Onuru Kırılmış Bir Kadın…
Uzak Bir Diyar…
Yasak Bir Aşk…
Yaşadığı kaçamakla 1840’ların Londra’sında bir skandal yaratan Mary, kız kardeşi Jane ve eşi Robert tarafından ülkeyi terk etmeye zorlanır. Yalnızca Çin’de bulunan nadir ve değerli çay yapraklarını ele geçirmek üzere kendisi de tanımadığı diyarlara yelken açacak olan Robert, Mary’ye yolculuğunda eşlik edecektir. Ancak, işler beklendiği gibi gitmez ve Mary kendini Robert’la birlikte gizli bir görevde bulur. Geride bıraktığı yaşamını ve bebeğini aklından çıkarmasa da ülkesinden binlerce kilometre uzakta, tehlikenin tam ortasında, daha önce hiç tatmadığı bir özgürlük bulacaktır.
Erkeklerin dünyasında ayakta kalmaya ant içmiş bir kadının ve hayallerini gerçekleştirmek için her şeyi yapmaya hazır bir adamın hikayesi…
“Bu senenin favori tarihi romanı diyebileceğimiz, görkemli, aksiyon dolu bir Oryantal macera.” – Daily Record
“Gizem, tarih, aşk ve maceradan hoşlanıyorsanız, bu kitap tam size göre!” – Scottish Home & Country
Giriş
Hint Okyanusu, 1842
Gemi battığında diğer kadınlar dua ediyorlardı. Kaptan, tayfa fırtınayla mücadele ederken bize güvertelerin altına sığınmamızı, ayak altından çekilmemizi emretmişti. Mum alevleriyim aydınlanmış karanlığın içinde sessizce oturdum, gemi şiddetle sallanırken dengemi elimden geldiğince korumaya çalıştım. Diğerleri dizleri üstünde bir şeyler gevelerken kalbim midemle birlikte terler dökmeme neden olan garip bir şekilde dönüp duruyor, titriyor, dans ediyordu. Neler olacağını bilmiyorduk, hiçbirimizin yapabileceği bir şey yoktu. Saatlerdir bekliyorduk.
En sonunda her şey çabucak olup bitti. Cemi gürültüyle doluydu; kalaslar sonunda kırılmadan önce gıcırdıyor, rüzgâr çığlıklar atıyordu. Dışarıdaki fırtına inanılmaz büyüklükteydi; hepimizin minicik, kırılgan olduğumuzu düşündüğümü anımsıyorum. Kocaman gemi çatlayan bir yumurta gibi birdenbire ikiye bölünüverdi müthiş bir çatırtı, ardından benimkinin de dahil olduğu korku dolu feryatlar duyuldu. Sonra gemiye dolan suyun sesi her şeyi bastırdı.
Fırtınayla mücadele etmenin mânâsı yoktu. Ayrıca, her şey o kadar çabuk olup bitti ki suyun bizi fırlattığı yere gitmekten başka şansımız olmadı. Burası başka bir dünyaydı; aşağıda salt bir sessizlik hüküm sürüyordu saatler süren o uzun, gürültülü, dehşet dolu bekleyişten sonra nihayet rahatlamıştım. Korkum dindi, gözlemci biri haline geldim, sanki her şey içinde süzüldüğüm tuhaf bir rüyadan ibaretti. Dalgalar üstüme geliyordu, her yer baloncuklarla, geminin parçalarıyla kaplıydı. Etrafımda insan yüzleri belirip kayboluyordu, ama hiç uzanıp tu Umabileceğim kadar yakınıma ge İnliyorlardı. Yüzeye çıkışlarımdan birinde kör edici bir tropik rüzgar ve yağmurla karşılaştım; dalgalar üstümü bir kez daha kaplamadan önce üç kez uzun, umutsuz nefes aldım. O devasa dalgalara tırmanmak imkânsızdı. Her nasılsa, yüzeyin altı daha güvenli …
“Yukarı doğru yüz,” dedim kendi kendime. “Baloncuklara dikkat et ve elinden geldiğince yukarı doğru yüz.”
Yüzmek çok aşina olduğum bir şeydi, harekete geçmek tedirginliğimi yok etti. Su her zaman dostum olagelmişti. Kız kardeşim Jane’i ve çocukken, büyüdüğümüz evden yarım mil uzaktaki yüksek tepenin dibindeki gölette yüzüşümüzü hatırladım. O gölette bütün planlarımızı uzun uzadıya konuşurduk. Yazın pırıl pırıl güneşin altında sular sıçratır, kayaların üzerinden suya utlarken neşeyle bağırırdık. Aklım, bu vahşi muson fırtınasının ortasındayken daha mutlu zamanlara dönüyordu. Güvende olduğumu, yine evimde olduğumu düşünerek kendimi rahatlattım. İsterik halde olduğuma, nerdeyse aklımı kaçırdığıma şüphe yoktu. Ama mücadele etmedim. Fırtınanın hiçbir önemi yoktu. Fırtına dinmişti; çocukluğum etrafımda dönüp duruyordu artık.
“Bir centilmenle evlenmek istiyorum,” dedi Jane göletin yanında. “Hep nazik olan, karısını hep koruyup kollayan bir centilmenle.”
Yüzeye çıkarken ona su püskürttüm ağzımdan uzun bir çizgi halinde buz gibi sular fışkırdı. Jane’in üzerinde bir önlükle bluz vardı, ayaklan çıplaktı; ben o güneşli yaz gününde bir fok yavrusu gibi suya dalıp çıkarken o kenarda oturuyordu.
“Bir centilmenle,” diye alay ettim.
Öyle insanlar bizden yüksekteydiler. Ama Jane kararını vermişti. Gizlice okuduğu bir roman vardı. Onu leğenin altında saklıyordu. Bana kalırsa, bu kitap onun çalım sarmasına neden oluyordu.
“Evet,” dedi ve ben onunkine güldüğüm için o da benim hayallerime saldırdı. “Fanny Kemble olmayı istemekten iyidir.”
“Fanny Kemble, Juliet’i oynadığında koca adamlar bile ağladı. Centilmenler,” dedim ona. “Yeteneği olan herkes iyi bir aktris olabilir, Jane. Ama centilmenler hanımefendilerle evle
“O zaman bir hanımefendi olacağım,” dedi yalnızca. Su sıçratmadan yüzüp uzaklaştım.
Jane şimdi Bayan Fortune olmuştu, bense başarısızlığa uğramıştım.
Fırtınanın gerisini hatırlamıyorum, yalnızca yüzdüğümü, yüzdüğümü hatırlıyorum. Su etrafımda hareket eden canlı bir şey gibiydi. Sevgili Jane’in kenarda oturduğuna, o aptal aşk hikâyesinden sahnar okurken ayaklarını salladığına gerçekten inanıyordum. Sonra ısındım, çok uykum geldi ve görüş açım incecik bir ışık huzmesine dönüşecek kadar daraldı. Okyanusun kolları beni sarıp sarmaladı, yitip gittim.
Gözlerimi tekrar açtığımda fırtına dinmişti ve karşımda bir kumsal vardı. Kayalık bir çıkıntının üzerindeydim. Giysilerim parçalanmıştı, kollarım mor ve sarı çürüklerle kaplıydı, hare ket ederken canım yanıyordu. Ağzım kupkuru, kafam karışmış halde, titreyerek kayaların üzerinde emekledim. Akıntının benimle birlikte kıyıya getirdiği, yoluma çıkan ıvır zıvırı kenara ittim. Başka insanların paramparça hayalleri… Çeyizler… Kenarları yırtılmış, hâlâ camın altında duran fotoğraflar uzaklardaki aileler… Kalküta’yı asla göremeyeceklerdi.
Kumlar kör edici beyazlıktaydı. Her iki yana uzandıkça uzanıyordu. Artık tamamiyle durgun olan deniz çan çiçeği rengindeydi. Sıcak havada tuhaf, baharatlı bir koku vardı. Bir gram kuvvetim bile yoktu, uzun süre rüya bile görmeden öylece uyudum. Sonra sesler duydum.
“Unefemme. C’est unefemıne!”
Gözlerimi açtım ve sislerin arasından iki yarı çıplak, siyahi çocuğun bana doğru koştuklarım ve beyaz bir adamın bir atı çekerek yürüdüğünü gördüm. Adamın tuniği terden koyulaşmış, gri saçları açılmış, gözlerine düşmüştü. Yaşlıydı, en az elli yaşında olmalıydı.
“Mon Dieu!” dedi.
Tanrı’ya şükür güvendeydim. Adam atın dizginlerini çocuklardan birine verdi. Eğildi ve nazikçe matarasından ağzıma ılık su döktü. Suyun tadı cennetten çıkma gibiydi.
“Diğerleri?” dedim hâlâ sersem bir halde. “Les autres, mondué
Fransızcam pek iyi değildi. Adam omuzlarını silkti, başını üzgünce salladı.
“Personne.”
O şaşkın halimle, nerdeyse ölecek kadar hırpalanmış olmama rağmen gemiden [ek kurtulanın ben olduğuma inanamıyordum. Hepsi ölmüşler miydi? Hepsi de deniz kurdu olan o leş kokulu miçolar; asık suratlı iki subayıyla aksi kaptan; kamaramızda bize eşlik eden yaşlı, hiç gülümsemeyen refakatçiler ve tabii bir de benim gibiler utanç dolu yolculuğumda bana (tost olan Bayan Cameron, Bayan Hughes, Bayan Lucas, Bayan Thomton ve diğerleri. Hepimiz ailelerimiz tarafından cezalandırılmış, evimizden sonsuza dek uzaklaştırılmıştık. Her birimiz bizi isleyecek bir zenginin kollarına koşuyorduk. Şimdiyse valisi, tropik deniz gemideki herkesi yutmuştu. Tabii benim dışımda herkesi.
Adam beni kaldırıp bir bez bebek gibi gevşek olan bedenimi atının üzerine koyarken, “Oü esi ici?” diye sordum.
Dik oturamıyordum, onun yerine başımı hayvanın uzun yelesine dayayıp parmaklarımı gevşekçe dizginlere sararak dümdüz yattım.
“ki c’est Reunion.” Adam gülümsedi.
“Eve gitmek istiyorum,” dedim.
Kalbim Londra’daydı. Ayrılmayı hiç istememiştim. Bu yolculuğa zorlanmıştım Evimden .sürülmüştüm. Dışlanmıştım. Daha deniz şahlanmadan önce bile bu yolculuğun her dakikasından nefret etmiştim. Şimdi fırtınanın bir işaret olabileceği aklıma gelmişti.
Adam dizginleri şaklattı, at kumsalda yürümeye başladı. Altımdaki, her yeri eşit seviyede olmayan kumun üzerindeki hareket beni rahatsız etti. Kemiklerim bile ağrıyordu, ama bütün yorgunluğuma rağmen gülümsedim. Hayattaydım,
“Allons naus â Si. Deniş,” dedi yaşlı adam. “11 ya un docteur.”
Birinci Bölüm
Sanırım ailem öldüğüme memnun olmuştu. Rahatlamış olsalar gerek. Jane’i şu an kristal berraklığında görebiliyorum: akşam baskısından haberi okurken minicik ellerini ovuşturup sıkıyor. Kelimeler dudaklarında belirirken kırmızı düğmeli ciddi, lacivert elbisesinin bu duruma pek uygun kaçmadığını, annemiz öldüğünde giydiği yas kıyafetlerini yeniden ortaya çıkarmak zorunda kalacağını fark ediyor. Bir anma töreni düzenlemesi ya da bir anıt taşı diktirmesi gerekip gerekmeyeceğini merak ediyor.
“İnsan gömecek bir ceset olmadığında ne yapar?” diye düşünüyor.
Kocası Robert koyu renk cekedi ve dikkatle seçilmiş kravatıyla grimsi yeşil misafir salonlarını arşınlıyor, gazetedeki makaleyi dinlerken Jane’in etrafında sırım gibi, kurnaz bir orman yırtıcısı gibi dolanıyor. Gemi battığından beri beş hafta geçmiş, ellerinde çok az detay var tehlikesiyle ün salmış denizle ve fırtınanın şiddetiyle ilgili kuru, kısacık bir sütun yazı. Gemide elli kişi olduğundan, kimsenin kurtulamadığından söz ediliyor, benim adım bile geçmiyor.
İngiltere’nin havası denize açılmış olsanız bile sizi muhtemelen öldürmez. Comish kıyısındaki gelgitlerde ya da Kuzey Denizi’nde dramlar yaşanmamış değildir, ama nadiren ölen olur İngiltere havası pek ölümcül değildir. Tabii insanı öldürebilecek başka birçok şey var. Frengi; bir şilin ya da hiçbir şey için canınızı alabilecek, cinle kafayı bulmuş caniler; varoşlardı insanın başına gelebilecek her türlü şey. Paranız yoksa yemek yiyemezsiniz, o yüzden fakirler zayıftır, şanssızlar açlıktan ölür.Jane, Kobert ve benim gibiler bunun farkına bile varma?. Ama Londra’da leş gibi, üstü başı dökülen, sıçan istilasına uğramış, umutsuzluktan kıvranan ne kadar zavallıyla karşılaşırsanız karşılaşın. Bayan Austen okuyucularını yaz yağmuru fırtınalarından muzdarip olan İngiliz kadınlarının nazeninliğine inandırmış olsa da, havanın tek başına sizi öldürme ihtimali düşüktür.
Hint Okyanusu’nda ise durum değişiktir. Jane’in vefat haberimi alınca ağladığını sanmıyorum. Yumuşak sesi haberi okurken hiç titreme m iştir. Kız kardeşim denizde can vermiş olmamı garip ya da trajik bulmamıştır. Herhalde bunun, “Mary’nin yapacağı türden bir şey” olduğunu düşünmüştür. O, derdini hiç anlatmaz, içinde hiç duygu olmayan koyu renk gözleri ehli bir kuşunkiler gibi sağa sola döner. Her şeyin üstesinden şikâyet etmeden gelir, hiç yaygara yapmaz. Vahşi olan benim.
Ama üç hafta sonra geri döndüğümde kardeşim ağladı. Ön kapıda duraksadım, acaba St. Denis’den kısacık bir not göndereceğime Portsmouth’tan haber yollasa mıydım diye düşündüm. Doktorun İngilizcesi gayet iyiydi. Vücudumdaki morlukları, kesikleri muayene edip, şişlere nazikçe bastırırken havadan sudan konuşmuştu.
“Hayatın boyunca geçmeyecek bir iz taşıyacaksın,” demişti, “Ama iyileşeceksin,”
Sonra yardımcılarına bana kemik iliği yedirip kanyak içirme talimatı vermişti. Şimdi, haftalar sonra morluklarım geçmişti, ama hâlâ acıyan yaralarım vardı. Londra’ya bir ticaret gemisinde rahatsız bir yolculuk yaparak ulaşmıştım. Bu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSaklı Duygular
- Sayfa Sayısı408
- YazarSara Sheridan
- ISBN6055675165
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMAYA KİTAP / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şer Saati ~ Gabriel Garcia Marquez
Şer Saati
Gabriel Garcia Marquez
Adı belirsiz bir Güney Amerika ülkesinin adı belirsiz bir kasabasında, yağışlı, bunaltıcı bir sonbahar. Sıcak dayanılır gibi değil, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, fareler kilisenin...
- Brooklyn Çılgınlıkları ~ Paul Auster
Brooklyn Çılgınlıkları
Paul Auster
Eski hayat sigortacısı Nathan Glass, yakalandığı hastalıktan ötürü ölüme gün saymaktadır. Karısından boşanmış, emekli olmuş, tek kızından kopmuştur. Bir başına kalmak için, kimsenin kendisini...
- Amerikada ~ Susan Sontag
Amerikada
Susan Sontag
Sene 1876. Polonyalı meşhur aktrist Maryna Zalezowska, California’da hayalindeki komünü kurma hayaliyle Amerika’ ya göç eder. Yanına ailesini ve dostlarını da alarak böyle bir...