ABD’nin Oregon eyaletinde bir yılbaşı sabahı, üniversite öğrencisi Eda Kaya, kilitli kaldığı bir çamaşırhane tuvaletinde, beraber büyüdüğü ve hayranlık duyduğu kuzeni Leyla’nın ortadan kayboluşunun esrarını çözmeye soyunur. 19 yaşındaki Leyla baskıcı ailesine başkaldırmıştır ama nereye gitmiştir?
Eda, kendinden ayrı düşünemediği Leyla’nın kayboluşunu anlamaya çalışırken aile fertlerinin hikâyelerini, geçmişten bugüne taşınan yaraları da anımsar. Eda’nın ve Leyla’nın büyüme sancıları ve aidiyet ihtiyacı, dile getirilmeyen, yok sayılan bir geçmişin parçalarıdır…
Tuvalet kâğıdına yazılmış, biraz ağzı bozuk bir hikâye bu. Ne var ki Batıcı burjuva aile çevresiyle Müslüman muhafazakâr çevrenin kesiştiği noktadan kaynaklanan roman, iki genç kızın hayatı anlamlandırma çabaları, inanma ihtiyacı ve kimlik arayışı üzerinden günümüz gençliğinin isyanına ve huzursuzluğuna da ayna tutuyor.
Oya Baydar
Çocukluğundan canlı çıkmayı başaran herkesin elinde, hayatının sonuna
kadar yazılabilecek malzeme vardır.
– Flannery O’Connor
Yaşamak bir başkası olmaktır.
– Fernando Pessoa
Babamın anısına…
Eda helada kilitli kalıyor
Bir saattir bu helada mahsurum.
Belki daha uzundur. Saatimi takmayı unutmuşum. Telefonumu da yurtta, yatağın yanında şarjda bıraktım. Bir tur koşup gelecektim şunun şurası. Bu iğrenç helanın ışığa bakarak zamanı kestireceğim bir penceresi bile yok. Bu ülkede ezan da okunmuyor. Zamanı hissedemiyorum. Çok sinir bir şey.
Dün gece, salak gibi kendimi buraya kilitlememden yedi saat önce yeni yıla girdik. Sabaha karşı, bir saatte Cihan beni yurda bıraktı. Ertesi gün işi varmış. Sahtekâr! Gecenin başında, beraber güneşin doğuşunu seyredelim diye beni plaja götüren kendisi değildi sanki. Aslında aldırmadım. Yorganı başıma çeker müzik dinlerim, dedim. Kafam hâlâ iyiydi. Plajda içtiğimiz cigaralık hakikaten dediği kadar varmış. Müziğin canını canımda hissediyor, dışarıda, koridorda koşturup bağrışan sarhoş budalalara katılmadığım için kendimle gurur duyuyordum. Bir ara kalkıp “Sende kalsın, takılırsın” diye elime tutuşturduğu ot torbasından bir tane tek kâğıtlı sardım, kulaklıklarımı taktım, yine yattım.
Meğer esas budala benmişim.
İlk önce, kilit dönüp de kapı açılmayınca bütün iyimserliğimle her şeyin yoluna gireceğine, birazdan buradan çıkacağıma inandım. Benim öyle naif bir tarafım var işte. En olmayacak ihtimale bile bir anlığına tüm kalbimle inanırım. Leyla ve Nimet Teyzem dalga geçerler bu saf halimle. Şüphe, içimde geç düşen bir jetonmuş.
Kapıyı çektim, ittim, kilidi bir sağa bir sola çevirdim. Açılmadı. Bir adım geri attım, soluk aldım. Bir daha denedim. Açılmadı.
Sonra bir daha. Yok, olmadı. O noktada hâlâ sakinim, hatırlıyorum. Eğildim, kapının altındaki iki parmak açıklıktan “Hello hello, kimse var mı?” diye seslendim. Sesim dizi dizi çamaşır makineleri arasında yankılandı ama cevap gelmedi. Eh, herhalde yani. Yeni yılın ilk sabahında mahalle çamaşırhanesinde kimin ne işi var? Ben buraya girerken henüz hava bile aydınlanmamıştı.
Hadi, tamam, anladık, tuvalete girdim. Kapıyı neden kilitlerim ki?
Telaş öyle yavaş yavaş değil, kaynar suya sokulmuş termometre cıvası gibi bir anda yükseldi içimde. Nefesim sıklaştı, kalbim sıkıştı, iki duble shot espressoyu arka arkaya içmişim gibi çarpıntım tuttu. Ümitsizce etrafıma bakındım. Beş metrekarelik helanın duvarlarında, tavanında ne bir pencere var ne de bir vantilatör. Ya havasız kalır da boğulursam? Çok saçma, çok saçma. Çevir şu kilidi sakince şimdi ve çık dışarı.
Sağa çevirdim. Önce yavaş yavaş. Sonra tokmağı sıkıca kavradım, kendime çektim ve kapıyı bütün gücümle dışarıya doğru ittim. Hareket yok. Bir omuz attım. Olduğu yerde duruyor. Kilidi bir de sola çevirsen? Çevirdim. Bir de sağa? Onu da yaptım. Sonunda hangi tarafın açık hangisinin kapalı olduğunu unuttum. O sinirle, kapının tokmağını tuttuğum gibi, çektim var gücümle. Sendeledim. Düşmeyeyim diye geri geri yürürken, biraz önce etim değmesin diye tepesinde akrobasi yaptığım, sifonunu ayağımla çektiğim tuvaletin kırık kenarına çöktüm. Baktım, metal tokmak elimde kalmış. Kapı karşımda, dişi çekilmiş karanlık bir ağız gibi bana bakıyor.
Titriyormuşum. Sonra fark ettim. Bu kadar paniğe kapılacak bir durum yok Eda. Birazdan birileri gelir, sana yardım eder. Ya da sakinleşince beraber bir çözüm ararız. Hadi ama… Şanslısın ki pis kokmuyor burası. Hayret, içimdeki o ses genelde hain hain konuşur, benimle zıtlaşır durur. Şimdiyse şefkat damarı kabarmış, beni sakinleştirmeye çalışıyor. Hayır mı, şer mi?
Kokmuyor ama öyle berbat bir yer ki burası! Karşımda fayansı çatlak bir lavabo duruyor, altında kulpsuz ahşap kapaklı bir dolap. Tavandaki iki ampulden sadece biri yanıyor. Öteki arada sırada titreyerek uyanmaya çalışıyor, sonra yine karanlığa gömülüyor. Kâmile Hanım bizim mutfakta böyle pırpırlanan ampuller için, “İyi saatte olsunların marifeti” derdi. Leyla da ona “Elektriğin varlığından bihaber ampul, ışığı kendi ürettiğini sanırmış” diye cevap verirdi. Karşılıklı bu lafları ettikten sonra da anlamlı anlamlı bakışırlardı. Şaşkınlar!
Köşeler toz içinde, borular yapış yapış bir maddeyle kaplı. Dokunmama gerek yok, görüyorum. Kir, bu mekâna yıllar içinde yavaş yavaş çaktırmadan yerleşmiş, köşeyi bucağı kaplamış. Tavanda örümcek ağları, ampullerin etrafında iki parmak toz. Lavabonun önünde, yerde bir sarı bir kova duruyor. Tekerlekli. İçi kapkara suyla dolu, yanında da boylu boyunca uzanmış paspası. Paspasın saçakları kararmış. Birden, Leyla ile Kâmile Hanım’ı düşündüğüm için mi bilmiyorum, sarı kova ile bitkin paspasına bakarken ağzıma metalik bir tat geldi. Biraz önce tokmak elimde sendelerken, kafamda yanıp sönen, sonra unuttuğum soğuk gerçeği hatırladım:
Bu memlekette beni merak edip de aramaya çıkacak kimsem yok! Kâmile Hanım dünyanın öbür tarafında kaldı ve Leyla’nın nerede olduğunu bir Allah’ın kulu bile bilmiyor.
Ağlamaya başladım. Yok, yok, kimsesiz değilsin. Cihan var. Telefon numarasını yazdığı kâğıt hâlâ cebinde. Çıkar bak. Adını Jeehan diye yazmış. “Jeehan” Cihan bizi kurtaracak. Sus be sersem ses! Cihan beni nasıl kurtaracak? Cep telefonum mu yanımda sanki? Senin yok ama birazdan buraya girecek birilerinin telefonu olacak. Onlara numarayı söylersin, Cihan’ı ararlar. O da gelir seni kurtarır. Evet, bu fena bir fikir değil. Elimi cebime attım. İşte Cihan’ın adını ve numarasını yazdığı yeşil kâğıt. Arabanın torpido gözünden çıkardığı not defterinden yırttığı bir sayfa köşesi.
Ama niye gelip kurtarsın ki beni Cihan? Daha birkaç saat öncesine kadar beraberdiniz, düzgün bir adamdı. Seni burada bırakacak değil ya! Hahahaha! İşini gördükten sonra yurda bırakmayı bildi ama. Daha soyadını bile bilmiyorum. Bu tabii adamla İstanbul usulü derhal halvet olmaktan alıkoymadı beni. Aman çenemi tutayım da bu gece yaptıklarını Madeline’e anlatmayayım! Zaten İstanbul’daki yazlıklı kışlıklı, Kâmile Hanım’lı, özel okullu, para konuşmanın ve hatta para kazanmanın ayıp sayıldığı hayatımı yadırgıyor, bir de koskoca adama daha tanışmamızın ikinci saatinde verdiğimi öğrenip benden büsbütün soğumasın. Burada kadınlar öyle hemen yatağa girmiyorlar.
Ama nasıl daha eve girer girmez dayadı beni kanepenin arkasına! Paltolarımızı bile çıkarmamıştık. Korktum. Öyle açmış demek ki adam. Hiç de belli etmedi partide kucak kucağa otururken. Yavaş yavaş konuşuyor, uzun uzun susuyor, sigarasının dumanını ağır ağır savuruyor, dalıp gidiyordu. Saçları –amma da siyahtı saçları– yüzüne dökülmüş, başta gözlerini göremedim. Olsun, görmeyeyim, daha iyi, gizemli kalsın. Onunla eve gideceğimi bildi de mi öyle rahattı? O kadar mı hafifmeşrep davrandım? Yadırgamış mıdır? Ayıplamış mıdır? Beyrutluymuş. Lübnan’da kızlar kucağına böyle kolay kayıveriyorlar mı peki? Dudakları ne güzeldi ama! Arap Jeehan. Kolay kız olduğumu düşünmüş müdür? (Eh, yani Edacığım!)
Beni bileğimden yakalayıp oturduğu yere, duvar ile DJ kabini arasındaki boşluğa çektiğinde, gerçekten de gecenin onun evinde sonuçlanacağını düşünmemiştim. Karanlıkta tipini bile doğru dürüst görememiştim ki! Beni bir hamlede yanına çekebildiğine göre, güçlü kuvvetli bir adamdı. Peki, kabul, bilinçaltım adamın gücünü kaydedip, gecenin sonuna benim adıma karar vermiş olabilir ama ben aslında oraya, onun bağdaş kurduğu o boşluğa, montumu bırakmak üzere eğilmiştim. Bileğimi yakalaması öpmek içinmiş. El sıkışacağız sanmıştım. Hahaha Eda! Bazen öyle şaşkın oluyorsun ki, çok seviyorum seni! Dudakları etli, tatlı, tuzluydu. O sırada tansiyonum mu düştü ne? Bu yeni memlekete varıp da havaalanından sokağa ilk çıktığımda da böyle başım dönmüştü. İnsan sanıyor ki hava, su, toprak, ateş dünyanın her yerinde aynıdır. Hiç de öyle değil. Burada insanların, binaların, yemeklerin veya sokakların İstanbul’dan farklı oluşu beni pek etkilemedi de, rüzgârın, kokuların, seslerin, renklerin ve derimdeki hislerin yeniliği, tazeliği aklımı başımdan aldı.
Benzer bir heyecanla Cihan’ın kucağına kayıverdim. Her erkeğin hissi, her yeni memleketinki gibi kendine has olsa gerek.
“Bak tastamam oturdu bedenlerimiz birbirine” dedi müziğe rağmen fısıltısını bana duyurmayı becererek. Merakıma yenik düşüp de saçlarını yüzünden çektiğim bir anda çekik, kara, yumuşak bakışlı gözlerini görebildim. Tanıdık bir şeyler vardı adamda. Bana mı benziyor biraz? Uzun kollar bacaklar, çekik gözler, yeşile çalan bir ten… Bu memlekette bana kendimi hatırlatan birine ilk defa rastlıyordum. Saçma biliyorum ama güvendim. Belki birbirimize benziyoruz diye bedenlerimiz öyle rahat birbirine geçivermiştir. Bir daha öpmeye yeltenmedi. Öyle kucak kucağa oturup müzik dinledik. Kocaman elini sırtıma koymuştu, iki kürekkemiğimin arasına, ayağa kalkana kadar da orada öyle sıcacık tuttu da tuttu.
On ikiye beş kala, müzik hızlanmış, tekilalar bir bir masalara vurulup kafaya dikilirken, Cihan kulağıma eğilip “Hadi gidelim” dedi. Yanağı boynuma deyice içim bir hoş oldu, kucağından yere kaydım. Beni elimden çekti, kaldırdı. Sokağa çıktık. Noel için süslenmiş, renkli ışıklarla donanmış evlerde partileyen öğrenciler çığlıklar atarak yeni yıla girişimizi kutlarken, biz konuşmadan, el ele onun evine yürüdük.
Şimdi Madeline’e bu hikâyeyi anlatsam, tanımadığım bir adamın evine gittiğim için kesin beni azarlar. Eve yaklaşırken ben de korkmaya başladım doğrusunu isterseniz. Soyadını bile bilmiyorum. Ortak arkadaşımız yok. Yaşı benden çok büyük. Belki doktora öğrencisi filandır. Beni bodrum katına kilitleyip işkence etmeyeceği ne malum? Dünya sapık kaynıyor. Her gün haberlerde yeni bir sapığın maceralarını okuyoruz. Birçoğu da böyle masum yüzlü, yakışıklı.
Cihan’ın kapısını açtığı eve, ev değil hangar desem daha doğru olacak. Üç katlı bir binanın en üst katında oturuyordu. Ben hayatımda hiç böyle boş, böyle kocaman bir yaşam mekânı görmemiştim. Her şey, tuvalet bile tek bir alana toplanmış. Klozetin etrafında böyle duşakabin gibi bir şey var. İllaki de yalnız olmak istiyorsan işerken, kapaklarını kapatabiliyorsun. Duş desen, tuvaletin çok uzağında, yatağın yanında. Buzdolabının durduğu köşede geniş bir çizim masası var. Birtakım planlar filan çiziyormuş. Çıkarken masa lambasını açık bırakmış. Mimar mıydı bu adam? Ne iş yaptığını söylemiş miydi? Sandalyesini düzgünce masanın altına itmiş, bütün kalemlerin ucu sivriltilmiş. Hoşuma gitti.
Kanepenin yanında, orta yerde bir küvet duruyor. Hayda! Doluyor mu bu küvet? Tam sormak için dönmüştüm, işte, o sırada beni yakaladığı gibi kanepe ile kendi vücudu arasına sıkıştırdı. Önce bir paltolarımızı çıkarmasa mıydık? Gözlerim ayaklarıma kayınca beyaz pazar donumdan utandım. İnsan yılbaşı gecesinin böyle sonuçlanacağını bilmez mi? Ah Eda ah! Kendini ağırdan satmayı hiç bilmediğin gibi, kadınlığın inceliklerinden de bihabersin!
Her şey çabucak olup bittiğinde, kulağıma eğilip fısıldadı:
“Hadi, okyanusa gidelim. Yanımda çok iyi ot var. Kumlara yatıp güneşin doğuşunu bekleyelim.”
Burada acil çözüm bekleyen bir durum var, senin aklın nerelere gitti Eda? Hayret bir şey! Titremelerin kesildiyse, hadi bir daha deneyelim şu kapıyı.
Yeniden paniğe kapılmak istemiyorum ama gerçekten kim kurtaracak beni buradan? Kapıyı tek başıma açmama imkân yok. Birisi yardıma gelecektir değil mi? Yeni yılı umursamayıp da çamaşır yıkamak isteyen bir obsesif yalnız, ya da ne bileyim, sıcak bir mekâna başını sokmak isteyen bir evsiz, uykusuz bir metanfenamin bağımlısı, şu içine tıkıldığım helada damarına eroin zerk etmek isteyen bir keş, sevişecek yer bulamayan iki ergen… Birileri olacaktır değil mi?
Burada hapis kaldığım aklıma geldikçe nefesim yine tıkanıyor. Ah, Doğan Bey, şimdi şu kapının öte yanında olsan da, anlatsan bana nasıl oluyor da bir tanecik düşünce bedenin bütün organlarını hükmü altına alabiliyor. Terapist Doğan Bey’i özleyeceğim hiç aklıma gelir miydi? Montumun cebinden iki kalem çıktı. Biri mor, biri kırmızı. Dün kırtasiyecide görünce dayanamayıp almış, sonra cebime atmıştım. Montumu yere serdim, üzerine oturdum. Lavabonun yanında asılı kâğıt havlulardan bir tomar çektim çıkardım, kucağımda yazıyorum. Nefesim kesildikçe kaleme sarılıyorum. Mor mürekkep kâğıda yayılırken kalp atışlarım yavaşlıyor, bedenim, yüzüm gevşiyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSaklambaç
- Sayfa Sayısı400
- YazarDefne Suman
- ISBN9786258215212
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sırabaşı ~ Toprak Işık
Sırabaşı
Toprak Işık
Sırabaşı’nı başlıbaşına ilginç kılan bir özelliği, Türkçe edebiyatta pek girilmemiş, bâkir bir dünyaya adım atması: Askerî okul… Askerî öğrencilerin yaşantısına dair üç öykü yer...
- Kırık Heykel ~ Ali Çimen
Kırık Heykel
Ali Çimen
Usta yazar Ali Çimen'den aksiyon dolu bir istihbarat romanı... "Yaşamak en iyi intikamdır."
- Yeşil Gözlü Kız ~ Suat Derviş
Yeşil Gözlü Kız
Suat Derviş
“Sevgili Melek, Beni bir adam öptü. Şaş da kal, kardeşim… Şaş da kal! Beni bir erkek öptü. Ne babam ne dedem ne amcam ne...