Bayan Miranda Cheever, henüz on yaşındayken, muhteşem güzelliği dair hiçbir iz taşımıyordu. Taaki, yakışıklı ve gösterişli Vikont Turner, onun bir gün büyüyüp çok güzel bir kadın olacağını söyleyene dek..İşte o zaman Miranda, bu adamı sonsuza dek seveceğini biliyordu..Oysa ilerleyen yıllar Miranda için ne kadar kolay olduysa, Turner için de o kadar acımasız olmuş, önemli bir kaybın altında ezilmiş, yalnız ve acı çeken bir adama dönüşmüştü.Fakat Miranda yıllar önce günlüğünün ilk sayfasına geçirdiği bu gerçeği asla unutmadı..Kaderi olan bu aşkın, parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermeyecekti.
***
GİRİŞ
Bayan Miranda Cheever, on yaşındayken o Muhteşem Güzellikten tek bir iz bile taşımıyordu. Saçları kahverengiydi – üzücü bir şekilde – gözleri de öyle. Aşırı uzun bacakları, zarafetten çok uzaktı. Annesi hep, o uzun bacaklarıyla evin etrafını arşınlayıp durduğunu söylerdi.
Ne yazık ki, Miranda’nın doğduğu toplumda bayanların görünüşüne çok önem verilirdi. Daha on yaşında olduğu halde, mahalledeki diğer küçük kızların çoğuna kıyasla çirkin kabul edildiğini biliyordu. Çocuklar genellikle böyle şeyleri öteki çocuklardan bir şekilde öğrenirdi.
Bu konu hakkında, Rudland Kontu ve Kontesi’nin ikiz çocukları, Leydi Olivia ile Bay Winston Bevelstoke’un on birinci doğum gününde, hiç hoş olmayan bir olay yaşanmıştı. Mirandalar’ın evi, Rudlandlar’ın Cumberland Göller Bölgesi, Ambleside dolaylarındaki, atadan kalma evlerinin bulunduğu Haverbreaks’e çok yakındı. Olivia ile Winston malikânedeyken, Miranda hep onlarla birlikte ders çalışırdı. Birbirlerinden neredeyse hiç ayrılmayan bir üçlü olmuşlardı. Aynı bölgede, birçoğu yaklaşık bir saatlik mesafede oturan öteki çocuklarla oyun oynamaya pek zaman ayırmazlardı.
Civardaki soyluların tüm çocukları, yılda yaklaşık on iki kez kadar, özellikle de doğum günü kutlamalarında, bir araya gelirlerdi. Leydi Rudland, bir keresinde bir leydiye hiç yakışmayacak bir çığlık atmıştı; çünkü ikizlerin bahçedeki doğum günü kutlaması yağmur yüzünden yarıda kesilince, on sekiz afacan, çamurlu ayaklarıyla oturma odasına dalmışlardı.
“Yanağın çamur olmuş, Livvy,” dedi Miranda, silmek için uzanırken.
Olivia derin bir iç çekerek, “En iyisi ben banyoya gideyim. Annem beni böyle görsün istemem. Çamurdan nefret eder, ben de onun çamurdan ne çok nefret ettiğini dinlemekten nefret ederim,” dedi.
“Halının her tarafı çamura bulanmışken senin yüzündeki birazcık çamuru sorun edeceğini sanmıyorum,” dedi Miranda ve bakışını, bir savaş narası ile kendini gülle gibi kanepenin üzerine fırlatan William Evans’a çevirdi. Dudaklarını bükmese, gülümsediği anlaşılacaktı.
“Mobilyalar da öyle.”
“Bence de, en iyisi gidip bu konuda bir şeyler yapayım.” Miranda’yı kapı aralığında bırakarak odadan dışarı çıktı. Miranda gözlemci olarak, her zamanki bulunduğu noktada bulunmaktan hoşnut bir halde bir süre olanları izledi. Sonra göz ucuyla birinin yaklaştığını gördü.
“Doğum günü için Olivia’ya ne getirdin, Miranda?”
Miranda dönünce, önünde Fiona Bennet’in durduğunu gördü. Pembe kuşaklı beyaz bir elbise giymişti. “Bir kitap,” diye yanıtladı Miranda. “Olivia okumayı sever. Sen ne getirdin?”
Fiona, cicili bicili boyanmış, gümüş şeritle bağlı bir kutuyu havaya kaldırdı. “Bir kurdele koleksiyonu, ipek, saten ve hatta kadife. Görmek ister misin?”
“Evet, ama ambalajı bozmak istemem.” Fiona omuzlarını silkti. “Tek yapacağın şeridi dikkatlice çıkarmak. Noel zamanı bunu hep yaparım.” Şeridi kaydırarak çıkardı ve kapağı kaldırdı.
Miranda nefesini tuttu. Siyah kadife kaplı kutunun içinde en az iki düzine kurdele vardı, her biri yay biçiminde kusursuzca bağlanmıştı. “Çok güzeller Fiona. Bir tanesine bakabilir miyim?” Fiona gözlerini kıstı. “Ellerimde hiç çamur yok. Gördün mü?” Miranda ellerini göstermek için havaya kaldırdı.
“Tamam, peki.”
Miranda uzandı ve menekşe renkli bir kurdele aldı. Saten, ellerinde baştan çıkarıcı bir yumuşaklık hissi bırakmıştı. Kurdeleyi işveyle saçlarına götürdü. “Nasıl oldu?”
Fiona gözlerini çevirdi. “Menekşe rengi sana yakışmadı, Miranda. Onun sarışınlar için olduğunu herkes bilir. Bu renk kahverenginin üzerinde neredeyse kayboluyor. Sen böyle renkleri kesinlikle kullanmamalısın.”
Miranda kurdeleyi ona geri verdi. “Kahverengi saça hangi renk uyar? Yeşil mi? Annemin saçları kahverengi, ben onun yeşil kurdele taktığını görmüştüm.”
“Sanırım yeşil kabul edilebilir ama o da sarı saçta daha iyi durur. Sarı saçta her şey daha iyi görünür.” Miranda, içinde bir öfke kıvılcımının yükselmekte olduğunu hissetti.
“Tamam, ama Fiona, bu durumda sen ne yapacaksın bilmiyorum çünkü senin saçların da en az benimki kadar kahverengi.”
Fiona öfkeyle geri çekildi. “Hayır, değil.” “Evet öyle!”
“Değil işte!”
Miranda öne doğru eğildi, gözlerini tehdit edercesine kısarak, “Eve gidince aynaya bir baksan iyi olur Fiona çünkü senin saçların sarı değil,” dedi.
Fiona, menekşe renkli kurdeleyi kutuya geri koydu. Kutunun kapağını çat diye kapattı. “Ama bir zamanlar sarıydı, oysa seninki hiç olmadı. En azından, benim saçlarım açık kahverengi. Herkes açık kahverenginin seninki gibi koyu kahverengiden daha iyi olduğunu bilir.”
“Koyu kahverengi saçın hiçbir kötü tarafı yok!” diyerek itiraz etti Miranda. Ancak, İngiltere’nin büyük bir kısmının onunla aynı fikirde olmadığını biliyordu.
“Bir de,” diye ekledi Fiona, haince, “Senin dudakların çok büyük.”
Miranda’nın eli uçarcasına dudaklarına gitti. Çok güzel olmadığını, şirin bile sayılmadığını biliyordu. Yine de daha önceden kimse dudaklarıyla ilgili bir şey söylememişti. Başını kaldırıp, yılışık yılışık sırıtan kıza bakarken, “Sen de çillisin işte!” diye patladı.
Fiona tokat yemiş gibi geri çekildi. “Çiller solar gider. Benimkiler de on sekizime girmeden kaybolacak. Annem her gece onlara limon suyu sürüyor.” Küçümseyerek burnunu kıvırdı. “Ama senin ilacın yok, Miranda. Sen çirkinsin!”
“Hayır, o çirkin değil!”
Her iki kız da sesin geldiği tarafa dönünce Olivia’yı gördüler, banyoda işini bitirip gelmişti.
“Ya Olivia,” dedi Fiona. “Yakın oturup, birlikte ders çalıştığınız için Miranda ile iyi arkadaş olduğunuzu biliyorum ama onun çok güzel olmadığını kabul etmelisin. Annem onun asla bir koca bulamayacağını söylüyor.”
Olivia’nın mavi gözlerinde adeta tehlikeli bir şimşek çaktı. Rudland Kontu’nun tek kızı her zaman vefalı biri olmuştu ve Miranda onun en iyi dostuydu. “Miranda senden daha iyi bir koca bulacak, Fiona Bennet! Onun babası bir baron, seninki ise sadece bir bay.”
“Güzelliği veya parası olmayan birinin, baron kızı olması fazla bir şey değiştirmez,” dedi Fiona, evde birçok kez duyduğu anlaşılan sözleri tekrar edercesine. “Miranda’da ikisi de yok.”
“Sussana sen, aptal bunak inek!” diye bağırdı Olivia, ayağını yere vurarak. “Bu benim doğum günü kutlamam ve eğer kibar olamıyorsan, bırakıp gidebilirsin.”
Fiona yutkundu. Annesi ve babası bölgenin en yüksek mevkideki insanları olan Olivia’yı gücendirmemesi gerektiğini biliyordu.
“Özür dilerim, Olivia,” diye mırıldandı. “Benden özür dileme. Miranda’dan dile.” “Özür dilerim Miranda.”
Olivia’nın tekmesini yiyene kadar sessiz kalan Miranda, “Özrünü kabul ettim,” dedi kinle.
Fiona başını salladı ve koşup gitti.
“Ona aptal bunak inek dediğine inanamıyorum,” dedi Miranda. “Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenmelisin, Miranda.”
“Sen gelmeden önce ayaklarımın üstünde bayağı iyi duruyordum, Livvy. Sadece senin kadar sesimi yükseltmiyordum.”
Olivia derin bir iç çekti. “Annem, kendimi bir gram tutamadığımı ve hiç sağduyulu olmadığımı söyler durur.” “Öylesin,” dedi Miranda.
“Miranda!”
“Doğru, öylesin ama yine de seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum, Miranda. O aptal bunak Fiona’yı dert etme. Büyüyünce Winston’la evlenebilirsin. İşte o zaman gerçek kardeş oluruz.”
Miranda’nın gözleri odayı dolaştı ve kuşkuyla küçük bir kızın saçını çekmekte olan Winston’a takıldı.
“Bilmiyorum,” dedi bir ikilem içinde. “Winston’la evlenmeyi istediğime emin değilim.”
“Saçmalama. Mükemmel olurdu. Ayrıca, bak, az önce Fiona’nın elbisesine içeceğini döktü.” Miranda gülümsedi.
“Benimle gel,” dedi Olivia, onun elini tutarak. “Hediyelerimi açmak istiyorum. Seninkini görünce en büyük çığlığı atacağıma söz veriyorum.”
İki kız odaya geri döndüler, Olivia ile Winston hediyelerini açtılar. Leydi Rudland, Şükürler olsun, saat dört olmadan bu tantana da bitti, diye geçirdi aklından. Bir tek çocuğu bile almak için uşakları gelmedi; Haverbreaks’e davet edilmek büyük bir onur kabul edildiğinden, çocuklardan hiçbirinin anne ve babası, kont ve kontes ile karşılaşma fırsatını kaçırmak istemezdi. Miranda’nınkiler de öyleydi aslında ama saat beş olduğu halde o hâlâ oturma odasında Olivia ile birlikte doğum günü ganimetini değerlendirmekle meşguldü.
“Annenle babana ne olduğunu kestiremiyorum, Miranda,” dedi Leydi Rudland.
“Ben kestirebiliyorum,” diye yanıtladı Miranda dikkatlice. “Annem, annesini ziyaret için İskoçya’ya gitmişti. Eminim babam da beni burada unuttu. El yazmaları üzerine çalıştığı zamanlarda bunu hep yapar. Yunancadan çeviriyor, biliyor musunuz?”
“Biliyorum,” dedi Leydi Rudland gülümseyerek. “Eski Yunanca,”
“Biliyorum,” dedi Leydi Rudland, içini çekerken. “Pekâlâ, senin bir şekilde eve gitmen gerekecek.” “Ben onunla giderim,” dedi Olivia.
“Senle Winston’un, oyuncaklarınızı kaldırmanız ve teşekkür notları yazmanız gerekiyor. Eğer o işi bu gece yapmazsanız kimin ne verdiğini unutursunuz.”
“Ama Miranda’yı evine bir uşakla gönderemezsiniz. Yanında konuşabileceği birisi olmalı.” “Ben uşakla konuşabilirim,” dedi Miranda.
“Evdekilerle hep konuşuyorum.” “Bizimkilerle olmaz,” diye fısıldadı Olivia.
“Onlar kolalanmış gibi katı ve sessizdirler, bana hep onaylamadıkları bir şeymişim gibi bakarlar.”
“Çoğu zaman öyle bakılmayı hak ediyorsun.” diye ekledi Leydi Rudland kızının başını okşayarak.
“Sana bir sürprizim var, Miranda. Niçin Nigel’e seni eve götürmesini söylemiyoruz?” “Nigel!”
Olivia bir çığlık attı. “Miranda, seni şanslı ördek.”
Miranda kaşlarını kaldırdı. Olivia’nın ağabeyi ile hiç karşılaşmamıştı. “Peki,” dedi yavaşça. “Nihayet onunla tanışacağım. Ondan o kadar sık söz ediyorsun ki, Olivia”
Leydi Rudland, onu çağırması için bir hizmetçiye seslendi. “Onunla hiç karşılaşmadın mı, Miranda? Ne tuhaf. Tabii, o genellikle sadece Noel zamanı evde oluyor, sen de aynı tatilde hep İskoçya’ya gidiyorsun. Onu ikizlerin doğum gününde eve getirtebilmek için kesmekle tehdit etmem gerekti. Kız annelerinden birinin onu on yaşındaki kızıyla evlendirmeye kalkmasından korktuğu için bu kutlamalara pek katılmak istemez.” “Nigel on dokuz yaşında, çok düzgün bir çocuk,” dedi Olivia. “O bir vikont. Bana çok benzer.” “Olivia!” dedi Leydi Rudland karşı çıkarak.
“Ama öyle, anne. Ben erkek olsaydım çok yakışıklı olurdum.”
“Sen bir kız olarak çok hoşsun, Livvy,” dedi Miranda sadakatle ve gözü, biraz da kıskanarak, arkadaşının sarışın perçemlerine kaydı.
“Sen de öylesin. Al, Fiona ineğinin kurdelelerinden seç bir tane. Bunların hepsi bana çok gelir nasılsa.” Miranda, Olivia’ya gülümsedi. Olivia öylesine iyi bir dosttu ki. Miranda kurdelelere baktı ve inadına, menekşe renkli, saten olanı seçti. “Teşekkür ederim, Livvy. Bunu pazartesi derslerinde takacağım.”
“Anne, beni sen mi çağırdın?”
Miranda kafasını derinden işitilen sesin geldiği tarafa, kapı aralığına doğru çevirdi ve nefesi kesilir gibi oldu. Hayatında gördüğü en olağanüstü varlık orada duruyordu.
Olivia, Nigel’in on dokuz yaşında olduğunu söylemişti ama Miranda onun artık olgun bir erkek olduğunu fark etti. Omuzları oldukça genişti, vücudu atletik ve sıkı görünüyordu. Olivia’nınkine göre daha koyu renkli olan saçlarında, güneşin altında geçirdiği zamanın izlerini taşıyan, altuni yollar oluşmuştu. Ancak, Miranda birden, onun en güzel yerinin gözleri olduğuna karar verdi; açık, uçuk maviydiler, aynı Olivia’nınkiler gibi. Haşarılıkla kırpışıp duruyorlardı.
Miranda gülümsedi. Annesi ona hep, kişinin ne olduğunun gözlerinden anlaşılabileceğini söylerdi; Olivia’nın erkek kardeşinin gözleri de çok güzeldi.
Vikont: Kontun altında, baronun üstünde bir soyluluk unvanı.
“Nigel, lütfen Miranda’ya evlerine kadar eşlik eder misin?” diye sordu Leydi Rudland. “Sanırım babasının bir işi çıkmış.”
Miranda, Nigel’in kendi adını duyunca niçin yüzünü buruşturduğunu merak etti.
“Tabii, anne. Olivia, kutlama iyi geçti mi?” “Olağanüstüydü.”
“Winston nerde?”
Olivia omuzlarını silkti. “Dışarılarda bir yerde, Bill Evans’ın ona verdiği palayla oynuyor.” “Gerçek bir pala değildir umarım.”
“Eğer öyleyse Allah yardımcımız olsun,” diyerek söze girdi Leydi Rudland. “Pekâlâ Miranda. Seni evine götürelim. Manton yan odada olacaktı.” Kapı aralığından kayboldu, birkaç saniye sonra, elinde Miranda’nın dayanıklı, kahverengi mantosuyla birlikte göründü.
“Çıkalım mı, Miranda?” O tanrısal varlık elini Miranda’ya uzattı.
Miranda mantosunun omuzlarını yerleştirdikten sonra elini ona verdi. Tanrım!
“Pazartesi günü görüşürüz!” diye bağırdı Olivia. “Fiona’nın dediklerine aldırma. O sadece aptal bunak bir inek.” “Olivia!”
“Ama öyle, Anne. Onu bir daha burada görmek istemiyorum.”
Olivia’nın erkek kardeşi, onu salondan çıkarırken Miranda gülümsüyordu, Olivia ile Leydi Rudland’ın sesleri gerilerde kalmıştı.
“Beni eve götürmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim, Nigel” dedi yumuşak bir sesle. Nigel yine yüzünü buruşturdu.
“Ben, ben özür dilerim,” dedi telaşla, “Size ‘Lordum’ demem gerekirdi, değil mi?”
Olivia ile Winston sizden sürekli ilk adınızla söz ettikleri için, ben – ” Zavallı gözlerini yere doğru çevirdi. Onunla birlikteliğinin daha ikinci dakikasında gaf yapmıştı.
Nigel, Miranda’nın yüzünü görebilmek için çömeldi. ” ‘Lordum’ konusunda üzülme, Miranda. Sana bir sır vereyim.”
Miranda’nın gözleri büyüdü ve sanki nefes almayı unutmuş gibi onu dinlemeye başladı. “Ben adımdan nefret ederim.”
“Bu pek de sır değil. Nig – yani Lordum, yani her ne şekilde hitap etmemi isterseniz. Anneniz adınızı her söylediğinde yüzünüz buruşuyor.”
Bu söz üzerine Nigel ona bakıp gülümsedi. Bu küçük kızı, yüzünde aşırı ağırbaşlı bir ifadeyle boyun eğmez kız kardeşiyle oynarken gördüğünde, sanki kalbini bir şeyler çekiştirmişti. Komik görünümlü küçük bir yaratıktı ama duygulu kocaman gözlerinin çok sevecen bir yanı vardı.
“Size nasıl hitap edebilirim?” diye sordu Miranda.
Bu doğrudan tavır gülümsemesine neden oldu, “Turner.”
Miranda bir an cevap vermemeyi düşündü. Gözlerini kırpmak dışında, bütünüyle kımıltısız duruyordu. Sonra sanki nihayet bir karara varmışçasına şöyle dedi, “Güzel bir isim – Biraz tuhaf ama ben hoşlandım.”
“Nigel’dan çok daha iyi, sence de öyle değil mi?”
Miranda başını salladı. “Bu ismi siz mi seçtiniz? Hep insanların adlarını kendilerinin seçmesi gerektiğini düşünürüm. Çoğu insan sahip olduğundan farklı bir şey seçerdi bence.”
“Ya sen ne seçerdin?” .
“Emin değilim ama Miranda değil. Daha basit bir şey olurdu sanırım, insanlar bir Miranda’dan daha farklı şeyler bekliyorlar, beni görünce de, nerdeyse her zaman, hayal kırıklığına uğruyorlar.”
“Saçma,” dedi Turner kesin bir dille, “Sen mükemmel bir Miranda’sın.”
Gözlerinin içi güldü. “Teşekkür ederim, Turner. Size böyle hitap edebilir miyim?”
“Elbette. Fakat onu da ben seçmedim. Bu bir nezaket unvanı. Vikont Turner. Eton’a gittiğimden beri Nigel yerine bunu kullanıyorum.”
“Anladım. Bence size yakışıyor.”
“Teşekkür ederim,” dedi ciddi bir ses tonuyla, bu ağırbaşlı kız çocuğundan büyülenmiş gibiydi.
“Şimdi, elini tekrar bana ver de yola çıkalım,” dedi ve sol elini uzattı. Miranda sağ elindeki kurdeleyi hızla sol eline aldı.
“O nedir?”
“Bu mu? Kurdele. Fiona Bennet, Olivia’ya bunlardan iki düzine verdi, Olivia da bir tanesinin bende kalabileceğini söyledi.”
Olivia’nın, ayrılırken söylediği sözleri anımsayınca Turner’ın gözleri kısıldı.
“Fiona’nın sözlerine aldırma.” Kurdeleyi Miranda’nın elinden kaptı. “Bence, kurdeleler saça takmak içindir.” “Ama elbiseme uymaz ki,” dedi hafif bir itirazla. Turner bu arada kurdeleyi saçına bağlamıştı bile.
“Nasıl görünüyorum?” diye fısıldadı. “Harikulade.”
“Gerçekten mi?” Gözleri şüpheyle açıldı.
“Gerçekten. Menekşe rengi kurdelelerin özellikle kahverengi saç üzerinde iyi görüneceğini düşünürüm.” Miranda ona oracıkta âşık olmuştu. Hatta duyguları birden öylesine yoğunlaştı ki, bu güzel iltifatı için ona teşekkür etmeyi bile unuttu. “Çıkalım mı?” dedi.
Miranda, sesinin nasıl çıkacağından emin olamadığı için başını salladı.
Evden çıkıp ahıra doğru yöneldiler. “Atla gidebiliriz diye düşünmüştüm,” dedi Turner. “Arabaya binilmeyecek kadar güzel bir gün.”
Miranda yine başını salladı. Hava mart ayı için alışılmadık ölçüde ılıktı. “Olivia’nın midillisini alabilirsin. Eminim kızmayacak-tır,” dedi Turner.
“Livvy’nin midillisi yok ki,” dedi Miranda, nihayet sesine kavuşarak. “Onun artık bir kısrağı var. Benim de bir tane var. Biliyorsun, biz artık çocuk değiliz.”
Turner gülmemek için kendini zor tuttu. “Evet, çocuk olmadığınızı görebiliyorum. Ne kadar aptalım. Düşünmeden konuştum.”
Birkaç dakika içinde atları eyerlenmişti ve Cheever malikânesine doğru at sırtında on beş dakikalık bir yolculuğa koyuldular. Miranda bir süre sessiz kaldı; o kadar mutluydu ki, bu an sözlerle bozulamazdı.
“Kutlamada iyi vakit geçirdin mi?” diye sordu Turner nihayet. “Evet, genelde güzel geçti diyebilirim.”
“Genelde mi?”
Miranda’nın yüzünün ekşidiğini gördü. Belli ki o kadarını kastetmemişti. “Yani,” dedi yavaşça ve sonra devam etti; “Kızlardan biri bana kaba sözler söyledi de.”
“Yaa?” Aşırı sorgulayıcı olmaması gerektiğini biliyordu.
Haklı olduğu ortadaydı çünkü Miranda konuştuğunda, ağzından sözlerin kararlılıkla dökülmesi ve içtenlikle ona bakması, Turner’a kız kardeşini anımsatıyordu. “Fiona Bennet,” dedi oldukça mesafeli bir tavırla, “Olivia da ona aptal bunak inek dedi. Bu sözlere üzülmediğimi söylemeliyim.”
Turner yüzündeki ciddi ifadeyi korudu. “Bu sözlere ben de üzülmedim, şayet Fiona sana kaba şeyler söylediyse.”
“Güzel olmadığımı biliyorum,” diye patladı Miranda. “Birinin bunu bana söylemesi açıkça bayağılık demek istemiyorum ama son derece kaba bir davranış.”
Turner küçük kızı nasıl teselli edeceğinden emin olamadan uzunca bir süre ona baktı.
Güzel olmadığı doğruydu ve ona güzel olduğunu söylemeyi denese zaten o da buna inanmazdı ama çirkin de değildi. Sadece… pek özenilmeden yaratılmıştı.
Neyse ki Miranda’nın son yaptığı yorum onu bir şey söylemek zorunda kalmaktan kurtardı. “Saçımın kahverengi olması yüzünden sanırım.”
Turner kaşlarını kaldırdı.
“Hiç güzel görünmüyor,” diye açıkladı Miranda. “Gözlerim de aynı renk. Dahası olmam gerekenden yarım kat daha zayıfım, suratım çok uzun ve de çok solgunum.”
“Tamam, bunların hepsi doğru,” dedi Turner.
Miranda yüzünü ona çevirdi, gözleri irileşmiş, suratı üzgündü.
“Saçının ve gözlerinin kahverengi olduğu apaçık ortada. Bunu tartışmanın bir anlamı yok.”
Başını yana eğdi ve genç kızı incelermiş gibi yaptı. “Oldukça zayıfsın ve suratın biraz uzun. Solgun olduğuna da şüphe yok.”
Miranda’nın dudakları titreyince Turner onunla daha fazla dalga geçmemeye karar verdi. “Ama gerçek şu ki,” dedi gülümseyerek, “Ben şahsen kahverengi saçlı ve gözlü kadınları tercih ederim.”
“Dalga geçiyorsun!”
“Gerçekten ederim. Hep ederdim. Dahası, zayıf ve solgun olanlardan hoşlanırım.” Miranda şüpheyle ona baktı. “Ya uzun suratlılar?”
“Peki, bu konuda fazla düşünmediğimi itiraf etmeliyim ama uzun bir surat kesinlikle beni rahatsız etmez.” “Fiona Bennet dudaklarımın büyük olduğunu söyledi,” dedi neredeyse meydan okurcasına.
Turner gülümsedi.
Miranda derin bir iç çekti. “Daha önceden dudaklarımın büyük olduğuna dikkat bile etmemiştim.” “O kadar büyük değiller ki.”
Miranda ona temkinle baktı. “Bunları sadece beni rahatlatmak için söylüyorsunuz.”
“Seni rahatlatmak istiyorum ama bunları söyleme nedenim o değildi. Bir daha Fiona Bennet, sana dudaklarının büyük olduğunu söylerse, ona yanıldığını söyle. Senin dudakların büyük değil, dolgun.”
“Ne farkı var?” Miranda büyük bir ciddiyet ve sabırla onu inceliyordu.
Turner bir nefes aldı. “Pekâlâ,” dedi, duraksadı. “Büyük dudaklar çekici değildir. Dolgun dudaklar öyledir.” “Ya.” Sanki ikna olmuş gibiydi. “Fiona ince dudaklı.”
“Dolgun dudaklar ince dudaklardan çok çok daha iyidir,” dedi Turner üstüne basa basa. Bu komik küçük kızdan epey hoşlanmıştı ve onun daha iyi hissetmesini istiyordu.
“Neden?”
Turner, içinden Tanrı’nın adap ve erkân konusunda kendini bağışlamasını dileyerek yanıtladı, “Dolgun dudakları öpmek daha güzeldir.”
“Yaa.” Miranda kızardı ve sonra gülümsedi. “İyi o zaman.”
Turner saçma bir memnuniyet duygusuna kapıldı. “Ne düşünüyorum biliyor musun, Bayan Miranda Cheever?” “Ne düşünüyorsunuz?”
“Bence senin sadece büyüyüp kendini bulman gerek.” Bunu dediği anda pişman oldu. Şüphesiz ne kastettiğini soracaktı ve onu nasıl yanıtlayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu.
Ancak zamanından önce olgunlaşmış bu küçük çocuk, sadece başını bir yana eğdi ve onun söylediği bu laf üzerine düşünmeye başladı. “Umarım haklısınızdır,” dedi sonunda. “Şu bacaklarıma baksanıza.”
Turner, boğazından fışkıran bir kıkırdamayı temkinli bir öksürükle örtbas etti. “Ne demek istiyorsun?” “Yani, çok uzunlar. Annem hep bacaklarımın omuzlarımdan başladıklarını söyler.”
“Bana, belinin altından, tam da olması gereken yerden başlıyorlar gibi görünüyorlar.” Miranda kıkırdadı, “Mecazi anlamda söyledim.”
Turner ona göz kırptı. On yaşındaki bir kıza göre gerçekten iyi bir kelime dağarcığı vardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞahane Bir Kadının Gizli Günlüğü
- Sayfa Sayısı365
- YazarJulia Quinn
- ÇevirmenAyhan Akbaş
- ISBN9789944820981
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayınevi / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Wardstone Günlükleri – 10: Hayaletin Kanı ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 10: Hayaletin Kanı
Joseph Delaney
Kan Gövdeyi Götürüyor! “Uyarmadı demeyin, bu kitaplar gerçekten korkutucu.” The Times İngiliz yazar Joseph Delaney’in, milyonlarca okuru peşinden sürükleyen Wardstone Günlükleri serisinin onuncu kitabında Tom ve...
- En Karanlık Gece; Karanlığın Efendileri Serisi 1. Kitap ~ Gena Showalter
En Karanlık Gece; Karanlığın Efendileri Serisi 1. Kitap
Gena Showalter
EN KARANLIK GECELERDE SAKLANIR AŞK Showalter muhteşem bir yazar. -Karen Marie Moning Doğaüstü aşk romanlarının en önemli yazarlarından birisi. -Kresley Cole Güçleri İnsanüstü Tutkusu...
- Bedeli Ödenen Günahlar ~ David Baldacci
Bedeli Ödenen Günahlar
David Baldacci
Her insanın içinde uyanmayı bekleyen bir kötülük vardır… Avcıydık. Avımız ise tecrübeli bir caniydi. Yok ettiği o kadar çok insan, o kadar çok acı...