İkinci Dünya Savaşı arifesinden savaş sonrasına, Japonya’ya özgü niteliklerin birer birer yok olmaya başladığı yıllara kadar uzanan Şafak Tapınağı, Yukio Mişima’nın başyapıtı sayılan Bereket Denizi dörtlemesinin üçüncü kitabı. Bir yandan geçmiş takıntılarını yeniden canlandıran güzel bir kadının peşinde koşan, diğer yandan yine aynı tutkuyla mistik aydınlanmayı arayan bir adamın hikâyesi. Yazarın Budist felsefe ve estetik anlayışı ile Japon değer yargılarının yok olacağına dair öngörüsünün damgasını vurduğu bir roman.
“Bu kitaplara,” diyor Yukio Mişima, “yaşamla ve bu dünyayla ilgili hissettiğim ve düşündüğüm her şeyi yansıttım.” Bereket Denizi, Japonya’yı asırlar boyunca besleyen kültürel unsurların birer birer yok edilişinin destansı hikâyesi. Hayatı da romanları kadar çarpıcı olan Yukio Mişima’nın sayfalarında gezindikçe, bir kültürle birlikte bu kültüre inanmış yazarın da kendi sonuna doğru nasıl ilerlediğini görebiliyoruz.
Birinci bölüm
1
Bangkok’un yağış mevsimiydi. Hava sürekli, ipince yağan bir yağmurla yüklüydü; yağmur damlaları çoğu kez parlak bir ışık demetinin içinde dans ediyordu. Göğün orasında burasında mavi delikler hiç eksik olmuyordu; bulutlar güneşin çevresinde en yoğun biçimde kümelendiğinde bile, çevrelerindeki göğün rengi göz kamaştıracak kadar maviydi. Yaklaşan bir fırtına öncesinde gökyüzü uğursuz, tehdit edici bir karanlığa bürünürdü. Fırtına habercisi bir gölge, yer yer palmiyelerle beneklenmiş, alçak damlı, yeşilin ağır bastığı kenti örterdi.
Kentin adı Ayutthaya Hanedanı zamanından kalmadır; zeytin ağaçlarının bolluğu yüzünden buraya ilkin bang, “kent”, kok, “zeytinler” dendi. Eski zamanlardaki bir başka adıysa Krung Thep ya da “Melekler Kenti”dir. Deniz düzeyinden bir buçuk metre kadar yüksek olan başkentin taşımacılığı tam anlamıyla kanallara bağımlıdır. Toprak yığılarak yollar inşa edilirken ister istemez kanallar ortaya çıkar. Bir ev yapmak için toprak kazıldığında hemen havuzcuklar oluşur. Bu gölcükler doğal olarak derelerle birleşir; dört bir yana akan bu “kanalların” hepsi de, kent sakinlerinin teni gibi kahverengi bir ışıltıyla parlayan Menam’ın ana sularına ulaşır.
Kent merkezinde Avrupa tipi üç katlı, balkonlu yapılar ile yabancıların tekelindeki iki ya da üç katlı, çok sayıda tuğla yapı vardır. Bir zamanlar kentin en güzel yönlerinden biri olan ağaçların, otoyol yapılırken yol üstüne rastlayanları kesildi, bazı caddelerse kısmen asfaltlandı. Güneşin güçlü ışınlarını engelleyen mimoza ağaçları yollarda koyu gölge havuzcukları oluşturur, bu havuzcukları siyah matem tülleriyle örter. Sıcaktan pörsümüş yapraklar, şiddetli bir yağmurun ardından ansızın canlanır, tazelenerek başlarını kaldırırlar.
Varlıklılığı açısından bu kent, Çin’in güneyindeki kentleri andırır. İki kişilik, üç tekerli sayısız bisiklet-taksi yan ve arka perdeleri indirilmiş olarak durmaksızın gider, gelir. Bangkap yakınlarındaki çeltik tarlalarından dönen mandalar, sırtlarına tünemiş kargalarla birlikte bazen caddelerden geçirilir. Ara sıra cüzamlı bir dilencinin parlak teni, gölgede koyu bir leke gibi parlar. Oğlan çocukları ortalıkta neredeyse çırılçıplak koşuşturur, kızlarsa cinsel organlarını örten metal bir plaka takarlar. Sabah pazarında değişik meyveler, çiçekler satılır. Çin bankalarının önünde, bambu jaluziler gibi havada asılı duran saf altından zincirler pırıl pırıl parlar.
Ama akşam çökünce Bangkok artık aya, yıldızlarla dolu gökyüzüne kalır. Kendi elektrikleri olan otellerin dışında yalnızca varlıklı kişilere ait jeneratörlü evler sağda solda neşeyle ışıldar. İnsanlar daha çok, lamba ve muma başvurur. Irmak boyunca sıralanmış, hepsi de alçak olan evlerin Budist mihraplarında tek bir mum bütün gece boyunca yanar; bambu zeminli binaların derinliklerinde bir tek Budist tasvirlerin yaldızı donuk donuk parlar. Heykelciklerin önünde kalın, kahverengi tütsü çubukları yanar. Karşı kıyıdaki evlerin mum ışıkları ırmağa yansır, bu hafif ışıklar arada bir geçen bir teknenin gölgesiyle kesilir.
1939’da, yani geçen yıl, Siyam adını resmen değiştirip Tayland oldu.
Bangkok’a Doğu’nun Venedik’i denmesinin nedeni, bu iki kent arasındaki herhangi bir dış benzerlik değildir; ne tasarım ne de büyüklük açısından kıyaslanabilirler. Böyle denmesinin nedeni, her ikisinin de deniz taşımacılığı için çok sayıda kanala sahip olması, bir de pek çok kutsal yapıyı barındırmasıdır. Bangkok’ta yedi yüz tane tapınak vardır.
Budist pagodaları yeşillikler arasından yükselir, şafağın ilk ışığını onlar yakalar, akşam güneşinin ışınları en son onlara vurur; ışıkla birlikte çeşitli renklere bürünürler.
On dokuzuncu yüzyılda 5. Rama Çulalongkorn tarafından yaptırılan Wat Bençamabopit, yani Mermer Tapınak, gösterişsiz bir yapı olmasına karşın en yeni ve kesinlikle en görkemli tapınaktır.
Şimdiki hükümdar, 3. Rama ya da Kral Anada Mahidol 1935 yılında, on bir yaşındayken tahta çıktı; ama kısa süre sonra eğitimi için Lozan’a gitti; şimdi on yedi yaşında ve hâlâ orada, kendini derslerine adamış durumda. Yokluğunda, Başbakan Luang Phiboon bütün gücü eline geçirdi; geriye salt adı kalan parlamentonun tek işlevi öğüt vermek artık. İki kral naibi seçildi: Prens Açitto Apar yalnızca bir süs, oysa ikincisi, Prens Prude Panoma gerçek gücü elinde tutuyor.
Kendini Budizme adamış olan Prens Açitto Apar boş zamanlarında tapınakları ziyaret ederdi. Bir akşam Mermer Tapınak’a gitmek istediği açıklandı.
Tapınak iki yanı Hakhon Pathom yolundaki mimoza ağaçlarıyla sınırlanmış bir derenin kıyısında yükseliyordu. Mermer Tapınak’ın Khmer tarzındaki, beyaz kristal alevlere benzeyen kanatları olan, bir çift taş atın koruduğu kızılımsı kahverengi kapıları açıktı. Giriş ile zümrüt yeşili, pırıltılı çimenliğin ortasına kurulmuş olan ana binanın arasında uzanan, iri kaldırım taşı döşenmiş, dümdüz yolun her iki yanında da klasik Java tarzında, kıvrık çatılı bir çift köşk vardı. Yemyeşil çimenlikte, yuvarlak budanmış mimoza ağaçları çiçeğe durmuştu; köşklerin saçaklarındaki şen, beyaz aslanların ayaklarının altından alevler fışkırıyordu.
Ana yapının tam önündeki, Hint mermerinden yapılmış beyaz sütunlar, kapı gözcüsü bir çift mermer aslan, Avrupa tipi alçak parmaklık, binanın yine mermerden yapılmış ön yüzü, batmakta olan güneşin göz kamaştırıcı ışınlarını yansıtıyor, sarı ve kırmızı renkteki zengin süslemeleri belirginleştiren, bembeyaz bir tuval oluşturuyordu. Sivri kemerli pencerelerin iç çerçeveleri kırmızıya boyanmış; yükselen, çerçeveleri yutan, şatafatlı, altın alevlerle çevrilmişti. Ön cephedeki beyaz sütunlar bile sütun başlıklarından ansızın fırlayan parlak sarı renkte, sarmal naga yılanlarıyla bezenmişti. Başlarını kaldırmış olan altın yılanlar, kat kat sıralanmış, kırmızı Çin tuğlasından yapılma, yukarıya kalkık çatıların sınır çizgilerine dizilmişti; her çatının sivri uçları, bir kadın ayakkabısının sivri topuğu gibi ince, altın bir yılan kuyruğu oluşturuyor, birbirleriyle yarışırcasına yukarıya, mavi göğe, ta gök kubbeye doğru yükseliyordu. Bunca altın güneşte yine de donuk donuk parlıyor, sivri çatılarda gezinen güvercinlerin aklığını artırıyordu.
Ancak ürkmüş beyaz kuşlar giderek kararan göğe doğru ansızın havalandıklarında, is parçacıkları gibi kapkaraydılar. Tapınağın süslemelerinde yinelenen altın alevlerin isi, kuş kesilmişti.
Bahçede kule gibi yükselen palmiyeler şaşkınlıktan donakalmışa benziyordu; ormanlardaki su kaynaklarını andıran pınarlar yeşilliklerini gerilmiş yaylar gibi uzaklara, gökyüzüne doğru fırlatıyordu.
Bitkiler, hayvanlar, taş, metal ve Hint kırmızısı uyum içinde birbirine karışmış, ışıkta oynaşıyordu. Girişi koruyan beyaz aslanların mermer kafaları, ayçiçeklerini andırıyordu. Testere gibi tırtıklı, çekirdeğe benzeyen dişleri açık ağızlarını doldurmuştu; aslan suratları kızgın, beyaz birer ayçiçeğiydi.
Prens Açitto Apar’ın beyaz Rolls Royce arabası kapının önüne yanaştı. Kırmızı üniformalar giymiş, Genç Erkekler Askerî Bandosu, köşklerin yanındaki çimenlikte yerini almış, esmer yanaklarını şişire şişire aletlerini çalmaktaydı. Boruların parlatılmış ağızları, parlak üniformalı gençleri en ince ayrıntılarına kadar yansıtmaktaydı. Hiçbir müzik aleti tropikal güneşe bundan daha uygun düşemezdi.
Beyaz fraklı, kırmızı kuşaklı bir uşak prensi izliyor, çimen rengindeki bir güneş şemsiyesini bu soylu başın üstünde tutuyordu. Beyaz subay ceketinin göğsüne madalyalar dizilmiş olan prens, tapınağa mavi kuşaklı, elinde bağışlar tutan bir teşrifatçıyla, on kraliyet muhafızının eşliğinde girdi.
Prensin ziyaretleri genellikle yirmi dakika kadar sürerdi. Bu sırada seyirciler çimenlerin üzerinde bekleşir, güneşten kızarırlardı. Uzaktan, iç bölümlerden bir Çin violünün sesi nefis bir şarkıyla birlikte duyuldu, şemsiyeyi taşıyan uşak girişe doğru ilerledi. Tepesine zarif, altın bir pagoda tutturulmuş olan şemsiyeyi omzuna kadar kaldırdı, keşişlerin başlıklarına benzeyen, kanatları enselerine kadar inen başlıklar takmış dört muhafız da taş basamaklara dizildi. Binanın görülemeyen iç kısmı öyle karanlıktı ki, içeride yanan mumların titrek ışıkları zar zor seçilebiliyordu. Sutra1 söyleyen sesler birdenbire yükseldi, sonra tek bir zil sesiyle kesiliverdi.
Uşak yeşil şemsiyeyi açtı, dışarıya çıkan prensin başının üstünde saygıyla tuttu, muhafızlarsa kılıçlarını kaldırarak selama durdular. Prens kapıdan hızla geçip Rolls Royce’una bindi.
Prensin gidişini izleyenler bir süre sonra dağıldı, askerî bando gitti; tapınağı usul usul akşam sessizliği kapladı. Safran rengi giysili rahipler ırmak kıyısında geziniyor, kimisi kitap okuyor, kimisiyse sohbet ediyordu. Karşı kıyıdaki mimozaları ve akşam göğündeki güzel bulutları yansıtan suda sararmış al çiçekler, çürümüş meyveler yüzüyordu. Güneş tapınağın ardına çekildi, çimenlik karardı. Sonunda, giderek solan akşam beyazlığını yalnızca mermer sütunlar, aslanlar ve tapınağın ön cephesi korur oldu.
Wat Po.
İnsan orada kendine yol açmak için, on sekizinci yüzyıl sonlarında yapılmış pagodalarda ve 1. Rama zamanında yapılmış olan ana salonda akan insan selini yarmak zorundadır.
Alev alev yanan güneş. Masmavi gökyüzü. Ana galerinin kocaman, beyaz sütunları hâlâ ak bir filin bacakları gibi benek benek.
Pagoda pürüzsüz cilası güneşi yansıtan, küçük porselen parçalarıyla bezenmiştir. Büyük, mor pagodada kiremit gibi döşenmiş mavi mozaikler vardır, ayrıca sayısız seramik parçasından oluşan mavimsi mor yüzeye binlerce sarı, kırmızı, beyaz yapraklı çiçek resmedilmiştir: Göğe doğru yükselen, seramikten bir İran halısı.
Bir tarafta, yeşil bir pagoda var. Kara benekli pembe memeleri sarkmış, gebe bir köpek güneşin çekiciyle paramparça olmuş gibi, taş döşeli yolda sendeleyerek ilerliyor.
Nirvana Salonu’nda, Şakyamuni’nin altın kaplama, dev heykeli uzanmış, altın kıvrımlı kütlesini mavi, yeşil, sarı, beyaz mozaikten, kutu biçimindeki bir yastıkta dinlendiriyor. Altın kolu, başını desteklemek için epeyce ileriye uzanmış, altın topuklarıysa loş salonun öteki ucunda parlıyor.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Japon Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞafak Tapınağı - Bereket Denizi: 3
- Sayfa Sayısı352
- YazarYukio Mişima
- ISBN9789750725302
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tanrılar ve Canavarlar ~ Shelby Mahurin
Tanrılar ve Canavarlar
Shelby Mahurin
Cadı ile Cadı avcısının son savaşı başlıyor Kaderin birleştirdiği iki aşıktık biz Lou bütün hayatını annesinden ve avcılardan kaçarak geçirmişti. Reid ise cadıları kovalayarak....
- Pellucidar VII-Vahşi Pellucidar ~ Edgar Rice Burroughs
Pellucidar VII-Vahşi Pellucidar
Edgar Rice Burroughs
Yeryüzünün 500 mil altında başka bir dünya yatmaktadır: Dinozorların hâlâ dolaştığı, mağara adamlarının avlandığı, ebedi bir güneşin kavurduğu ve dış dünyada çoktan tarihe gömülen...
- İmkânsız Yaratıklar ~ Katherine Rundell
İmkânsız Yaratıklar
Katherine Rundell
Benzersiz Katherine Rundell, ödül ve övgülere boğulan kitabı İMKÂNSIZ YARATIKLAR’da bizi efsanelerdeki tüm o yaratıkların hâlâ yaşadığı vahşi ve büyüleyici bir yere götürüyor. Büyükbabasının sözünü...