İngiliz tasarım dergisi Icon’un eski yardımcı editörü olan Will Wiles’ın, mükemmel ev hayatı arzumuzu hem yüceltip hem de eleştirdiği ilk romanı ‘Sakın Yere Bir Şey Dökme’, Haziran ayında Koton Kitap etiketiyle kitap raflarında yerini aldı. Roman anlatıcının bir reklam metni yazarı olarak çalıştığı Londra’dan ismi belirtilmemiş bir Doğu Avrupa şehrine gelişiyle başlıyor. Yine ismi belirtilmemiş kahramanımız, Filarmoni’de zengin ve ünlü bir besteci olan eski üniversite arkadaşı Oskar’ın titizlikle döşenmiş evine bakmayı kabul ediyor. Dairenin her yerinden çıkan notlar, ev sahibinin eve ve kedilerine bakarken arkadaşının onu aramak zorunda kalacağını bildiğini belirtiyor. Romanda her sayfayı çevirdiğinizde kendinizi kara mizah ve gerilim oranı gittikçe artan bir hikâyenin içinde bulacaksınız. Dikkatsizliği ve yetersizliği yüzünden küçük problemler büyük problemler haline gelmeye başladıkça kahramanımız giderek aklını yitiriyor. Bu romanla birlikte farkında olmadan, yaşanmışlıkların yeni eşyalardan daha değerli olduğunu anlayacaksınız.
***
BİRİNCİ GÜN
İnsanlar uçmaktan korkar. Bunu hiç anlamamışımdır. Uçmak fevkalade bir deneyimdir; evet, daracık bir koltukta, gürültülü bir bölmede oturduğunuz, yemek servisinin olmadığı üç saatlik bir ekonomi uçuşu bile. Sonuçta havadasınız. Yukarıdasınız. Bu, en dolambaçsız ve basit şekliyle olağanüstü bir deneyimdir; olağan olanın üstündesinizdir. Olağan şeyler aşağıda bırakılır, sadece dakikalar içinde yeşil, kahverengi ve gümüş rengi bir mozaiğe dönüşür, sonra da bulutlarla baş başa kalırsınız.
En güzel zamanlarda yaşıyoruz. Üstelik bunun nedeni yalnızca penisilin, sifonlu tuvalet ve kaloriferin keşfedilmiş olması değil, bulutlara yukarıdan bakabiliyor olmamız. Bulutlar, göksel güzellik vaatlerine sapına kadar sadıktırlar. Çok küçükken onların dik ve yumuşak olduklarını hayal ederdim; esasen sudan oluştuklarını bildiğimden, görünüşleri de buhara benzediğinden aynı zamanda buhar da olmalıydılar ve buhar ılık bir şeydi. Kusursuz bir mantık. Bulutlar elbette ılık değiller ama hafta ortası uçuşunuzu gerçekleştirdiğiniz o klimalı silindirde, güneş ışığıyla yıkanmış buludar bu eski vaaderini yerine getirirler. Gündüz vakti aşağıda hava nasıl olursa olsun, bulutların tepelerine güneş vurur; onların size verdiği söz, onların minicik mucizesi de işte budur.
Rönesans devri ressamları, bu bulut sevgisini sezmiş ve onların doğal ihtişamını takdir etmiş olmalılar. Onların görkeminden daima uzak olduklarını düşündükleri için de tepelerine kanadı küçük çocuklar, çocuk başlı melekler kondurmuşlar; yukarıda, bulutlarla aynı seviyede olmanın ihtişamını o kadar kusursuzca yansıtmışlar ki şimdi orada olunca bu cennet sakinlerini de görmeyi bekliyorsunuz. Ama yoklar. Sürekli değişen, daima eşsiz, daima size özel bir manzarayla baş başasınız; idrak edilemeyen bir uzaklıkta geçip giden çayırlar ve fokur fokur dağ tepeleri. Anık bir kâşifsiniz ve burası da yeni keşfettiğiniz kıta.
Ancak bütün bu güzellik ve soyutlanmanın yanında bir de zorunluluk var. Geri dönmeli, aşağıya, kusurlu olan yere inmelisiniz yeniden.
İniş, havalimanı, pasaport kontrolü, bagaj alımı ve taksi; hepsi zihnimde kahverengi neon ışığı, ter ve stresin basınçla sıkıştırılmış bir bileşimi gibiydi. Sizi kim olduğunuza, ne olduğunuza, nereden gelip nereye gittiğinize bağlayan tek şeyin küçük, mor kapaklı bir kitapçık (“Britanya Kraliyet Dışişleri Bakanlığı arzu ve talep etmektedirler ki…”) ve spiralli defterden koparılmış bir kâğıt parçasına karalanmış bir adres olduğunu hatırladığım berbat anlardan biriydi bu. Söz konusu not defteri, enikonu sağlam görünen bagaj taşıma bandında az sonra -umarım- belirebilecek bir seyahat çantasının içinde bulunuyor. İçinde de Olduğunuz Kişinin kanıtlarını taşıyor. Yani, benim olduğum kişinin. Eğer yanlış yazılmadıysa, adres numara 70 miydi yoksa 17 mi? — havalimanından otuz kilometre kadar uzakta, tamamen yabancı, bilinmedik bit şehirde bulunan bir apartman. Taksi kuyruğu da beni oraya –yani kaIacak bir yer, yemek ve konfor ümidine- bağlayan bir halat. Tabii ki dolandırılmadığım, sokulmadığım, öldürülmediğim ya da başıma bu üçünün abandı bir birleşimi gelmediği sürece, Yabancı şehirlerde olur böyle şeyler, bana söylenen buydu; o yemek davetindeki sıcak muhabbette bir sürü ürkütücü söylenti ve deneyim paylaşılırken görmüş geçirmiş gezginlere yaraşır bir tebessüm takınmaya çalışmıştım. Halbuki ben görmüş geçirmiş bir gezgin fidan değildim.
Gelgelelim, hiçbir terslik yaşanmadı, “acaba”larım yersiz çıktı, anahtar kilide uydu ve bir de baletim ki Oskar’ın dairesinin eşiğinde durmuş, içeriyi inceliyorum.
Çok teşekkürler; bam yardım ettiğin için gerçek bir dostsun sen. Evi bu kadar uzun süre boş bırakmak zor geliyordu, hele ki kedilerle beraber… Burayı seveceksin, güzel bir evdir…
17 numaralı daire, taksicinin zihin haritasında capcanlı duran, kendisine benzer hantal binalarla tıka basa dolu bir caddede, şehir merkezine yakın, savaş ortalarında yapılmış modem denilebilecek altı katlı kurşun rengi bir apartmanın ikinci katındaydı. Gerçekten de güzel bir evdi.
Hatırlıyorum, üniversitedeyken Oskar üstün zevklerinden oluşan bir fırtına bulutuyla gezinirdi. Devamlı elektrik biriktirerek ucuz, kötü yapılmış ya da -günahların en büyüğü- bayağı şeylerin olduğu yöne küçümseyen bir kınama şimşeği gönderirdi. Bu şimşek hedefine doğru inerken Oskar’ın üst dudağı kusursuz bir şekilde bükülür, Berbat sözcüğünün B sine dönüşürdü, işte Oskarın dairesi, bu ideolojiyi ev yaşantısına da uyguladığını gösteriyordu.
Kapıdan evin güneye bakan kısmına doğru geniş bit hol uzanıyordu. Açık renkli ahşap zemini ve buz beyazı duvarlarıyla aydınlık ve havadardı. Sağ taraftaki duvarda koyu renkli iki ahşap kapı gömülüydü; bir yatak örtüsünün üzerindeki domino taşlarını andıran kapılardan biri duvarın ortasında, diğeriyse sonunda yer alıyordu. Sol tarafta, Oskar’ın yönlendirmesiyle yapılmış tadilatın kanıtları bulunuyordu: geniş mutfakla yemek alanını holden ayıran uzun cam bir bölme. Holün sonu, tek bir basamakla inilen oturma bölümüne açılıyordu. Açık renk ahşap döşemeler odanın her köşesine uzanıyor ve desteksiz bir duvarın yerine yerleştirildiğini tahmin eniğim cam bölme, oturma alanının uç duvarını kaplayan ve güneye bakan kocaman pencerelerden süzülen kristal huzmeleri mekânın her yerine güzelce yayıyordu.
Para ve zevk, bu mekânın potasında buluşturulmuş ve yüceltilmişti. Ahşap, çelik ve cam, tepkimeyle şekillenen simyanın bileşenleriydi.
Ağırlık ve güvenliğin yarattığı o tatmin verici gümbürtü eşliğinde kapıyı arkamdan kapattıktan sonra holün sonuna yürüdüm. Oturma odasının -oturma alanı mı, mekânı mı demeli?- ortasında bir kanepeyle iki koltuk bulunuyordu, hepsi de kutu şeklinde siyah deri ve kromdandı bunların; merhum bir İsveçli mimarın tasarımı. Doğu duvarı, çoğunlukla kitaplarla dolu ama bazı objelerle de çeşni katılmış büyük bir kitaplıkla kaplıydı. Mutfak baştan başa alüminyum ve çeliktendi. Her şey ithal malı olmalı, diye düşündüm, havaalanında gördüğüm yerli eşyaları hatırlayarak. Mutfakta bir masa ve üç sandalye vardı. Ne kadar sık konuk ağırlıyordu acaba Oskar? Üniversitedeyken bizi nadiren ağırlar ama iyi ev sahipliği yapardı. Krediyle geçinen bizlerin gücümüzün ötesinde restoranları yeğlerdi. Mutfak bir çalışma alanı olmaktan çok bir tasarımcının kataloğundan fırlamış gibi görünüyordu. Her şey, her yer kusursuz bir şekilde düzenliydi. Özenle düzenlenmiş bir kavanoz dolusu ince dal vardı mutfak masasında; bir İkincisi de otel tarzı yerleştirilmiş dergiler yelpazesini —New Yorker, Time, Economist (bir aydan daha eski), Gramophone- üzerinde taşıyan cam sehpanın üzerinde duruyordu. Üç büyük pencereden ortadakmin altında, küçük bir masada başka dallar ve dört gün öncesinden kalma bir International Herald Tribüne vardı.
Ellerimi, sanıyorum yerimi sahiplenircesine, belime koyarak nefesimi verdim, rahatlama ve kavuşma, aynı zamanda da hayranlık ifâde eden bir iç çekişti bu. Gerçeklerin beklentiye, bir insanın da kategorisine tıpatıp uyması, son derece memnuniyet vericidir. Oskar’ın evinin kafamdaki hayaline neredeyse birebir uyuyordu burası – o tanıdığım kişiliğin doğal ortamı olduğu apaçıktı. Birçok dil bilen Oskar. Tasarıma, modernliğe ve aşırı sadeliğe değer veren Oskar. Evi oluşturan alanlar, hava milleriyle ölçülmüştü, içerideki hava, bin adet San Pellegrino kasasında, hava kabarcıklarına sarılı olarak gelmişti. Çivilenmemiş, manikürlenmişti güzel ahşap yer döşemesi. Bir tek piyano eksikti.
Oskar’ın müzisyen olduğunu bilmeseydim bile duvarlar boyunca sade, cam çerçevelerde zevkle asılmış siyah-beyaz fotoğraflardan bunu anlamak kolay olacaktı. Oskar piyanoda, Oskar elinde orkestra şefi değneğiyle, genç Oskar, tanımadığım daha yaşlı bir adamla el sıkışırken, Oskar ödül alırken, Oskar… Oskar benimle birlikteyken. Dördümüz, mezuniyetimizden kısa süre önce üniversitedeyken. Daha gür, daha siyah saçlar, göbeksiz halimiz. Bambaşka bir ben. Fotoğrafın çekilme nedenini anımsamaya çalıştım. Aklımdan uçmuş.
Ve… Oskar’ın eşinin hiç fotoğrafı yoktu. Piyano da yoktu, ödül de. Garip.
Açtığım ilk kapı -geniş pencerelere en yakın olanı- bu gizemin bir kısmını çözdü. Daire, apartmanın köşesindeydi, girdiğim oda da evin köşesinde yer alıyordu. Güneye bakan iki tane daha pencere, esas alandan başlayan sıranın devamıydı, batıya bakan duvarda da bir pencere vardı ve bu yüzden de her bir köşeyi ve toz zerresini açık seçik gözler önüne seren ışık -toz zerreleri bile tertipliydi, uçuş rotaları Tahrandan Los Angeles Uluslararası Havalimanına yapılan bir gece uçuşu misali kontrollü ve düzenliydi- büyük piyanonun yüzeyini kırağı gibi kaplamış, siyah verniği dişçi reklamlarındaki dişler kadar beyazlaştırmıştı. Köşenin köşesinin köşesindeki büyük piyano, dairenin en uç kenarına itilmişti. Biraz daha ileri itilmiş olsaydı, dışarıdaki kavşağın kaldırımında duruyor olacaktı. Mutfağın aksine, bu odada gerçek bir üretkenlik havası vardı. Duvarlardan birisi raflarla doluydu; klasörler, CD’ler, plaklar, kaseder, yığınlarca nota kâğıdı, çerçevelenmiş sertifikalar, (yine) fotoğraflar, takdirnameler, diplomalar, nişan ve ödüller sistematik bir biçimde bu raflara istiflenmişti. Bir yaşamın özeti. Güneye bakan iki pencereden yakın olanının altında, köşeleri deriden sumeniyle, üzerinde kalem ve kurşunkalem kavanozları ve İki deste kâğıt -birisi düz, diğeri müzik notaları yazmak için çizgili- bulunan bir yazı masası vardı. Masanın yanında, iptal edilmiş bir İskandinav uzay programının ürününe benzeyen büyük bir müzik seti duruyordu.
Burada, bu sonsuz, mecburi başıboşluk zamanında, oturup yazmak istedim. Londra’dayken, gitgide, elimde olmadan yazamaz olmuştum; Clapham’da bodrum katındaki dairemin manolya renkli dört duvarı da sesimi kesivermişti. O duvarlar yokken ne durdurabilirdi ki beni? Burada kalmayı planladığım üç hafta ila bir aylık sürede oturup bir kitap yazabilir miydim acaba? Belki evime geri döndüğümde bile bu ilham benimle kalırdı. Eğer yazabileceğim tek bir yer varsa o yer burasıdır işte, diye düşündüm. Londra’da boğulurken yaratıcılığa en uygun ortamı düşlerdim sık sık ve o ortam şimdi içinde bulunduğum oda gibi görünürdü her zaman. Oskar ın yetenek ve yaratıcılığıyla dolmuştu burası. Mükemmel bir yerdi. Kısa öyküler, oyunlar, hatta belki de bir romanın başlangıcını düşleyebilirdim burada. Bana okul zamanlarını çağrıştıran kollu kalemtıraşlardan biri yazı masasının sol kenarına tutturulmuştu. Kalemtıraşın hemen altında çelik bir çöp tenekesi vardı. Çöp tenekesine bakınca kurşunkalem kırpıntıları ve buruşturulmuş bir tramvay tarifesiyle -şaşırtıcı bir ihmalkârlık!- ödüllendirildim. Çöplük. Hatta herkesin görebileceği yerde bırakılmış döküntüler. Oskar işi salıvermişti besbelli. Onun gibi saplantılı bir tip… Brian Sewell’i Britney Spears konserinde yakalamaya benziyordu bu.
Sanki çöpteki tramvay tarifesine uygun olarak harekete geçirilmiş gibi, aşağıdaki caddeden gürüldeyerek bir tramvay geçti bir anda. Oskar Tramvay Tarifeleri Üzerine Varyasyonlar adlı bir parça yazmamış mıydı? Hafızamla gururlanarak piyanoya doğru ilerledim, kapağını açtım. Bu hareket, bir kâğıt parçasının esintiyle sürüklenerek birdenbire yere arabesk bir iniş gerçekleştirmesine neden oldu. Oskar kâğıdın üzerine sivri ve süslü bir el yazısıyla şöyle yazmıştı:
I.ütfen piyanoyla OYNAMA.
Piyano çalmayı bilmediğim için bunu uygulamak kolaydı. Parmaklarımı tuşların üzerinde yavaşça, saygıyla gezdirdim. Nikotinliymiş gibi sarımtırak bir beyaz ve sıfatlarla tanımlanamayacak, sade bir siyah renkten oluşuyorlardı. Kahverengi- mavi-siyah siyahı. Ama tam olarak öyle de değil. Piyano cahillerinin piyano tuşlarıyla amaçsızca oynamaya giriştiklerinde tıngırdattıkları o iki tiz notayı tıngırdattım.
Klasörlerin hepsi Oskar’ın sivri, siyah el yazısıyla adlandırılmıştı. Solo #2, Kamp ’00-’02, Halle Ağust. ’01, Karışık ’04. Her biri tıklım tıklım doluydu… hayır, tıklım tıklım yanlış bir sözcük. Her birinde özenle düzenlenmiş spiralli kâğıt tomarları, gazete kesikleri, ince dosyalar, notalar, mali evraklar, yolculuk belgeleri ve otel faturaları vardı, sanki bir vazoya kusursuz bir nizamla çiçek yerleştirmişti. Düzenli Oskar. Düzenli müzisyen Oskar.
Fotoğraflar; Oskar tanımadığım insanlarla, papyon kravatlar, fraklar.
Çantalarımın hâlâ kapının yanında durduğunu ve onları boşaltmam gerektiğini hatırladım. Henüz açmadığım kapı yatak odasınınki olmalıydı. Seyahat çantamı sol elimle tutup el valizimi sağ elimin yüzük ve serçeparmaklarına asarak geriye kalan iki parmak ve başparmağımla kapı kolunu çevirmemin gerektiği karmaşık bir eyleme döndü bunu açmak.
Size doğru ilerleyen pençelerin zeminde çıkardığı seste ve sıçrayan bir hayvanda ilkel bir yan vardır. Beynin kertenkele köküne doğru bir şeyler ateşler, emniyet mandallarını salıverir, hayatta kalmak amacıyla tasarlanmış ve çoğunlukla gereksiz olmasına karşın hâlâ işlevselliğini koruyan bir tepkiyi tetikler; hayvan zihninde çalışır durumda bulunan bir Betam aks video kaydedici. Savunmasız bir salgı bezine bağırarak içki sipariş eden saldırgan bir hödük gibi o gereksiz mesajını gönderdi işte: Ftçt bardakta adrenalin çek, acele et orospu\ İki adet tüylü şimşek, kedigillerden iki adet dayanılmaz ok, ayaklarımın arasında!) oturma odasına doğru gümbürtüyle geçerken elimde olmadan gerginleştim. Cro-Magnon korkum, durduk yere, davetsizce ortaya çıkıp aptalca ve utanç verici bir ter basmacı olarak gösterdi kendini.
Ah, diye düşündüm, kediler. Oskar kedilerden söz etmişti, işte buradaydılar veya daha doğrusu, nereye gitmişlerse otada. Kedilerden korkmak mı? Ama korku değildi ki bu, sadece şaşırmış, hazırlıksız yakalanmıştım, yalnızca bir şok. Aynca, diye düşündüm, beynimin hepten daha yeni bir bölümüne başvurarak, onların beni şaşırttığını kimse görmedi ki.
Sorun yok öyleyse.
Onların sevgilerini daha sonra kazanabilirdim. Şimdilik, yatak odasına yürüdüm ve çantalarımı beyaz çarşaflı çift kişilik geniş yatağın yanma bıraktım. Görülecek daha az şey vardı burada; başlıca özellikleri yatak, bir koltuk ve büyük, sabit bir dolap. Kreme çalan beyaz yastıklı koltuk, sade hasırdandı; esas oturma alanı kadar soğuk ve modern olabılecek bir odaya rahat bir yuva havası katmak için oraya konulduğu belli olan bir eşyaydı. Acıklı bir beyhudelik havası t ışıyan, oturulmak için tasarlanmış ama hiç oturulmamış, yalnızca üzerine giysiler asılan bir dekor olma hakaretine uğramış koltuklardandı.
Mobilyalar böyledir. Amacına göre kullanılıp zevk alındıkça bu deneyimi özümser vc ortama yansıtır ama yalnızca uyandırdığı etki için alınıp da bir köşeye atılırsa melankolik titreşimler yayar. Müzelerdeki eşyalar (“BU KOLTUĞA OTURMAYINIZ”), tarif edilemeyecek kadar trajiktirler, tıpkı bir yanlılar evinin ziyaret edilmeyen sakinleri gibi. Akortsuz kemanlar ve savaş sonrasının banliyö meyhanelerine “karakter” katmak için kullanılan kalın ciltli kitaplar, hayvanat bahçesinde kafese kapatılmış pumalar gibi, kendilerine zorla yüklenmiş rollerine huzursuzca kısılıp kalırlar. Kıymet bilen ziyaretçilere cömert ziyafetler sunmak için asla kullanılmamış ya da çok ender kullanılan malikâne mutfakları içine kapalı ve soğuk olur. Tıpkı buradaki gibi.
Maddesel varlıkların bu garip psikolojisinin başka bir göstergesi de vardı yatak odasında, yatağın yanlarında duran iki küçük komodinin pencereye yakın olanı bir lamba, üst üste konulmuş üç kitap, küçük bir not defteri ve küçük bir taş heykelcik taşırken öteki masanın üzeri diğerinde duranın aynısı olan bir lamba dışında bomboştu. Bu nedenle, hangi tarafta Oskar’ın, hangisinde, yakın zaman öncesine kadar, eşinin yattığı belliydi.
Bu düşünceler, artan bir sıkıntının göstergesi değildi. Tam tersine. Kocaman gülümsüyordum ve giderek genişliyordu gülüşüm. Oskar’ın davetini kabul ederek yazmak ve esinlenmek için buraya, bu kente gelmiştim ve bu alışılmadık çevrede, bu kadar kısa bir sürede, şimdiden kendimi daha yaratıcı hissettiğim ve ayrıntılara karşı sezgilerim böyle bir yoğunlukta olduğu için heyecanlanmıştım – hatta coşkuya yakın bir duyguydu hissettiğim. Bu sevinçten uçma hissi bundan sonraki keşfimle daha da arttı. Yatak odasının boyutları üç geniş pencere gerektiriyordu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSakın Yere Bir Şey Dökme
- Sayfa Sayısı264
- YazarWill Wiles
- ÇevirmenGül Greenslade
- ISBN9786056468629
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviKoton Kitap / 2014-06
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendinden Kaçamayanın Öyküsü ~ Hans Fallada
Kendinden Kaçamayanın Öyküsü
Hans Fallada
Hans Fallada’nın talihsizlikler, buhranlar ve psikolojik sorunlarla örülü gençliğinin dip noktasından günümüze seslenen Kendinden Kaçamayanın Öyküsü başlıklı öykü seçkisi, yazarın dünya çapında üne kavuşana ve çağdaş...
- Soğuk Ter ~ Pierre Boileau, Thomas Narcejac
Soğuk Ter
Pierre Boileau, Thomas Narcejac
Pierre Boileau ve Thomas Narcejac ikilisinin 1954’te Ölüler Arasından başlığıyla yayımlanan bu klasik kara romanı, gerilim filmlerinin büyük ustası Alfred Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’ya...
- Böyle Bitti ~ Eva Dolan
Böyle Bitti
Eva Dolan
Üç yüz kişiydiler. Geriye sadece altısı kaldı… Bir zamanlar ailelere, arkadaşlara, çocuklara, sevgiye ve hayata ev sahipliği yapmış bu bina şimdilerde kaderine terk edildi....