GELİN GÖRÜN,SİZ DE AKLINIZIKAÇIRACAKSINIZ! Amerika’yı, insanların gerçek hayattan bu kadar uzak olduğu, tehlikeli ve mutsuz bir ülke yapan şeyi anlayınca, hikaye anlatmayı bırakmaya karar verdim. Hayat hakkında yazacaktım. Her insan, bir diğeriyle tam olarak aynı ölçüde önemli olacaktı. Bütün gerçeklere eşit ağırlık verilecekti. Hiçbir şey dışarıda bırakılmayacaktı. Başkası düzen getirsin kaosa. Ben tam tersine düzene kaos getirecektim, ki bunu da yaptım bence. Başarılı oto galerisi sahibi Dwayne Hoover, şiddetli bir orta yaş krizine girmek üzere.
Farkında değil, ama değeri bilinmemiş bilimkurgu yazarı Kilgore Trout kendisine doğru ilerliyor. Çok geçmeden karşı karşıya geldiklerinde, onları çok önemli bir misafir bekliyor olacak. Şampiyonların Kahvaltısı, zenginleşen Amerikan toplumunun zihnini cinsellik, siyaset, savaş ve daha fazla tüketimle bombardımana tutan kitlesel medyayı alaya alan karnaval niteliğinde bir şaheser. “Voltaire geri dönmüş de plastikten, tek kullanımlık bir Amerika’nın dehşetiyle dalga geçiyor gibi.” THE SUNDAY TIMES
Önsöz
“Şampiyonların Kahvaltısı” ifadesi, General Mills, Inc.’in kahvaltı gevreği ürününde kullanmak üzere tescil ettirdiği bir marka. Bu kitabın adında aynı ifadenin kullanılması, General Mills’le bir bağlantıyı ya da bu şirketin sponsorluğunu göstermeyi amaçlamıyor, onların kaliteli ürünlerini kötülemeyi de hedeflemiyor. Bu kitabın adandığı kişi olan Phoebe Hurty, hani denir ya, artık aramızda değil. Büyük Buhran’ın sonlarına doğru onunla tanıştığımda Indianapolis’li bir duldu. Ben on altı filandım. O kırk gibiydi. Zengindi ama yetişkin yaşamı boyunca hafta içi her gün işe gitmişti, o yüzden bunu yapmayı sürdürdü.
Aşk acısı çekenlere öğütler verdiği, aklı başında ve komik bir köşesi vardı Indianapolis Times gazetesinde, bu da iyi bir gazeteydi ama artık çıkmıyor. Çıkmıyor. Phoebe Hurty babamın tasarımını yaptığı bir binada hala varlığını sürdüren William H. Block Company adlı çok katlı mağazanın reklam metinlerini yazıyordu. Yaz sonu hasır şapka indirimi ilanı için şu metni yazmıştı: “Fiyatları o kadar uygun ki bunları atınıza yedirebilir, çıkanları güllerinize serpebilirsiniz.”
Phoebe Hurty, genç giysilerine yönelik reklamların metinlerini yazmam için beni işe aldı. Övdüğüm giysileri giymem gerekiyordu. Bu da işin bir parçasıydı. Benim yaşlarımdaki iki oğluyla da arkadaş oldum. Sürekli onların evinde takılıyordum. Benimle ve oğullarıyla konuşurken açık saçık laflar söylerdi, hatta kız arkadaşlarımızı getirdiğimizde onlara da. Komik kadındı. Özgürleştiriciydi. Yalnızca cinsel konularda değil, Amerika tarihi ve ünlü kahramanlar hakkında, refahın dağılımı hakkında, okul hakkında, her şey hakkında terbiyesiz olmayı öğretti bize.
Şimdi hayatımı terbiyesizlikle kazanıyorum. Beceriksizim bu işte. Phoebe Hurty’de o kadar zarif duran terbiyesizliği taklit etmeye çalışıyorum sürekli. Şimdi düşünüyorum da, o zamanlar onun zarif olması, benim bugün zarif olmamdan daha kolaydı, Büyük Buhran’ın ruh hali öyleydi. Pek çok Amerikalının o zamanlar inandığı şeye o da inanıyordu: Refah geldiğinde ülkenin mutlu ve adil ve akılcı olacağına. Bu sözü hiç duymuyorum artık: Refah. Eskiden Cennet ile eşanlamlıydı. Phoebe Hurty de önerdiği terbiyesizliğin, bir Amerikan cennetini biçimlendireceğine inanabiliyordu.
Bugün onun terbiyesizliği moda oldu. Ama hiç kimse yeni bir Amerikan cennetine inanmıyor artık. Phoebe Hurty’yi bayağı özlüyorum. Bu kitapta sözünü ettiğim şüpheye, yani insanların birer robot, birer makine olduğu şüphesine gelince: Frengi olarak bilinen hastalığın son safhasından, yani locomotor ataxia’dan1 mustarip insanlar, çoğunlukla da erkekler, ben çocukken Indianapolis kent merkezinde ve sirk kalabalıklarında sık sık karşılaşılan görüntülerdi.
Bu insanlar ancak mikroskopla görülebilen etobur küçük tirbuşonların istilası altındaydı. Bu tirbuşonlar kurbanlarının omurları arasındaki etleri yiyip bitiriyor, omurlar da birbirine kaynıyordu. Frengi hastaları korkunç derecede soylu görünüyordu – dimdik duruyorlardı, gözleri dosdoğru ileri bakıyordu. Bunlardan birini bir defasında Meridian ve Washington caddelerinin köşesindeki kaldırımda gördüm, babamın tasarladığı ve tepeden sarkan bir saatin altında duruyordu. Bu kavşağı şehrin yerlileri Amerika Kavşağı adıyla bilirlerdi. Bu sifilisli adam orada, Amerika Kavşağı’nda derin derin düşünüyordu, onu kaldırımdan indirip Washington Caddesi’nin karşısına geçirmesi için bacaklarına söz geçirmeye çalışıyordu.
İçeride boşta çalışan küçük bir motoru varmış gibi hafifçe zangırdadı. Sorunu şuydu: Bacaklarına giden emirlerin kaynağı olan beyni, tirbuşonlar tarafından canlı canlı yenmekteydi. Emirleri taşıyacak olan kablolar tamamen yalıtımsız kalmıştı ya da yenmişti. Hattaki şalterler de kapalı ya da açık olarak kaynamış durumdaydı. Bu adam çok çok ihtiyar bir adama benziyordu ama belki de yalnızca otuz yaşındaydı. Düşündükçe düşünüyordu. Sonra da bir kabare kızı gibi iki defa tekme attı. Çocuk halimle bana kesinlikle bir makine gibi görünmüştü. İnsanları kauçukumsu dev test tüpleri olarak da düşünüyorum bazen, içlerinde bir sürü kimyasal reaksiyon oluyor. Çocukken guatr hastası çok insan görürdüm. Bu kitabın kahramanı olan ve Pontiac bayiliği yapan Dwayne Hoover da görürdü.
Bu mutsuz Dünyalıların tiroit bezleri öyle şişmişti ki boğazlarında dolmalık kabak yetişiyor gibiydi. Sonra anlaşıldı ki normal bir hayat sürdürebilmeleri için yapmaları gereken tek şey, her gün bir gramın yüz binde biri kadar iyot tüketmekti. Annem uyuyabilsin diye aldığı kimyasallarla beynini mahvetmişti. Kafam bozulduğunda ben de küçük bir hap alıyorum, keyfim yeniden yerine geliyor.
Falan filan. Yani romanım için bir karakter yaratırken, kablolama hatası yüzünden ya da o gün aldığı ya da almayı ihmal ettiği mikroskobik miktardaki kimyasallar yüzünden böyle olduğunu söylemeye çok teşneyim. Peki ben ne düşünüyorum bu kitap hakkında? Boktan hissediyorum, ama kitaplarım hakkında kendimi hep boktan hissederim. Bir defasında arkadaşım Knox Burger ağır aksak ilerleyen bir roman hakkında, “… sanki Philboyd Studge1 yazmış gibi,” demişti. Yazmaya programlanmış olduğumu hissettiğim bir şey yazarken ben de Philboyd Studge olduğumu düşünürüm. Bu kitap benim kendime ellinci doğum günü armağanım. Damın bir yamacını tırmanmışım da sırtından öbür yana geçiyormuş gibi hissediyorum. Elli yaşımda çocukça davranmaya, “Yıldız Bezeli Sancak” adı verilen Amerikan bayrağına hakaret etmeye, keçeli kalemle Nazi bayrağı, göt deliği ve başka bir sürü şeyi çiziktirmeye programlanmışım. Bu kitap için yaptığım çizimlerin olgunluk düzeyi hakkında bir fikir versin diye şuraya göt deliği çizimimi koyayım:
Bence kafamın içindeki çöpü temizlemeye çalışıyorum – göt deliklerini, bayrakları, donları. Evet – bu kitapta bir don çizimi de var. Diğer kitaplarımdaki karakterleri de atıyorum. Artık kukla gösterisi yapmayacağım.
Galiba bu hasarlı gezegende bundan elli yıl önce doğduğumdaki kadar boş olmasına çalışıyorum kafamın. Bu belki de çoğu beyaz Amerikalının ve onları taklit eden beyaz olmayan Amerikalıların yapması gereken bir şey. Her halükârda başkalarının kafama soktuğu şeyler birbirleriyle uyumlu değil, çoğunca faydasız ve çirkin, birbiriyle orantısız, kafamın dışında gerçekte olduğu haliyle hayatla da orantısız. Beynimin içinde kültür ya da insani bir uyum yok. Kültürsüz daha fazla yaşayamayacağım. Yani bu kitap, zaman içinde on bir kasım bin dokuz yüz yirmi ikiye doğru yolculuk ederken omzumun üzerinden attığım çöplerle, atıkla dolu bir kaldırım. Geçmişe doğru yolculuğumda on bir kasımın –rastlantı sonucu doğum günümün– Ateşkes Günü olarak adlandırılan kutsal bir gün olduğu zamanlara geleceğim.
Ben çocukken, Dwayne Hoover da çocukken, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bütün ulusların halkları, on birinci ayın on birinci günü olan Ateşkes Günü’nün on birinci saatinin on birinci dakikasında saygı duruşunda bulunurdu. Bin dokuz yüz on sekiz yılının o dakikasında milyonlarca insan birbirini katletmeyi bıraktı. Tam o dakikada savaş alanlarında olan ihtiyar adamlarla konuştum. Hepsi de bir şekilde o ani sessizliğin Tanrı’nın Sesi olduğunu söyledi bana. Yani aramızda Tanrı’nın insanlığa doğrudan konuştuğunu hatırlayan birileri hala var. Ateşkes Günü daha sonra Muharipler Günü’ne dönüştü. Ateşkes Günü kutsaldı. Muharipler Günü değil. O yüzden Muharipler Günü’nü omzumun üstünden atacağım. Ateşkes Günü’nü tutacağım. Kutsal hiçbir şeyi atmak istemiyorum. Başka ne kutsal? Ah, Romeo ve Juliet mesela. Ve müziğin tamamı.
Philboyd Studge
1.BÖLÜM
Hızla ölmekte olan bir gezegende yalnız, sıska ve oldukça yaşlı iki beyaz adamın karşılaşmasının hikayesi bu. Bunlardan biri, Kilgore Trout adında bir bilimkurgu yazarıydı. O sıralarda bir hiçti ve hayatının bitmiş olduğunu düşünüyordu. Yanılıyordu. Bu karşılaşmanın sonucu olarak tarihin en sevilen ve saygı duyulan insanlarından biri haline geldi.
Karşılaştığı insansa Dwayne Hoover adında bir otomobil bayisi, bir Pontiac bayisiydi. Dwayne Hoover delirmek üzereydi. Dinle: Trout ve Hoover, kısaca Amerika denen Amerika Birleşik Devletleri’nin vatandaşıydı. Milli marşları, ciddiye almaları beklenen başka pek çok şey gibi tamamen abuk sabuk bir şeydi ve şöyleydi:
Günbatımının son parıltısında öyle gururla çektiğimizi göndere Şafağın ilk ışığında görebiliyor musun söyle,
Tehlikelerle dolu savaşta gözlediğimiz siperlerin üstünde Cesurca dalgalanan geniş şeritlerini ve parlak yıldızlarını öyle? Roketlerin kızıl alevi, havada patlayan bombalar, Bayrağımızın gecenin içinde hala orada olduğunu kanıtlar. Yıldız bezeli sancak hala dalgalanıyor mu söyle, Hür insanların memleketi, cesurların yuvası üstünde?
Evrende bir katrilyon ulus vardı, ama Dwayne Hoover ve Kilgore Trout’un üyesi olduğu ulustan başka, soru işaretleri serpiştirilmiş bir zırvadan ibaret bir milli marşı olan yoktu. Bayrakları şuna benziyordu:
Bu bayrak hakkında uluslarının şöyle bir yasası vardı, gezegendeki başka hiçbir ulusun böyle bir yasası yoktu: “Bayrak hiçbir kişi ya da şey için indirilemez.” Bayrak indirmek dostça ve saygılı bir selamlama biçimiydi, bir sopanın ucundaki bayrağı yere daha yakın bir konuma getirmekten ve sonra tekrar yukarı çekmekten ibaretti. Dwayne Hoover ve Kilgore Trout’un ulusunun sloganı şuydu ve kimsenin artık konuşmadığı bir dilde, çoktan, bire anlamına geliyordu: “E pluribus unum.” İndirilemez bayrak çok güzeldi, milli marşla boş slogan da pek dert olmayabilirdi, eğer şu olmasaydı:
O kadar çok vatandaş o kadar görmezden geliniyor ve aldatılıyor ve hakarete uğruyordu ki yanlış ülkede ve hatta yanlış gezegende olabileceklerini, korkunç bir hata yapılmış olduğunu düşünüyorlardı. Milli marşları ve sloganları adaletten ya da kardeşlikten ya da umuttan ya da mutluluktan bahsetseydi, onları bir şekilde topluma ve toplumun gayrımenkulüne davet etseydi onlar için biraz yatıştırıcı olabilirdi. Ülkelerinin temelleri hakkında ipucu bulmak için kağıt paralarına bakarlarsa, bir dolu barok saçmalık arasında, tepesi kesilmiş ve yerine ışıklar saçan bir göz yerleştirilmiş bir piramit görürlerdi, şunun gibi:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Dertli Pazartesi!
- Sayfa Sayısı296
- YazarKurt Vonnegut
- ISBN9789750751080
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...
- Unutulmaz Gece ~ Teresa Medeiros
Unutulmaz Gece
Teresa Medeiros
Sırlarla dolu bir geçmiş, aşkı tehlikeye atabilir mi? Nezaket kurallarına uymamasıyla meşhur Carlotta Anne Fairleigh, sosyeteye takdim edileceği gün bile yerinde duramaz. Sırasını beklerken...
- Prosper Redding`in Tüyler Ürpertici Hikâyesi ~ Alexandra Bracken
Prosper Redding`in Tüyler Ürpertici Hikâyesi
Alexandra Bracken
“Ben Prosperity Oceanus Redding, belki de Prens Alastor… Sana bilmediklerini anlatmaya geldim. Yaklaş, duyman gereken şeyler var. Yalnız senden mi ibaret sandın bu dünya?...