Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şah Mahmet
Şah Mahmet

Şah Mahmet

Adnan Binyazar

Kanlı bakışlarından korkup kaçacak delik aradığım Şah Mahmet benim geleceğimdi; büyüyünce benim de onunki gibi kan çanağı gözlerim, güldükçe parlayan altın dişlerim, kuşağımın arasından…

Kanlı bakışlarından korkup kaçacak delik aradığım Şah Mahmet benim geleceğimdi; büyüyünce benim de onunki gibi kan çanağı gözlerim, güldükçe parlayan altın dişlerim, kuşağımın arasından görünen tabancam, yastığımın altına yerleştirmeden yatağa girmediğim dua işlemeli kamam olacaktı… Ben de çöp sokup dişlerimi karıştıracak, dilimi dişlerime değdirip cıyk cıyk edecektim… Şah Mahmet’in öyküsü anlatıldıkça içimdeki ona ulaşılmazlık duygusu daha da derinleşiyordu.Şah Mahmet, okurunu sarsan, insanı yaşadığımız dünyanın en köklü sevgilerine, acılarına yaklaştırarak olduğu yere çivileyen, birbirinden güzel öyküleri bir araya getiren bir kitap. Edebiyatımızın usta yazarı Adnan Binyazar’ın Şairin Kedisi’nden sonraki ikinci öykü kitabı bu. Öykülerdeki kahramanları, sözgelimi Şah Mahmet’i, Nevriye’yi, başlı başına bir öykü kişisi kılınan “eller”i unutamayacaksınız. Bunların her biri aşkın, tutkulu cinselliğin, yalnızlığın, gençliğin beklentilerle dolu günlerinin ve yaşama sevincinin kahramanları…

İÇİNDEKİLER

Şah Mahmet …………………………………………………………………. 9
Uyku Güzeli………………………………………………………………… 29
Eller…………………………………………………………………………….. 47
Nevriye ……………………………………………………………………….. 75
Oy Nare……………………………………………………………………….. 95
Varoluşun Sesi…………………………………………………………… 119
Ölümün Sesi……………………………………………………………… 153
Sonsuzluk Tramvayı …………………………………………………. 171

ŞAH MAHMET

“… Bir zamanların tarçın gibi tatlı taze dilberi,
Şimdi saçı başı ağarmış,
daracık mezara girmekten korkan,
bağışlanmış iffetsiz sarkık vücutlu biri.”
James Joyce, Ulysses

On beş yaşlarında ayrıldığım Diyarbakır’a döndüğümde otuzumu bulmuştum. O uzun ayrılık günlerinde, içime çöreklenen gurbet sancıları yüreğimi delik deşik ederdi. Neresi olursa olsun, yüzlerce insanın gidip geldiği caddeler, çıplakların doluştuğu deniz kıyıları, orkestra çılgınlıklarının yaşandığı et kalabalığı… Dağkapısı akşamlarının hüzünlü şarkıları aklıma düşmesin, doğum ocağımın hasreti burnumda tüterdi.

Ah, o yaz akşamlarının Dağkapısı!..

Güneş, cami kubbelerinin kurşunlarını eriten kaynar kazanını söndürmüş, Diyarbakır akşamlarının taze tenleri okşayan serinliği Dağkapısı’nda esmektedir. Bir göz odalı evlerinde o saatlere kadar sıcaktan bunalan alnı döğmeli kadınlar, yanlarında sürükledikleri irili ufaklı çocukları, bağırtılı sesleriyle Dağkapısı’nın yolunu tutmuşlardır. İri kalçalarını sinemanın önündeki çimenliğe yayıp semaver kaynatacaklar, biçimli ağızlarıyla sakız çatlatacaklardır. Saçları katmer güllü utangaç kızlar, analarının kartal bakışlarından kaçırabilirlerse, sevdalılarına uzaktan göz süzeceklerdir. Çocuklar çimenler üzerinde itişip kakışırken, elleri darbukalı, utlu, kemanlı, cümbüşlü, tefli, klarnetli fasıl heyeti her zamanki yerini alacak, Diyarbakır’ın dingin göğünün altında sonu gelmez bir incesaz başlayacaktır. Akşamın mor aydınlığında açılıp saçılan kızların yüzüne sevdalı bir ay’ın şavkı vururken, öteden Şarkıcı Şemso’nun kavruk sesi duyulacak, Fiskayası’ndan Dicle’nin uzun vadisine akan bu ses yüreğimi dağlayacaktır…

Bu ne sevgi ah bu ne ıstırap,
Zavallı kalbim ne kadar harap…

Diyarbakır’a gelişimin ertesi günü, güneşin yamaçlarda can çekiştiği saatlerde, o şenlikli günlerin düşleriyle evden çıktım. Bir zamanlar sevdasıyla kavrulduğum Bınevş’lerin sokağına bile uğramadan, Dağ – kapısı’nın yolunu tuttum. Dörtyol’a gelmiştim ki, hiç aklımda yokken, evlerinde yıllarca kiracı kaldığımız Şah Mahmet sanki karşıma çıktı; “Oğlum, hoş gelmiş – sen, sefalar getirmişsen, vallah, Atiye Ablan seni evde bekli,” diye gözlerimden öptü, beni Saraykapısı’na yönlendirdi.

Saraykapısı’nın az aşağısında, oluklarından bel ka – lınlığında suların aktığı Arbedaş çeşmesinin tam karşısına düşen evde, Atiye Abla’nın eline doğmuşum ben. Sabaha karşı, anamın “Geliyor!” demesiyle, eline leğeni alıp koşmuş Atiye Abla. Anam, onun, kanlı ellerinde tuttuğu kıpkızıl et parçasını havaya kaldırıp, “Maşallah, maşallah, oğlun okur inşallah!” sesini duyduğunda her şey olup bitmişmiş. “İşte onca kolay doğurdum seni,” diye anlatırken, yanaklarında yeniaylar ışılardı anamın;

ve eklerdi;

“Sanki doğurmamışım; içinde ağladığını duydu – ğum leğen, Atiye Abla’nın daha kanı yunmamış ellerinde suyu ılık bir havuz olmuş, acısız sızısız bedenimi o havuzun sularına salmışım…”

Anam öyle söylüyor diye, doğum anama ben de Atiye Abla diyordum. Şah Mahmet’in dışında ona Atiye diyen yoktu zaten. Kendinden yaşlıların bile Atiye Abla’sıydı o. Atiye Abla, düşlemimde topuklara inen kızılkara saçlardı, süslü nalınların avlunun delikli taşlarında bıraktığı şuh tıkırtılardı, sigaradan kalınlaşmış buğulu sesti, yüz güzelliğini dilinin balı eyleyen söz ermişiydi, fal bakmanın umut kurgulayıcısıydı… Öyle güzel görünürdü ki gözüme, yalnızca güzel denilip geçilemezdi ona; Atiye Abla, güzelliğin anlamı idi. Sanırım, avlusuna doluşan kadınları, fal bakmasından, evinde ocağında ne varsa önlerine döküp yedirmesinden çok, bu “anlam” çekerdi.

Kan çanağı gözleri, ağzını tavanına kadar açıp esnediğinde on kat daha parlayan altın dişleri, ciğerinden sökün edip boğazında düğümlenen gevrek gülüşleri, Suriye işi kuşağının arasına soktuğu tabancası, üzerinde eski yazıyla üç dua kazılı uzun kamasını yastığının altına yerleştirmeden yatağa girmemesi, yemeklerden sonra eline bir çöp alıp dişlerini karıştırması, dilini dişlerine dokundurup cıyk cıyk sesler çıkarması… Şah Mahmet’i büyüttükçe büyütürdü gözümde. Kanlı bakışlarından korkup kaçacak delik aradığım Şah Mahmet benim geleceğimdi; büyüyünce benim de onunki gibi kan çanağı gözlerim, güldükçe parlayan altın dişlerim, kuşağımın arasından görünen tabancam, yastığımın altına yerleştirmeden yatağa girmediğim dua işlemeli kamam olacaktı… Ben de çöp sokup dişlerimi karıştıracak, dilimi dişlerime değdirip cıyk cıyk edecektim…

Şah Mahmet’in öyküsü anlatıldıkça içimdeki ona ulaşılmazlık duygusu daha da derinleşiyordu.

Ah, onunki nasıl bir öyküydü öyle…

Şah Mahmet, genelevde tanıdığı Atiye’ye ilk görüşte sevdalanmıştı. Öncesine ilişkin öyküsü olmayacak kadar genç Atiye’nin genelevdeki güneş görmemiş, duvarlarında rutubetten ürküntü veren desenler oluşmuş odasına girer girmez, “Atiye… Atiye… Sen benim helalim olacaksın; kalk gidiyoruz,” demişti. Atiye, genelev kadınlarında alışık olunmayan utangaç yüzünü kaldırıp onun kan çanağı gözlerine bile bakmadan, uzun ince parmaklarını Şah Mahmet’in avuçlarına bırakmıştı. Kimseye haber vermeden genelevin kapısından çıkarlarken, bir-iki kişi önlerine geçip bu ani gidişi önlemeye çalışmışsa da, Şah Mahmet’in belindeki tabancadan, öfke soluyan kanlı bakışlarından ürküp geri durmuşlardı. Şah Mahmet gibi bir aşiret ağasıyla dalaşmayı göze alamayan genelevin patronu Hımhım Ayşo, “Şah Mahmet… Şah Mahmet… Orospuyla evlenmek ölü eti çiğnemektir; ağzında gevelersin, lakin yutamazsın!” diye vecizesini oturtmuş, bir yönden de, pısırık, boynu bükük, odasından kimseyi memnun çıkarmayan Atiye’den kurtulduğuna sevinmişti.

Şah Mahmet, kafasında kırk yıllık orospu ile oynak bir kadının günahını terazinin aynı kefesinde tarttığından, genelev yaşamı ancak üç-beş gün süren Ati – ye’yi günahından arındırmadan koynuna sokmamıştı. Töreye uyarak, yedi gün, er sabahta Karacadağ’ın yolunu tutmuş, oradan tuluklara doldurup sırtında taşıdığı buz gibi suyla Atiye’yi kendi elleriyle yıkayıp, kendince günahsız kılmıştı.

Avluda Şah Mahmet’in öyküsünü duyduğumda, kadınla erkek arasında nelerin geçtiğini sezecek yaşlara gelmiştim. Gözlerine sabun kaçan çocuklarını bağırta bağırta yıkayan haşin anaları gözümün önüne getirir, bu kaba görünüşlü adamın, hem de dağlardan sırtında su taşıyarak, genelevden çıkardığı bir kadını kendi elleriyle yıkayacağını düşleyemezdim.

O yaşlarda, düşü de gerçeği de aşan öykülerin olduğunu nerden bilirdim…

Şah Mahmet’in üçüncü yıkama gecesinde, kimseyi kapısından boş çevirmediğini, onlara bulgur, pestil, kuru üzüm, soğan, tuz, ipek kozası verdiğini bilen mahallenin yobazları, evinin önünde topluca tekbir getirmeye kalkınca, Şah Mahmet pencerede görünmüş, “Günahımın hesabını öte tarafta ben vereceğim. Al – lah’ın beni bağışlayacağı içime doğmuştur. Hadi, yallah!” diye bağırıp onları kovmuştu. Aklı eksikliğinden dolayı mahallede adı “ermiş”e çıkarılan yobazların başı Topal Hırpo, “Şah Mahmet, kapısından adam kovmuştur; ağalığının asaletine leke sürmüştür!” diye söylenmişse de, sözü, estikçe toz kaldıran rüzgârlar arasında savrulup gitmişti.

Şah Mahmet, her yıkayışta, her gün beş vakit Al – lah’a açtığı ellerini, derinlerine işleyen kirlerden arındırmak için Atiye’nin en mahrem yerlerinde yedi kez gezdirmiş, dedesi zamanından kalma dualı altın tası uzatıp, “Atiye… Atiye… İşte atalarımdan bize kalan tek yadigâr! Rüyamda görmüşem, bu tası yedi kez suyla doldurup, yedi kez başından aşağı dökersen, Rabbim seni günahlarından arındıracaktır,” demişti. Atiye, gözlerinin arınık bakışıyla, altın tası buz gibi suyla doldurup yedi kez başından aşağı dökmüştü. Şah Mahmet, suyun Atiye’nin bedenini her yalayıp geçişinde çıkardığı iç okşayıcı sesi, sevgisinin onda yarattığı iç erince yormuştu.

Atiye ise, yedi gece, yıkanma boyunca; on dört-on beş yaş güzelliği, kenarında oturup iş işlediği durgun sularda dalgalanırken, gölgeliklerde beliren bir masal perisinin onu anadan üryan edip, başından aşağı ber – rak sular döktüğünü, suyun ışığında yüzlerce zar kanatlının oynaştığını anımsamıştı. Peri’nin döktüğü sularda güneşin yedi rengi böceklerin zar kanatlarından yansırken; gündüz gözü, güleç bir ay’ın, ağaçlar arasından, çıplaklığına baktığını görmüş, o günden sonra, her yıkanışta o da, ay’ın parıltılı gözleriyle, bedeninde gün gün irileşen memelerine, dizlerinin saydam derisine, omuzlarından düzgün inen şimşir kayganı kollarına, mercan tırnaklı küçük ayaklarına bakmıştı. Artık nerde yıkanırsa yıkansın, izbe bir bodrumda, ya da ağaçsız bir gün ortası düzlüğünde, ay’ın güleç bakışı gözlerinde toplanıyor, baktıkça derinliğini gördüğü çıplaklığının büyüsüne kapılıyordu.

Bunun itkisiyle, Atiye, Şah Mahmet’in elleri üzerinde dolaştıkça bedensel arınmaya uğradığını duyumsasa da, her yıkanışında gözünün önüne genç kızlığının güleç yüzlü ay’ı geliyor, o sırada kasıklarında duyduğu tatlı sızı onu kendinden geçiriyordu.

Şah Mahmet, arınma gecelerinden sonra yüzüne yaratanın şefkatiyle baktığı Atiye’deki bu tatlı sızıyı hiçbir zaman sezememişti. Olagelenler onun sezgi dün – yasının dışındaydı çünkü. Atiye yıkanmasını bitirip, bohçasında oradan oraya taşıdığı temiz giysilerini çıplaklığını daha da çıplaklaştıracak bir edayla giyerken, Şah Mahmet, onun üryan bedenine, bedenini daha da dirileştiren memelerine, bacaklarının arasına sıkışmış cinselliğine istekle bakmıştı. Bir an, Atiye’nin arınık bedeninin gizliliğine öyle bakmanın günahı beyninde zonklamış, onun hazdan eriyen dişiliğinin, beyninden içinin derinliklerine aktığı yanılgısına düşmüştü. Hayat denen şu anlamsız oyunda, güzelliğin de, sevilme duygusunun da bir yanılgı olduğunun bilincine ermemişti henüz Şah Mahmet. Atiye’nin içini erince boğan dişilik soluğuna bedeninde bir mekân ararken, o, pencerede yine ay’ı görmüş, bedensel hazları zehre çeviren bir korkuyla ürpermişti. Nasıl bir duyguydu ki bu, ay’ı öyle parlak görünce ürperiyor, görmeyince hüzünleniyordu. Artık biliyordu ki, ay, onun çıplaklığının sahibiydi. Bir gün, bedenini de, ruhunu da sevgisel hazların…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıŞah Mahmet
  • Sayfa Sayısı192
  • YazarAdnan Binyazar
  • ISBN9789750710294
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2009

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bozkır Aydınlığında Aşk ~ Adnan BinyazarBozkır Aydınlığında Aşk

    Bozkır Aydınlığında Aşk

    Adnan Binyazar

    “Ayrılış saati yaklaştıkça yüzü solgunlaşıyor, serçelerin ürkekliği ona geçiyordu. Az konuşuyor, ben de dalıp gidiyordum. Akşama doğru yüzündeki hafif makyaj da etkisini yitirince, artık...

  2. Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar ~ Adnan BinyazarOzanlar, Yazarlar, Kitaplar

    Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar

    Adnan Binyazar

    ’Yeni bir devlet, yeni bir ulus ve yeni bir insan inşa etme çabasının zirvede olduğu dönemlerdi.Doğu’ya özgü ne varsa silinmeli, insanlar sadece Batı değerlerine...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kaldığımız Yer ~ Behçet ÇelikKaldığımız Yer

    Kaldığımız Yer

    Behçet Çelik

    “Aynı dili konuşuyorduk; kelimeler yakın anlamlar taşıyordu birbirimize; ama ne olduğunu bilemediğim bir engel, bir engebe, aşamadığımız bir yabancılık seziyordum, cümlelerin birbirine bağlanmasını zorlaştıran...

  2. Bir Papatya Şarkısı ~ K. Kübra BerkBir Papatya Şarkısı

    Bir Papatya Şarkısı

    K. Kübra Berk

    Büyük bir hayran kitlesi, sevdikleri şarkıcıya en fazla ne yapabilirdi? Papatya Parlar, sahne ışıklarının altında parlamaya alıştığı bir hayata sahip olan, para ve popülarite...

  3. Öylesine Bir Hikâye ~ Anton ÇehovÖylesine Bir Hikâye

    Öylesine Bir Hikâye

    Anton Çehov

    Öylesine Bir Hikâye, yaşlı ve güçten düşmüş biri olduğunu düşünen tıp profesörü Nikolay Stepanoviç’le artık hayatta olmayan bir dostunun ona emanet ettiği manevi kızının,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur