyle işlemeli saten yastıklara dayanmış olarak görünüyor. Onu o haliyle pek çok kez görmüşümdür, öldüğünde de cenaze nöbetinde onu böyle görmeyi isterdim, ama o, mezarına Karmelit rahibelerinin hüzünlü giysisi içinde girmeyi ve ruhunun huzur bulabilmesi için yıllar boyu kendi adına ilahiler okutulmasını istemişti. “Şimdiye kadar pek çok kepazelik yaptım, artık teslim olmanın zamanı geldi,” diye açıklamıştı bana, son zamanlarında buz gibi soğuk bir melankoliye gömüldüğünde. Sona yaklaştığını gördükçe dehşete kapılmıştı.
O yatağı bodruma kaldırtmış, onca savurganlıktan sonra debdebeden uzak bir biçimde ölebilmek için onun yerine at kılından şiltesi olan tahta bir karyola koydurmuştu, acaba Aziz Pavlus günah defterindekileri silip yeniden yazar mı diye. Yine de duyduğu o korku, öteki nesnel varlıklarını elden çıkarmasına yetmemiş, o zamana kadar artık çok küçülmüş olan parasal imparatorluğunun dizginlerini son nefesini verene kadar elden bırakmamıştı. Gençliğindeki gözüpeklikten son zamanlarında pek az şey kalmış, alaycılığı bile tükenmeye yüz tutmuştu, ama benim büyükannem kendi efsanesini kendisi yaratmıştır, hiçbir at kılından şilte ya da Karmelit giysisi yok edemez o efsaneyi. Sırf kocasını bezdirmek için kentin ana caddelerinden geçirme zevkini tattığı o Floransa işi yatak, en şanlı zamanlarından birine rastlamıştı. O dönemde aile, Cross olarak değiştirilmiş farklı bir soyadıyla San Francisco’da oturuyordu, çünkü hiçbir Amerikalı o tanınan Rodríguez de Santa Cruz y del Valle adını doğru dürüst telaffuz edemezdi; buna da çok yazık olmuştu, çünkü özgün soyadında engizisyon zamanından kalma antik tınılar vardı. Nob Hill Mahallesi’ne henüz yeni taşınmışlar, orada kendilerine akıl almaz büyüklükte bir malikâne yaptırmışlardı; kentin en görkemlilerinden biri olan bu konak, ikide bir işlerine son verilen, birbirlerine rakip pek çok mimarın karabasanı olmuştu. Aile, Feliciano’nun ileri sürdüğü gibi, servetini 1849’daki altına hücum zamanında yapmış değildi; Antarktika buzlarından mahfazaların içine oturtulmuş taze ürünleri ta Şili’den California’ya taşımayı akıl eden karısının o harika işletmecilik içgüdüsüne borçluydu bu serveti.
O kargaşa döneminde tek bir şeftali bir ons altın değerindeydi, Paulina da fırsatlardan yararlanmayı bilmişti. Onun bu girişimi başarıya ulaşmış ve sonunda Valparaíso’yla San Francisco arasında sefer yapan bir ticaret filosuna sahip olmuşlardı; gemiler birinci yıl boş olarak geri dönüyorlardı, ama sonraları California unu taşımaya başlamışlar, böylelikle pek çok Şilili tarımcının mahvolmasına neden olmuşlardı; bunların arasında Paulina’nın herkesin çekindiği babası Agustín del Valle de vardı; adamın tüm buğdayı, yankee’lerin bembeyaz unuyla rekabet edemediği için ambarlarda kurtlanıp kalmış, öfkesinden karaciğeri de kurtlanmıştı. Altına hücum hastalığının sona ermesinden sonra binlerce serüvenci, bir düşün peşinde sağlıklarını ve esenliklerini yitirmiş olarak, yola çıktıklarından çok daha yoksul bir halde geldikleri yerlere geri dönmüşlerdi; oysa Paulina ile Feliciano servet sahibi olmuşlar, İspanyol şivesinin neredeyse aşılamaz engeline rağmen, San Francisco sosyetesinin doruğuna oturmayı da becermişlerdi. “California’da herkes, soyu sopu belirsiz ailelerden gelme görgüsüz yeni zengin, oysa bizim soyağacımız ta Haçlılara dayanıyor,” diye o zamanlar övünüp dururdu Paulina, yenilgiyi kabullenip Şili’ye geri dönmeden önce. Yine de onlara kapıları açan tek şey, ne soyluluk unvanları ne de banka hesapları değil, kendine kentin en kudretlileri arasında dostlar edinen Feliciano’nun cana yakınlığı olmuştu. Oysa gösteriş meraklısı olan o ağzı bozuk, saygısız, aceleci karısı yenilir yutulur şey değildi.
İtiraf etmek gerekir ki, Paulina ilk görüşte bir iguana karşısında duyulan hayranlıkla dehşet karışımı bir izlenim bırakıyordu insanda; ancak onu daha iyi tanıdıktan sonra ortaya çıkıyordu duygusal yanı. 1862 yılında kocasını, tüm anakarayı aşan demiryoluyla bağlantılı bir ticaret işine sokmuş, bu da onları kesin olarak zengin etmişti. Bu hanımın iş konusundaki koku alma duyusunu nereden almış olabileceğini düşünemiyorum. Şilili toprak sahipleri olan, ufukları dar, ruh fakiri bir aileden geliyordu; Valparaíso’ daki baba evinin dört duvarı arasında tespih çekip dua ederek ve iş işleyerek yetişmişti, çünkü babası cahilliğin kadınlarla yoksulların efendilerine boyun eğmelerini garantilediğine inanırdı. Paulina, yazı yazmayla aritmetiğin temel bilgilerini şöyle böyle öğrenmişti, ömründe kitap okumamıştı ve toplamaları parmakla yapardı –çıkarma ise hiç yapmazdı–, ama elinin değdiği her şey servete dönüşürdü.
Har vurup harman savuran çocuklarıyla akrabaları olmasaydı, bir imparatoriçe ihtişamı içinde ölebilirdi. O yıllarda Birleşik Devletler’in doğusuyla batısını birleştirmek üzere demiryolu inşa edilmekteydi. Herkes o iki şirketin hisse senetlerine yatırım yapıp rayları hangisinin daha çabuk yerleştireceği konusunda bahse girerken, bu eğlenceli yarışa kayıtsız kalan Paulina, yemek masasının üzerine bir harita açarak, trenin ileride geçeceği güzergâhı ve buralardaki bol su bulunan yerleri bir topograf sabrıyla incelemişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSararmış Bir Fotoğraf
- Sayfa Sayısı392
- YazarIsabel Allende
- ISBN9789750742149
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cadı Ölüsü & Bir Güneyli Vampir Romanı ~ Charlaine Harris
Cadı Ölüsü & Bir Güneyli Vampir Romanı
Charlaine Harris
Tuhaf ve seksi garson kız Sookie Stackhouse’a kapılmamanın yolu yok. Bizi de al Sookie! Bizi de! İnsan her gün yol kenarında koşan yarı çıplak...
- Huzursuz Ölüler ~ Simon Beckett
Huzursuz Ölüler
Simon Beckett
Hunter, bilirkişi sıfatıyla dahil olduğu son vakada yaşanan skandalların ardından bir süredir davalara çağırılmıyordu. Ancak Londra’ya çok da uzak olmayan küçük bir sahil kasabasında...
- Grand Hotel Europa ~ Ilja Leonard Pfeijffer
Grand Hotel Europa
Ilja Leonard Pfeijffer
Ilja Leonard Pfeijffer adlı bir yazar kitle turizmi üzerine bir kitap hakkında araştırma yaparken acı bir ayrılık yaşar ve anılarını düzene sokmak için her...