Yolda yürürken birden arkadaşınız, kardeşiniz, anneniz, babanız seslenir ya… “A, yıldıza bak!” Kafanızı kaldırır, diğerlerinden farklı bir parıltı ararsınız ki zaten hemen gözünüze çarpar. İşte o, ışıldadığında herkes tarafından fark edilen ama ender görünen bir yıldız… Onu görmek ne mutlu, ne mutlu! Bugün biz de öyle bir mutluluk ve heyecan içindeyiz. Aziz Ünal Rutkay ile, yani sizlerin bildiği adıyla Rutkay Aziz ile buluşmaya gidiyoruz. “Hazırlıklarımız tamam mı acaba?” diye telaşlıyız. “Aman canım, ne var bunda? Bir kayıt cihazı, bir fotoğrafçı ya da kameraman, bir de konuk…”
Söyleşi deyince akla bunlar geliyor, değil mi? Oysa lezzetli bir söyleşi hazırlayabilmek için, hele bir de kitap olacaksa bu, yoğun bir hazırlık gerekiyor. Konuğunuzu tanımak, anlamak, kimi zaman onu doğru sorularla yönlendirebilmek… Önceden çıkmış söyleşileri okumak, soru soracağınız kişinin duygu ve düşüncelerine hâkim olmak. Doğru soruyu bulmak, yanıta dair kafanızda kimi seçeneklerin olmasıyla mümkün.
Soru sorduğunuz kişinin ne yanıt vereceğini bilemezsiniz ama seçenekleri tahmin edebilirsiniz. Bu da sizin daha keyifli bir söyleşi yapmanızı sağlar. “Söyleşi yapan bir gazeteci ya da yazar için en korkutucu şey nedir?” diye sorsam… Kiminiz, “soruları unutmak” der, kiminiz de “konuğun sorulara yanıt vermemesi” der. Ben bunların hepsine hazırlıklı olabilirim, üstesinden de gelebilirim ama bir şeyi hiç istemem… Bakın şimdi yazarken bile mideme kramplar giriyor. Ses kayıt cihazının söyleşi esnasında çalışmaması! Gazetecilik yaptığım yıllarda, şu anda da görevde olan bir bakanla söyleşi yapıyordum. Ses kayıt cihazının çalışmadığını söyleşinin 30. dakikasında fark ettim. Bunu sayın bakana söyleyemezdim. Söyleşinin kalan bölümünde öyle sorular sordum ki aslında ilk bölümde sorduklarımın da yanıtı oldu. İşte, doğru soruları sormak çoğu zaman hayat kurtarır. Ben yine de tedbiri elden bırakmadım ve şu an okuduğunuz söyleşiye tam üç kayıt cihazıyla gittim. Fotoğraf sanatçısı Servet Dilber de taşımakta zorlandığı malzemeleriyle İstanbul, Gümüşsuyu’na geldi. Bir anda ikimiz birbirimize seslendik, “Bak, işte orada!” Atatürk’ü oynama onuruna erişmiş, onlarca oyun sahnelemiş, nice ödüller almış, binlerce kez sahneye çıkmış bir usta sanatçı karşımızdaydı. Gökyüzünde bir yıldız gibi parladı.
Öncelikle çocukluğunuzdan ve ailenizden başlayalım. Dört beş dil bilen bir babanız var; sinemadan mühendisliğe pek çok alana hâkim. İlgili de bir anneniz var… Böyle bir ailede büyümüş olmak, sanat yaşamınıza ne gibi katkılar sağladı?
Sanat hayatımda ailemin desteği elbette ki önemliydi. Annem sanatla yakından ilgili bir kadındı. Babam da girişimci ruhlu, maceraperest birisiydi. Mesela amcamla birlikte Şehitler Kalesi adında, Kore’de savaşan Türkleri anlatan bir film yaptı. Amcam büyük bir yapım şirketi kurarak daha sonra kimi arabesk filmlerin de yapımcısı oldu. Babamla amcam o dönemde tartıştılar ve babam Eti Film diye bir şirket kurdu. Bu şirketle birlikte Safiye Sultan adlı Türk-İtalyan ortak yapımı bir film çekti. O dönemde Türkiye’de pek görülmemiş bir girişimdi bu. O film nedense yasaklandı. Neden yasaklandığını da babam bize hiç anlatmadı. Çok enteresan,serüvenci bir adamdı. Babam ve annem, beni ve abimi her pazar günü Tepebaşı Dram Tiyatrosuna* çocuk oyunu izlemeye götürürdü. Çok da severdik oyunları izlemeyi. Ama ben ilk başta tiyatrocu olmayı, sanatla ilgilenmeyi hiç düşünmemiştim. Avusturya Lisesinde tiyatro kolu vardı ama o dönemde okurken pek ilgimi çekmediği için tiyatro koluna girmeyi aklımın ucuna bile getirmemiştim. Ben daha ziyade politikayla uğraşmayı düşünüyordum. Bakırköy Lisesine geçtim daha sonra. Bu okula geçişim hayatımda bir kırılma noktasıdır. Orada felsefe hocamın da yönlendirmesiyle tiyatroya başladım.
Öğretmenin sizde bir şeyleri görmesi, fark etmesi yönlendirmesi ne kadar önemli, değil mi?
Tabii ki öyle. Öğretmenimin yönlendirmesiyle tiyatroya başladım. Öğretmenlerin hakkı ödenmez. Genç arkadaşlarıma öğretmenlerine sevgi ve saygı göstermelerini öneririm. Bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde öğretmenler çok merkezî bir yer tutardı. İlkokul öğretmenimi bile hâlâ anımsarım. Hepsini sevgiyle ve saygıyla anarım, onları kalbimde yaşatırım.
Siz Bakırköy Lisesindeyken bir gazetenin liseler arası yarışmasına giriyorsunuz, yarışmada çok değerli jüri üyeleri yer alıyor. Bu yarışma da dönüm noktalarından biriydi, değil mi?
Çok eğlenceli bir anı bu aslında. Korktuğum için tiyatrocu oldum desem… İlginç, değil mi? Tiyatroya adım atmam şöyle oldu. Felsefe hocamız, psikoloji ve felsefe derslerimize giriyordu. Bir gün benden Cevat Fehmi Başkut’un Göç adlı oyununda oynamamı istedi. Önce itiraz ettim. “Oynamam,” dedim. “Neden oynamıyorsun?” diye sordu. “Oynamam,” deyip yine reddettim. O sırada münazara kolu başkanıydım, başka konularla ilgileniyordum. Hocamız, “O zaman seni psikoloji ve felsefeden sınıfta bırakırım,” dedi. Ben de o öyle deyince korktum ve oynamaya karar verdim.
Korkutucu bir yanıt olmuş gerçekten…
Öyle ama aslında şaka yapıyordu tabii. Işıklar içinde uyusun öğretmenimiz. “Peki, o zaman,” dedim, “replik nedir?”Meğer tek söyleyeceğim şuymuş: “Tuh, Allah kahretsin!” Tüm konuşma bu kadarmış. Ben de, “Tuh, Allah kahretsin, oynayayım bari,” dedim.
Sonra?
Sonrası daha acayip. Oyunun sahneleneceği gün başrol oyuncusu hastalandı. Bu yüzden başrol de bana kaldı. Oynadım ve yarışmada ödül aldım. Derken tiyatroyu sevdik işte… Belki de alkışları sevdik.
Aileniz tiyatroya yönelmenizi nasıl karşıladı?
Babam beni çok seyredemedi. Annem daha çok seyretti. O yıllarda ikisi de hep yanımda oldu ve beni destekledi. Bu sırada ben okumaya hep devam ettim, okullarımı hiç ihmal etmedim. Sonra üniversitede gazetecilik bölümünü kazandım, orada okurken de tiyatroyla ilgilenmeye devam ettim. En iyi erkek oyuncu seçilince LCC (Language and Culture Center) adlı bir eğitim kurumundan burs kazandım. Buradaki eğitmenlerimiz arasında Muhsin Ertuğrul, Ayla Algan gibi isimler de vardı. Onların eğitiminden geçme şansına sahip oldum. Kendimi bu anlamda şanslı hissediyorum.
Avusturya Lisesinde okuduğunuz için Almanca biliyorsunuz, değil mi? Dil eğitimi önemli mi tiyatro için?
Tabii ama sonrasında Türk okuluna gidince pratiğimiz azaldı. Bence yabancı dil bilmek gerekli. Bir dönem diplomaside Fransızca en geçerli dildi. Mimarlıkta ve mühendislikte Almanca öne çıkıyordu. İngilizce için de dünya dili diyebiliriz. Sanatla ilgilenen kişilerin dünyaya açık olması gerektiğini düşünürsek dil eğitimi almayı önemsemeleri gerektiğini düşünüyorum.
İngilizce öğrensem ne iyi olurdu, dediğiniz bir röportajınızı okudum.
Tabii, şimdi de diyorum. Keşke o dönem İngilizce de öğrenseydim. O günlerde tiyatro kolu başkanı seçilmiştim LCC’de. “Bir oyun seç,” dedi hocamız. Ben de Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü adlı oyununu seçtim. Çok ağır bir oyundu. Başrolü oynadım ve ödül aldım. Daha sonra, 1985 yılında Satıcının Ölümü beyaz perdeye uyarlandığında ünlü oyuncu Dustin Hoffman başrolü oynamıştı. O günlerde Dustin Hoffman’ı izleseydim çekinir ve o rolü oynamazdım. Çünkü Hoffman harika oynadı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hitabet-Söyleşi
- Kitap AdıSahnede Yaşamak - Rutkay Aziz ile Söyleşi
- Sayfa Sayısı72
- YazarBarış İnce
- ISBN9786052858790
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyaya Geldim Gitmeye ~ Kemal Sayar, Sadettin Ökten
Dünyaya Geldim Gitmeye
Kemal Sayar, Sadettin Ökten
Bu toprakların derin bilgeliği, bugünü yeniden inşa etmekte bize nasıl bir yol gösterebilir? Gönül, “Çalab’ın tahtı”dır, ses verir; yeter ki biz onun fısıltısını işitelim....
- Neşet Ertaş Kitabı ~ Bayram Bilge Tokel
Neşet Ertaş Kitabı
Bayram Bilge Tokel
Bu çalışmanın, bütün mesaisini ucuz yoldan para kazanmaya, kısa yoldan şöhret olmaya harcayan bazı ‘gazeteci – yazarlar’ın yaptıklarıyla elbette bir ilgisi yok. Hani kahramanları...
- Kelimeler ve Kader ~ Esra Yalazan
Kelimeler ve Kader
Esra Yalazan
Esra Yalazan, kahramanlarının kaderini yazan, ama kendi kaderini tayin edemeyen yazarların hikâyelerinde dolaşırken, bu serüvene sadece kendi sesini, hayallerini, hatıralarını mı ekliyor? Yoksa hükümranı...