İNSAN BU KİTAPTA ANLATILANLARIN YAŞANMIŞ OLDUĞUNA İNANMAK İSTEMİYOR…
Hayatını kaybeden yüz binlerce insan… Ülkelerini terk etmek zorunda kalan 2 milyondan fazla kişi… Kadınlara ve çocuklara uygulanan sistematik tecavüzler, işkenceler ve akıl almayan vahşilikte cinayetler…
Saklı Gül, utancın diğer adı olan Bosna Savaşı’nın 20. yılında, savaş ve etnik temizlik sözcüklerinin ne anlama geldiğini anlatan tüyler ürpertici ve gerçek bir hikâye.
Savaşın 20. yılında, kalbinin bir parçası savaşın ve hüznün simgesi Bosna’da kalanlara…
Saklı Gül, Bosna’da yaşanan savaştan kaçmak için İspanya’ya göç eden Zehra’nın gerçek olaylara dayanan hikâyesi. Şiddet gördüğü korkunç zamanları ve sevdiklerini ondan ayıran zalimliği arkada bırakan Zehra, yeni bir hayat arayışındadır. Sıkıntıların üzerinden gelebilme gücü ırkçılığa, nefrete ve kaderin oyunlarına kafa tutmasına yetmeyen Zehra daha güçlü limanlara sığınır: Kız kardeşi, hayatını kurtaran bir İspanyol ve yeni bir aşk. Saklı Gül aşk ve arkadaşlık ile savaşın ve göç etmenin acı gerçeği üzerine herkesin duyması gereken bir hikâye.
Hayatı öğrenmek, yaşam mücadelesi vermek ve aşka, tutkuya yeni bir şans vermenin önemi üzerine acı ve umut dolu bir roman…
Hayatın bana verdiği en güzel hediye otan Pepe’ye… Kelimenin tam anlamıyla iyi bir insan olduğun için sana teşekkür ederim.
“Damarlarımda asi bir kan dolaşıyor Ama çıktığı kaynak huzur dolu; İlkelerinden şaşmayan doğru bir insan olmaktan çok, Kelimenin tam anlamıyla iyi bir insanım.”
Retrato, ANTONIO MACHADO
“Balkanlar, sindirebileceğinden çok daha fazla tarih üretmiştir.’
WINSTON CHURCHILL
“Vahşet, aslında, başkalarının ideallerine karşı duyulan korkudur.”
MAHATMA GANDİ
“Tam bütün cevapların elimizde olduğunu düşündüğümüz zaman, birden bütün sorular değişiverdi.”
MARIO BENEDETTI
“Çiçeklerin bile farklı kaderleri vardır. Bazıları hayatı güzelleştirir, bazılan ölümü süsler.”
HECTOR GONGORA
“Kuğular ördeklerle aynı familyadandır ama yine de onlar birer kuğudur.”
BİR BALKAN ATASÖZÜ
Onu Villa de Alba’ya götüren arabanın penceresinden bakıp Salamanca’nın bir kasabasında bulunan yaşayacağı yeni yeri gördüğünde kendini şanslı hissetmişti. Sakin, duru sulan olan ve o zümrüt yeşili gözlerinde sakladığı acılardan habersiz, bir nehir ona, “Hoş geldin,” diyordu. Tıpkı memleketimdeki nehir gibi… Evimde gibiyim.”
Tormes Nehri’nin suları, doğduğu şehir olan Vişegrad’ı, birkaç gün önce ahşap bir sandala binip kaçmak zorunda kaldığı şehri ve şehrin kıyılarını ıslatan o nehri hatırlatmıştı ona. Drina’nın akışıı onu ölümden, zulümden, işkenceden, o güne kadar görülmemiş insanlık utancından uzaklaştırmıştı.
Zehra oturduğu araba koltuğunda dikleşti ve arabanın penceresini açıp nehrin sularını dinlemek istedi. O tertemiz, serin suların kulaklarını okşamasına izin verdi. Hayatın ona yeni bir fırsat verdiğim düşünerek gülümsedi. Ancak geçmişin hayaletleri o gülümsemenin tadını çıkarmasına izin vermeyip genç kızın aklına doluşuverdiler aniden.
O anda yine kaderinden korktu.
Şansının dişleriyle yarıp içinden geçmesi gereken, bir sürü kötü anıyla doluydu hayatı.
BİRİNCİ BÖLÜM
Saraybosna’da, bu 1992 ilkbaharında, Her şeyi yaşamak mümkün; Örneğin bir somun ekmek için Sıraya girmek Veya kopuk bir bacakla Hastane aciline koşmak.
Sonrada Hep şanssız olduğunu kabul etmek.
Saraybosna Usulü Şans, İZZET SARAJLİC
”İster inan ister inanma ama şanslısın. Sen şanslı bir kadınsın.”
Zehra dizleriyle karnını tutuyor, göğsü hızla inip kalkıyordu. İçinde duyduğu utancın dışarı çıkmasını engellemek ister gibiydi. Elleri, paslanmış ince bir telle arkasına bağlanmıştı. Cani, rezil bir adamın pençesi, bütün masumiyetini alıp götürmüştü. Vışegrad savaşının yeni beyi olan Sasa Ludonoviç tarafından defalarca tecavüze uğramıştı. Öyle kaba ve çirkin şekillerde tecavüz etmişti ki Zehra’ya, yaptıkları akla hayale sığmazdı. “Şanslı mı?” Karanlıklar içinden duyduğu o gizemli sesin bahsettiği şansın ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. “Bana iyi baktın mı? Nerede olduğumuzu bilmiyor musun? Sence şans bunun neresinde?”
“Daha yeni geldin ama seni hemen kendi kadım yaptı. O bu cehennemin yaratıcısı, hayatlarımızın, daha doğrusu ölümümüzün yeni sahibi ve sen şanslı olduğunu anlamıyorsun. Henüz çok erken, henüz hiçbir şey bilmiyorsun.”
Zehra odanın karanlığının içinden, onunla fısır fısır konuşan bu gizemli kadının yüz hatlarını güçlükle seçiyordu. Buna rağmen sesindeki bir şey kadının gülümsüyor olduğunu düşündürdü ona.
“Seni ayaklarından ve ellerinden bir yatağa bağlayıp, cinsel organına elektrik verdiler mi? Sonra da kendini kaybedinceye kadar sana tecavüz ettiler mi? Tam on gün boyunca yüzden fazla erkek, sana tecavüz ve işkence etmek için sıraya girdi mi? Gözlerinin önünde, öldürünceye dek altı yaşındaki küçük kızının ırzına geçtiler mi? Ismarladıkları litrelerce alkolü içmezsen ve ismini bir Sırp ismiyle değiştirmezsen gözlerini oymakla seni tehdit ettiler mi? Sana tecavüz etmek için bacaklarını ahşap dipçikli kalaşnikoflarıyla ayırdılar mı? Sana tecavüz ederken göğüslerini kesip, ‘İşe yaramaz pis Müslüman!’ diye bağırdılar mı? Söyle bana, sana bunlara benzer şeyler yaptılar mı?”
Kadın birden sustu ve bu korkunç olayları anlatmayı bıraktı. Söylediklerine, anlattıklarının detaylarına bakılırsa gözleriyle gördüğü, hatta belki de onun başına gelen dehşet verici olaylardı bunlar. Korkunç bir sessizlik bütün odaya hâkim oldu. Zehra, Bosna Hersek’te savaş başladığından beri bu sessizliklerden nefret ediyordu. Bunlar korkuyu besliyordu. Bu sessizlikler dehşetin, ateşin, çığlıkların ve cevapsız kalan yalvarmaların başlangıcıydı. Bu sahte ve sapkın sessizlik, aileleri, arkadaşları, umutlan, kahkahaları, karşılaşmaları, gelecek için yapılan planlan, hayatları, hikâyeleri yok ediyordu. Zehra’nın kahrolası savaşta duyduğu bu sessizlik, bomba gürültüleri, patlayıcı kokusu, siren sesleri, ölüm kokusu ve yanık deri kokusu doğuruyordu durmadan. Sadece birkaç kişinin zevkine varabileceği, Dante’nin cehenneminden çıkmış bir sahneydi bu sanki.
Odanın diğer tarafından gelen kadın sesi, aniden sustuğu gibi, şimdi yine aniden duyulmaya başlamıştı.
“Zavallı kız, hiçbir şey bilmiyorsun. Buraya sadece birkaç saat önce geldin ve bu otelin odalarının her birinde, dehşetin insan kılığına büründüğünü henüz anlayamıyorsun. İnan bana kızım, sen şanslısın.” Bu gizemli kadın, Zehra’yı tepeden tırnağa süzdü. Zehra da bu aşınmış, acımasız bir şekilde dövülmüş, ölesiye yaralanmış yüzün hatlarını görebildi sonunda. “Kaç yaşındasın kızım?”
“Bugün on sekiz yaşıma bastım,” diye cevap verdi Zehra, ve şimdiden ölmek istiyorum.”
10 Haziran 1992 tarihiydi. Zehra, Sırpların, etnik temizlik adına kadınlara topluca tecavüz ettiği bu otele, Vişegrad’ın Vilina Vlas Oteli’ne daha birkaç saat önce getirilmişti. Sırplar böylece Boşnak halkın neslini tüketmeyi planlıyordu. Zehra, savaştan önce tatil köyü olarak kullanılan bu otellerde daha önce hiç kalmamıştı.
Çırılçıplaktı ve üşüyordu. Kendini göremiyordu ama yüzünün şişmiş olduğunu anlayabiliyordu. Göz kapaklan, sanki çimento kaplıymış gibi ağırdı. Muhtemelen aldıkları darbeler yüzünden böyleydi. Gözleri de etrafı bulanık ve şekilsiz görüyordu. Ağzında hissettiği acı tadın dudaklarındaki yarıklardan akan kan olduğunu tahmin ediyordu. Derin ve o güne dek hiç duymadığı bir acı, bir ateş topu gibi bütün vücudunu sarmıştı. Midesinden ayaklarına kadar. Reşit olduğu bu günde başına neler geldiğini baştan sona hatırlamaya çalıştı. Kader ona güzel hediyeler vermek yerine kötü bir oyun oynamış, güzel gelecek hayallerini ondan koparıp almış, ona zoraki bir olgunluk ve belirsiz bir gelecek vermişti. İyice düşünüp gizemli kadının bahsettiği şansın ne olabileceğini anlamaya çalıştı ama anlaşılır hiçbir tarafı yoktu.
2
Zehra şanslı olduğunu ilk olarak onu birkaç hafta önce telefonla arayan ablası Suhra’dan duymuştu. Ablası, bundan bir buçuk yıl önce, dört yaşındaki oğlu Ari ve kocasıyla beraber Saraybosna’ya yerleşmişti. Resim ve plastik sanatlar okumak istiyordu ve bu gerçek tutkusunu gerçekleştirebilmek için başkent ona birçok olasılık sunmuştu. Başkentte kültür hayatı çok zengindi. Ayrıca kocası Nicolâs’da bir avukatlık işi bulmuştu ve her ikisi de bu şehrin küçük çocuktan için daha iyi bir gelecek sunacağım düşünüyorlardı. “Saraybosna isminin Farsça ve Osmanlıca bir sözcük olan saraydan geldiğini biliyor muydun? Burası seni büyüleyecek, kardeşim. Dinle, boş vakitlerimi geçirdiğim kütüphanede birçok muhteşem kitap buldum. Seyahat kitaplarından birinde, Evliya Çelebi’nin yazdığı bir kitapta, Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde saray kelimesiyle başlayan sayısız şehir ismi olduğu yazıyor. Ve Saraybosna’nın bunların içinde en güzeli olduğunu da ekliyor. İnan bana gerçekten böyle. Bu şehrin içindeki güzelliği tahmin bile edemezsin, her köşesi ayrı güzel. Bir tek sen eksiksin, Sevgili Kardeşim.”
Ama birçok savaş kurbanı için olduğu gibi hayat, Suhra için de başka planlar yapmıştı. Onunla aynı yaşlardaki genç bir kız öğrencinin hayatına mal olan patlamadan dolayı geçici bir sağırlık yaşadığı o günlerde, kız kardeşini uyarmaya çalışmıştı.
“Zehra, çık git bu ülkeden, sakın vakit kaybetme, lütfen. Şanslısın çünkü Vişegrad, Saraybosna’yı yiyip bitiren cehenneme henüz dönüşmedi. Kaç, çabuk ol, hayatını kurtar. Yoksa çok geç olacak; kaç, kardeşim. Koş haydi. Sen hâlâ bunu yapabilirsin.”
Tarih 6 Nisan 1992’ydi ve Bosna Savaşı resmi olarak başlamıştı. Bir gün önce Suhra, sadece birkaç adım ötesinde duran kızın, bir nişancının rastgele ateş etmesiyle sokağın ortasına yığılan yirmi üç yaşındaki tıp öğrencisi Şuada Dilberoviç’in, aşağılık bir şekilde katledilmesine tanık olmuştu.
“Korkunçtu, hâlâ titriyorum,” demişti Zehra’ya telefonda. Telefona öyle bir yapışmıştı ki, sesini birilerinin duymasından korkuyordu sanki. “Saat akşamüstü üç olmamıştı daha, barışçıl bir şekilde Vrbanja Köpriisü’nün üzerinde yürüyüş yapıyorduk, çoğunluğumuz genç öğrencilerdi. Anneler, babalar bile küçük çocuklarıyla gelmişti. Ben Ari’yi mucize eseri götürmedim, çünkü çok güneş vardı. Kalıp oyun oynamasını tercih ettim.”
Suhra yaşadığı o saatleri hatırlayınca birden ağlamaya başladı ve konuşmasını kesti. Ama sonra hemen kendine geldi.
“Radikal Sırp milliyetçilerinin şehrin birkaç noktasına yerleştirdiği barikatları kaldırmak istiyorduk, 1 Mart tarihinde Bosna’nın bağımsızlığı için oy verdiğimiz referandumun sonuçlarına saygı duyulması için oradaydık; nefret ve şiddet göstermiyorduk. ‘Barış için geliyoruz, barış için geliyoruz,’ diye bağırıyorduk. Şarkılar söylüyorduk, sokakta güller dağıtıyorduk. Yanımda duran bir kişi megafondan, bağımsızlık referandumunun başlığını okuyordu yüksek sesle: ‘Güçlü, bağımsız ve Müslüman, Sırp, Hırvat diğer ülkelerden olan bütün kişilerin aynı haklara sahip olduğu bir Bosna için,’ diye bağırıyordu. Bak unutmamışım, ezbere biliyorum. Unutamamışım bu cümleleri.” Suhra sanki gırtlağına katran yapışmış da onu temizlemek ister gibi güçlü bir şekilde yutkundu ve sözlerine devam etti. “Aniden bir vızıltı duydum, çok silik bir vızıltı. Yemin ederim neredeyse duyulmuyordu ama sonra insanların, yere düşen bir kızın etrafını sardıklarını gördüm. Olga, evet ismi Olga Sucic’ti. Birkaç saniye önce onunla konuşmuştum. Yan yanaydık, benim başıma da gelebilirdi, anlıyor musun? Şu anda ölmüş olabilirdim. Çoğumuz ona yardım etmek için koştuk ve o anda kulakları sağır eden bir patlama oldu ve kendimi birden o kalabalığın dışındaymışım gibi hissettim. Bu patlamada da bir genç kızı yaraladı. Şuada da Olga’ya yardım etmek için koşan kızlardan biriydi. Mermi kol altına isabet etmişti. Oralara bir yere, çünkü oralardan kan fışkırıyordu. Mendilimle kan akan yeri kapatmaya çalıştım ama korkunçtu. Kanamayı durdurmaya çalıştıkça kanlar saniyede mendilime doluyordu. Kanamasını durduramadım. Birkaç kişi hemen onu bir taksiye bindirdik; halen konuşuyordu ve kendindeydi. ‘Buranın Saraybosna olmadığını söyle bana,’ dedi, ‘olamaz, olamaz.’ Sonra da bilincini yitirdi.” Suhra ağlamaya başladı. “Ve bir daha gözlerini açmadı, bir daha konuşmadı. Yüzü bembeyazdı. Hastanede öldü, korkunçtu, korkunç. Ve her şey…
“Saklı Gül” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSaklı Gül
- Sayfa Sayısı424
- YazarReyes Monforte
- ÇevirmenPınar Gökpar
- ISBN6055289423
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın ~ Virginie Grimaldi
Büyüdüğün Zaman Anlayacaksın
Virginie Grimaldi
Bazen en ummadığın yerde ve kişide bulursun aradığını… “Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve birlikte Game of Thrones’u izliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Telefonum çalmaya başlayınca...
- Özgür ~ E L James
Özgür
E L James
Özgürlüğün Elli Tonu’nun şehvetini, romantizmini ve dramını Christian Grey’in derin düşünceleri, duyguları ve hayalleriyle yeniden yaşayın. E L James, dünya çapında milyonlarca okuru büyüleyen...
- Kutsal Mezarın Günahkar Misafiri ~ William Peter Blatty
Kutsal Mezarın Günahkar Misafiri
William Peter Blatty
bazen çekilin acılar, merhametin bir ışık gibi yüreğimize süzüldüğü kirli bir pencere gibidir… Kapısından iyilik ve umudun girmediği bir bina… Karanhk, rutubetli bir bodrum...
kitabın ilk bölümünü içim parçalanarak okudum ama sadece ilk bölümü… Zehra kesinlikle şanslı bir kızdı ve hiç ama hiç hak etmediği bir şansa sahipti ne yazık ki!!
kitabın diline ve yazımına gelirsem başarılı sayılmazdı. Zira zaman arasındaki geçişler ve duygular çok silikti… kadının hissettikleri hiç de başarılı ve etkileyici verilememişti. bir paragrafta aradan neredeyse yıl geçiyor! bunlar bana başarılı gelmedi… Ve geleyim başkahramana… bir Müslüman ama domuz eti yemekten, alkol almaktan hiç ama hiç çekinmeyen bir Müslüman!! üstelik evli bir adama ve nakörlüğün en alasını yaparak aşık olmak!! bunlar bir kadında hele ki bunca şey yaşamış bir kadında kesinlikle olmaması gereken şeylerdi. Bu noktada açıkçası Zehra’nın ölmesini tercih ederdim ben… böyle bir kadın kesinlikle hiç hak edilmemiş bir şansa sahipti…